30 Kasım 2019 Cumartesi

Mieville, Bekle Beni!

Güzel bir haberim var!

China Mieville’in tüm kitaplarının yeni baskılarının editörlüğü bundan sonra bende. Hatta (bir aksilik olmazsa) sonraki kitaplarının çevirilerini de ben yapacağım.

Yeni Paris’in Son Günleri incelememden sonra Yordam Kitap’ın sahibi Hayri Bey’den beni hem şaşırtan hem de sevindiren bir e-posta aldım. Kendisi eleştirilerimi inanılmaz bir anlayış ve olgunlukla karşıladı. Hem teşekkür etti hem de Mieville’in seri editörlüğünü önerdi bana.

Küçük bir deneme düzeltisinin ardından hem yayınevinin editörü hem de Hayri Bey sonuçtan oldukça memnun kaldılar ve seri editörlüğü için el sıkıştık. İlk kitap (yine bir aksilik olmazsa) baskısı tükenen "Elçilik Kenti" olacak. 

Ama önce elimdeki çeviriyi (Dagger and Coin 2) bitirmem lazım. Ki ona da daha bu hafta başladım. O nedenle en erken Nisan 2020 gibi çalışmalara başlayabileceğim. O yüzden nefesinizi tutmayın :)

Yeni Paris’in Son Günleri | Kitap İnceleme


China Miéville için son on yılın en yaratıcı fantastik ve bilimkurgu yazarlarından biri demek kesinlikle yanlış olmaz. Genç yaşında Arthur C. Clarke gibi prestijli bir ödülü üç kez, Locus Ödülü’nüyse tam dört kez kazanma başarısı gösteren İngiliz yazar, son derece uç noktalarda gezen hayal gücü ve orijinal kurgularıyla dikkat çekiyor. Yayımlattığı son kısa romanı Yeni Paris’in Son Günleri de yazarın bu özelliğini ziyadesiyle yansıtıyor.

Yurt dışında 2016 yılında basılan kitap bizleri İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Paris’e götürüyor. Ama bildiğimiz tarihin dışına çıkıp, alternatif bir zaman dilimi resmediyor sayfalarında. Bu yeni gerçeklikte tüm sürrealist eserler hayat bulmuş ve Paris’in sokaklarında cirit atmaya başlamıştır. Şehir halkıysa bir yandan işgalci Nazilerle savaşırken diğer yandan da sağı solu belli olmayan bu tuhaf yaratıklarla bir arada yaşamak zorunda kalmıştır. Sadece bununla kalsa iyi, Nazilerin okült bilimlere olan tutkusu Cehennem ordularını da şehre çekmiş, işleri iyice çorba hâline getirmiştir. İşte bu karmaşada La Main à Plume’dan, yani sürrealist direnişçilerden biri olan Thibaut adındaki genç bir adamın başından geçenleri okuyoruz Yeni Paris’in Son Günleri kitabında.

S-Patlaması

Yeni Paris’in Son Günleri adına S-Patlaması denen, gizemli bir olay sonucunda şehirdeki tüm sürrealist eserlerin hayat bulması etrafına kurulu bir roman. Olay yaşandığı sırada Paris hâlihazırda Nazi işgali altındadır. Hitler’in askerleri tüm sokakları, tüm mahalleleri kontrol etmekte ve yerel halkı demir yumruğunun altında ezmektedir. Derken kaynağı bilinmeyen o esrarengiz patlama gerçekleşir ve sürrealizmle yakından uzaktan alakası olan her ne varsa – tablolar, heykeller, karakalem resimler, biblolar, şiirler ve daha nicesi – açıklanamaz bir şekilde hayat bulur. Böylece Paris’in kisvesi ve şehirdeki güç dengeleri sonsuza dek değişir.

Paris halkı bu sürrealist canlılara manif adını verir. Manifler doğaları gereği karmaşık canlılar. Bizim dilimizi konuşamıyorlar, insanlarla da iyi geçindikleri söylenemez. Daha çok neden orada olduklarını anlamlandırmaya, ait olmadıkları bir dünyada var olmaya çalışıyormuş gibi bir hâlleri var. Bunu tam olarak başaramadıkları için de her şeyi yakıp yıkıyor, hatta Fransız ya da Alman farkı gözetmeksizin karşılaştıkları tüm insanları öldürüyorlar. Bu durum Nazilerin şehri bütünüyle kontrol altına almasına engel oluyor elbette ama Fransız direnişçilerin de manifleri tam anlamıyla bir müttefik olarak göremedikleri, hatta onlardan korktukları da bir gerçek.

Üstüne, Hitler’in kara güneş efsanesine ve okült güçlere karşı duyduğu tutku da işin içine giriyor. Karanlık sanatları kullanarak zaferlerini kesinleştirmek isteyen Naziler bir şekilde Cehennem güçleriyle anlaşma sağlıyor ve envai çeşit iblisi Paris sokaklarına salıveriyor. İblisler ve manifler birbirlerinden ölesiye nefret ediyor ve bu iki ırkın üyeleri bir sokakta karşılaştığında tam manasıyla kan gövdeyi götürüyor.

Ne ilginçtir ki, ya gençliğinde sürrealizmin sıkı bir savunucusu olduğundan ya da tamamen bilinmeyen bir sebepten dolayı, kahramanımız Thibaut ile manifler arasında sıra dışı bir ilişki mevcuttur. Normalde karşılarına çıkan her şeyi ezip geçen bu gerçeküstü varlıklar Thibaut ile karşılaştıklarında şöyle bir duraksıyor, afallıyorlar. Hatta içlerinden bazıları ona zarar vermeye yönelik herhangi bir harekette bile bulunmuyor. Thibaut bu alışılmadık özelliği sayesinde direnişçiler arasında kendisine sağlam bir yer ediniyor.

Kahramanımız hem şehrine hem de yoldaşlarına son derece bağlı biri olarak resmediliyor. Ancak günün birinde (kitabın hemen başında) hiç tanımadığı bir kadın kollarında can verirken genç adamın eline bir iskambil kartı tutuşturuyor ve son nefesinde onu yaklaşan bir tehlikeye karşı bölük pörçük uyarıyor. Ne yapacağını şaşıran Thibaut, anlamlandıramadığı bir içgüdüyle kartı yoldaşlardan saklıyor. Sonrasında da ölen kadının sözlerinin arkasında yatan anlamı çözmek için düşüyor yollara. İşte bu yolculuğu sırasında Sam adındaki kadın bir Amerikalı gazeteciyle kesişiyor yolları. Sam ona bir kitap yazmak için burada olduğunu, bu uğurda Paris’in fotoğraflarını çektiğini ve burada yaşananları tüm dünyaya göstermek istediğini söylüyor. Thibaut kadına pek güvenmese de şehrinde yaşanan bu tuhaf ötesi olayların bir kitapla ölümsüzleştirilmesi fikri aklını fena hâlde çeliyor. O noktadan sonra maceramız hiç beklenmedik, şaşırtıcı yönlere doğru yelken açıyor.

Kitapta Thibaut ile Sam’in başından geçenlerin yanı sıra, 1941 yılında (yani 9 sene önce) yaşananları konu alan bazı ara bölümler de var. Bu kısımlarda Varian Fry (binlerce Nazi karşıtı ve Yahudi mülteciyi soykırımdan kurtaran ünlü Amerikalı gazeteci) ile meşhur roket bilimcisi Jack Parsons’ın (kendisi aynı zamanda okült ustası Aleister Crowley’in bir öğrencisi olur) buluşması anlatılıyor. Bu iki tarihi kişilik arasında geçen olaylar dönemin ünlü sürrealistlerine dek uzanıyor. Evet, bu kısacık romana iki farklı zaman dilimi sıkıştırmayı başarmış Mieville…

2 Kasım 2019 Cumartesi

Kara Prizma Hakkında

Sevgili dostlar,

Kara Prizma'nın devam kitabını ben çevirmeyeceğim. Annemin rahatsızlığından ötürü çevirilere uzunca bir süre ara vermek zorunda kaldım.

İthaki Yayınları'na da birkaç ay önce durumu ilettim, görüştük. Ve hem sizleri daha fazla bekletmemek hem de seriyi geciktirmemek için devam kitaplarının başka bir çevirmen tarafından tercüme edilmesinin daha iyi olacağı konusunda hemfikir olduk.

Sizlerden neredeyse her gün bu konuyla ilgili soru aldığım için bu açıklamayı yapma ihtiyacı hissettim.

Anlayışla karşılayacağınızı umuyor, özürlerimi sunuyorum.

26 Eylül 2019 Perşembe

Evladiyelik Ciltler, Ömürlük Hediyeler

Dün hayatımın en güzel, en muhteşem sürpriz hediyelerinden birini aldım.

Annemin rahatsızlığı nedeniyle son birkaç aydır hastanelerde koşturduğumdan (hatta bir nevi orada yaşadığımızdan) birçok şeyden uzak kalmıştım. Bunlardan biri de JBC Yayıncılık'ın Batman Günü'nde düzenlediği Jock imza günüydü (Kendisi dünyaca ünlü bir çizerdir). Hatta sadece imza günüyle sınırlı kalmayıp üstadın birbirinden müthiş çizimleriyle dolu "Jock & Sanat" adlı koleksiyonluk eserini de bastılar.

Ama işte... Sağlık sorunlarıyla boğuştuğumuzdan ne gidip görmek kısmet oldu bu ustayı ne de imzasını almak. Diyordum kiiiii... JBC'nin sahibi Ertan Ergil'den hayatımın en büyük sürpriz hediyesini aldım. Durumumu bilen, sık sık arayıp bir ihtiyacınız var mı diye soran Ertan abi bana bir Jock & Sanat gönderdi. Hem de adıma imzalı!

Bitmedi. Bir de üstüne Jock'un çizdiği meşhur "Batman: Kara Ayna" macerası ile benim için gelmiş geçmiş en iyi Batman serüveni olan "Öldüren Şaka"nın karton ciltli, büyük boy özel baskılarından da yollamış.

Her üçü de tam anlamıyla evladiyelik, muhteşem birer eser olmuş. Özellikle Öldüren Şaka'nın hem eski hem de yeni renklendirmesini içermesine bayıldım. O sayfaların dönemin kağıt kalitesiyle basılması da beni eski günlere götürdü.



Sevgili Ertan Ergil'e ve Jbc Yayıncılık'a bu muazzam eserleri dilimize kazandırdıkları için ne kadar teşekkür etsek az. Ama benim için daha da önemlisi Ertan abinin sürprizi oldu elbette. O anda hissettiğim duyguları, boğazımda oluşan yumruyu anlatmaya kelimeler yetmez... Ömrümün sonuna kadar saklayacağım bunları.

Çok teşekkürler Ertan abi, iyi ki varsın.

5 Temmuz 2019 Cuma

Ejderha Yolu'nda Türkçe Kelimeler

Şu sıralar çevirdiğim "Ejderha Yolu" adlı fantastik romanın yazarı Türkçe hayranı çıktı :) 

Adı Daniel Abraham. Kendisi Enginlik Serisi'nin (Leviathan Uyanıyor) iki yazarından biri. Kendi tasarlardığı bir dünyada, "Dagger and Coin" adında beş kitaplık bir fantastik macera yazmış. Bu arada da yabancı kelimeler uydurmak yerine Türkçeden kelimeler seçmiş.

Mesela küçük bir tiyatro kumpanyası işleten ve çok bilgili olan bir adam var romanda. Adı "Kitap rol Keshmet." Askerî bir birliğin maskarası olan, herkesin dalga geçtiği başka bir karakterin adı da "Palliako." Palyaçodan türetilmiş ama ç harfini k okumuş sanırım :) "Kurtadam" diye bir ırk var bir de. 

Bunun gibi bir sürü Türkçe kelime var kitapta. Karşılaştıkça sırıtıp duruyorum, yeri geldikçe de dipnotlarla orijinal metinde böyle yazdığını belirtiyorum ki Türk okurlar da anlasın. Yabancı romanlarda Fransızca, Latince ve Arapça gibi dillerin kullanıldığını çok görmüştüm ama Türkçe bir ilk oldu, güzel de oldu.

25 Haziran 2019 Salı

Çevirmenin Çemberi: Gökteki Çakıl Taşı


Gökteki Çakıl Taşı bende karışık duygular oluşturan bir kitap oldu. Bir yandan bir üçlemenin daha hakkından geldiğim ve seriyi kazasız belasız tamamladığım için seviniyordum. Diğer yandan da Asimov’a veda edecek olmanın üzüntüsü vardı içimde. Böylesine büyük bir ustanın kitaplarını çevirmek herkese nasip olmaz ne de olsa. Hele hele yayınlanışının üstünden bunca yıl geçtikten sonra…

İşin ilginç yanı, Gökteki Çakıl Taşı’nın (Pebble In The Sky) Asimov’un kariyeri boyunca yazdığı ilk roman olması. Üstat o güne dek hep kısa hikâyeler kaleme almış, bu kitapsa romancılığa attığı ilk adım olmuş. Nasıl yani, dediğinizi duyar gibi oluyorum. Sonuçta karşımızdaki bir üçlemenin üçüncü cildi, o zaman önceki iki kitaptan evvel yazılması gerekir, değil mi? Mantıken öyle… Ama işin aslı öyle değil işte.

Asimov, Gökteki Çakıl Taşı'nı 1950 yılında yayımlatmış. Toz Gibi Yıldızlar ve Vakıf ise bir yıl sonra, 1951’de basılmış. Bununla birlikte kitapta anlatılan olaylar kronolojik olarak Toz Gibi Yıldızlar’dan yaklaşık 7500, Uzay Akımları’ndan ise 1300 yıl kadar sonra gerçekleşiyor. Trantor İmparatorluğu artık iyice güçlenmiş ve Galaktik İmparatorluk hâline gelmiştir. Dünya ise artık hepten öksüz kalmış, galaksinin geri kalanı tarafından dışlanan bir yere dönüşmüştür. Dünyalılar dışında hiç kimse bu gezegenin insanoğlunun beşiği olduğuna inanmaz. Çoğu kişi için gökteki önemsiz bir çakıl taşından ibarettir yalnızca.

Derken, 1950’lerde yaşayan mutlu ve emekli bir terzi olan Joseph Schwartz gizemli bir kaza sonucu kendini gelecekte, bu dünyada buluverir. Ne olduğunu, oraya nasıl geldiğini bir türlü anlayamaz. Dünya yabancılaşmış, radyoaktif bir yer hâline gelmiştir. İnsanlarsa anlamadığı bir dil konuşmaktadır. İşin kötüsü nüfus fazlalığını azaltmak için 60 yaşını geçen herkese ötanazi uygulanmaktadır. Bildiğiniz, ilaçla uyutulup öldürülüyorlar yani. Ve Joseph altmış iki yaşındadır…









Üst üste iki Asimov çevirdikten sonra insan yazarın diline artık iyice alıştığımı, üçüncüyü daha kolay ve hızlı bir şekilde çevirebileceğimi düşünür, değil mi? Açıkçası ben öyle düşünmüştüm. Sonrasında da ağzımın payını bir güzel aldım. Hem de oldukça bilimsel bir şekilde…

Yazımın başında da belirttiğim gibi, Gökteki Çakıl Taşı üstadın yayımlanan ilk romanı. Dolayısıyla o alışık olduğumuz, akıcı ve sade üslubu burada henüz tam olarak oturmamış. İşte bu yüzden Asimov’un bu kitaptaki cümle yapıları öncekilere nazaran daha farklıydı. Ve bol miktarda, uzun uzun bilimsel açıklamalar içeriyorlardı. Özellikle üçüncü bölümden beşinci bölüme kadar olan yerler, yani yaklaşık 30 sayfalık bir kısım vardı ki düşman başına!

Aslında o noktaya gelinceye kadar gayet mutlu mesut çeviriyordum cümleleri. Schwartz’ın eski zamanlardaki günleri, yeni bir dünyaya gelişi, nerede olduğunu anlamaya çalışması… Gayet sade ve keyifli bir şekilde geçip gitti buralar. Ama meğersem bu kısımlar fırtınadan önceki sessizlikmiş. Çünkü üçüncü bölümde, kitabın henüz otuzlu sayfalarında proteinlerden, yaşamın oluşma biçiminden ve radyoaktif etmenlerin bunların üstündeki etkilerinden bahsetmeye başlıyor Asimov. Açılışı da şu cümleyle yapıveriyor:

“Temel olarak bütün yaşamlar tek bir kökenden gelir çünkü hepsi protoplazma dediğimiz kolloidal dispersiyon hâlindeki protein karışımlarından oluşur.”

Kolloidal dispersiyon hâlindeki protoplazmalara gelince yolda hızla giderken birdenbire arıza yapıp öksürmeye başlayan bir araba gibi şöyle bir tekledim zaten. Asimov ondan sonra tam dört sayfa boyunca – dört – koca koca, metin duvarlarından hallice paragraflar eşliğinde zincirleme reaksiyonlardan, organik ve inorganik maddelerden, radyoaktif izotoplardan ve protoplazmalardan bahsedip duruyor.

Tam bunları bir şekilde atlattım derken sadece birkaç sayfa sonra, dördüncü bölümde bu sefer de insanın beyin yapısından ve düşüncelerin nasıl oluştuğundan söz etmeye başlıyor. Ama tabii bunu işin bilimsel kısmı üzerinden yapıyor. Hâl böyle olunca da ortaya sinir hücreleriyle, beyindeki sinir sistemiyle, aralarında oluşan tepkimelerle alakalı uzun uzun paragraflar çıkıyor. Bu bölümde beni bilhassa zorlayan şey, Asimov’un sinir hücrelerinin arasındaki bir doku duvarından bahsetmesi oldu. Çünkü günümüzde sinir hücreleri arasında bir boşluk olduğu açıkça biliniyor. Herhangi bir doku duvarından söz edildiğiniyse hiç duymamıştım. Acaba ben mi yanlış biliyorum diyerek bu noktada sinir hücreleriyle ilgili pek çok makale karıştırdım ve söz konusu duvarla ilgili bir şey bulmaya çalıştım. Yaklaşık yarım gün debelendikten sonra da herhâlde o zamanlar, yani 50’li yıllarda öyle düşünüldüğüne ama artık geçerliliği olmadığına karar vermek zorunda kaldım. Bir hatam varsa affola.

Tabii şimdi burada böyle anlatılınca çevirirken yaşadığım zorluğu yansıtmak biraz zor oluyor. Hatta kitabı açıp bahsettiğim kısımlara bakabilir ve kolay anlaşıldıklarını bile savunabilirsiniz belki. Ama inanın metni İngilizce olarak okurken hiç de kolay olmuyor bu kısımları anlamak. Cümlenin tam ortasında bırakın bilmeyi, tek kelimesini bile anlamadığınız bilimsel bir terimle karşılaşınca zihninizde yerlerini değiştirip birbirine bağladığınız o cümle iskambil kâğıdından bir şato gibi dağılmaya başlayıveriyor. Siz de aman yüklemini tutayım, ay öznesini düşürdüm derken tam anlamıyla beyniniz sancımaya başlıyor.

İşin komik tarafı Asimov da okurlarının bazılarının bunlardan bir şey anlamayacağını düşünmüş olacak ki tam bu açıklamaların orta yerinde şöyle bir cümle kurmuş:

“Dediklerimi anlıyor musun?”

Ağlamaklı bir sesle, “Hayır, anlamıyorum!” diye haykırdığım sırada kitaptaki karakterin yaşadığım hisleri harfi harfine özetlemesi gerçekten de ironik bir andı.

“Yıldızlara şükürler olsun ki tek kelimesini bile anlamadım. Anlamaya çalışsaydım beynimin sancısından bir köpek gibi havlardım.”

Bir noktada artık iyice çıldırıp, “Yahu, ben bunları günümüzün imkânlarıyla çeviremiyorum! 80’li yıllarda bu cümleleri nasıl çevirmişler? Nasıl?” diye bağırıp her şeyi bir kenara attığımı hatırlıyorum. Sonrasında meraktan kitabın ilk Türkçe baskısını aramaya başladım. 1984 yılında, “Zamandan Kaçış” adıyla Altın Kitaplar’dan çıktığını gördüm. İndirdim kitabı, açtım ilgili bölümü ve baktım nasıl çevirmişler diye.

Çevirmemişler…

O koca koca paragrafların, o uzun uzun sayfaların hiçbiri eski kitapta yoktu. İşte o anda balataları sıyıran birinin yavaş yavaş başlayan, sonra da giderek yükselip hızlanan kahkahalarını attığım doğrudur. Eğer olur da ileride bir gün birisi bu iki kitap arasında bir çeviri karşılaştırması yaparsa neler diyeceklerini merak ediyorum doğrusu. Kendilerine şimdiden, geçmişten selam olsun.









Gökteki Çakıl Taşı’nın bir bölümünde Asimov’un atomlardan ve aralarındaki elektron alışverişinden bahsettiği bir yer vardı (Evet, yine). Orayı çevirirken şu elektron alışverişine bizim fen derslerinde ne dendiğini bir türlü hatırlayamadım. Düşündüm düşündüm, yok. Dilimin ucunda ama çıkmıyor. Google da tüm anlayışlılığı ve keskin zekâsıyla beni alışveriş sitelerine yönlendirmeye kalkınca (Elektronik alışverişi mi demek istediniz?) ben de çareyi bilimsel konularla haşır neşir olan arkadaşlara danışmakta buldum. Şansa bakın ki birkaç gün önce M4Y4’ün yazarı Yüksel Yılmaz’la konuşmuştuk. Böyle konularda takıldığım bir şey olursa kendisini arayabileceğimi söylemişti. “Kendi kaşındı,” diyerek telefona sarıldım ben de.

Kendisine durumu izah ettikten sonra Yüksel şöyle bir durdu, biraz düşündü, ardından bu konulara kendisi kadar meraklı olan eşine dönüp, “Özge, şu elektron alışverişinin başka bir ismi vardı, neydi o?” diye sordu. Özge uzaklardan gelen bir şey söyledi, Yüksel de ona cevap verdi, sonra bir anda ortalık karıştı! Bir baktım, kavga ediyorlar. Ben de her şeyi telefondan duyuyorum tabii. Yüksel bir noktada burnundan soluyarak, “Ben seni sonra arayayım!” deyip kapattı. Aradan beş dakika geçti. Sonra on dakika. On beş derken ne arayan oldu ne soran. “Eyvahlar olsun, karı-kocanın arasını açtık durduk yere,” dedim kendi kendime.

Yarım saat kadar sonra Yüksel beni geri aradı ama sesi nasıl öfkeli, nasıl sinirli… O daha bir şey söyleyemeden direkt, “Boşanıyor musunuz?” diye sordum. Önce bir sessizlik oldu, ardından ahizeden bir tıkanma sesi geldi, sonrasında da kahkahalar. Atomları böleyim derken bir aileyi yıkıyordum sizin anlayacağınız. Bu da böyle bir anımdır.








Asimov kitabın ortalarında bir yerlerde Schwatz’ın Grew adındaki başka bir karakterle yaptığı satranç maçını kaleme almış. Ve bunu yaparken her hamleyi kurallarına uygun bir biçimde, satranç tahtasında takip edebileceğiniz şekilde yazmış. Gelin görün ki bu kısımları anlatırken – doğal olarak – İngiliz terimlerini kullanmış. Eğer satrançla az çok alakanız varsa taşların hareketinin bizde a2, c3, d5 gibi ifadelerle belirtildiğini bilirsiniz. Yurt dışındaysa QR8, KB3, QN2 gibi farklı ibarelerle belirtiliyorlar. Dolayısıyla Asimov da hamleleri anlatırken, “Adam sağ taraftaki atını ileri sürdü,” dememiş de, “Grew brought out his King’s Knight to Bishop 3, Schwartz countered with Queen’s Knight to Bishop 3,” şeklinde yazmış.

Doğal olarak tüm bunları bizim kullandığımız sisteme uygun bir şekilde çevirmem gerekti. Tabii bunu en düzgün biçimde yapabilmek için de önüme bir satranç tahtası koymam ve her hamleyi bizzat yapmam icap etti. O nedenle bu satırlar, “Adam sağ taraftaki atını f3’e sürdü; Schwartz da buna sağ taraftaki kendi atını c6’ya getirerek karşılık verdi,” şeklinde yer aldı bizim sayfalarda.

Ek olarak taşların ismini de bizdeki hâllerine göre çevirmem gerekti. “Queen” yerine vezir, “bishop” yerine fil, “knight” yerine at… diye gidiyor. Hatta bir noktada, “Grew had no choice; he moved his Queen to Knight 2, and the two female majesties were now face to face,” şeklinde bir cümle de vardı. Adam başka şansı olmadığı için “queen” taşını ileri sürüyor ve iki dişi hükümdar karşı karşıya geliyor. Tabii “queen” denen taş bizde “vezir” diye geçtiğinden “iki dişi hükümdar” kelimelerinin Türkçe çeviride bir anlamı kalmıyor. Böyle kısımları da, “Grew’un başka şansı yoktu; vezirini g2’ye çekti ve böylece iki kraliyet danışmanı karşı karşıya geldi,” şeklinde değişikliklere giderek çözdüm.

Buna rağmen Asimov’un anlattığı hamleleri birkaç kez yanlış yorumlayıp tamamen farklı bir hamle yaptığım ve bunu ancak birkaç el sonra, çıkmaza düşünce fark ettiğim anlar da oldu. O zaman bütün taşları devirip her şeye baştan başlamak zorunda kaldım tabiiiiğğğğ. Ancak yine de eğlendiğimi söylemem gerek. Uzun lafın kısası, bu bölümleri okurken önünüze bir satranç tahtası koyup hamleleri takip ettiğiniz takdirde karşınızda gerçek bir satranç maçı bulacaksınız. Altın Kitaplar baskısında bu detaylı hamlelerin hiçbiri yok elbette, onu da not düşeyim buraya.

Kitapta çevirisine takıldığım tek kelime, uzaycıların dünyalılar için bir aşağılama sözcüğü olarak kullandığı “Earthie” oldu. Tam olarak bir küfür değil, daha çok bir hakaret anlamı taşıyor. Earth (Dünya) kelimesinden türetildiği için içinde dünya geçen ama aynı zamanda da kulağa rencide edici gelen bir şey bulmam gerekiyordu. Sonuçta dünya da kirli, aşağılık bir şey olarak görülüyor kitapta. Düşünüp taşındıktan ve bol miktarda kaşındıktan sonra buna “Dünya çocuğu” demeye karar verdim. Hangi malum ifadeyi çağrıştırmayı denediğimi bulmayı size bırakıyorum…

Kitabın bir bölümünde de Asimov zaman karmaşası yaşamış. Karakterlerden biri şehirdeyken vaktin “gece yarısını çoktan geçtiği” belirtilmiş. Ama gelin görün ki aynı karakter bir-iki paragraf sonra arabasıyla şehri terk ederken bu sefer de “akşam olduğu” yazıyordu. Aynı bölümün ilerleyen paragraflarındaysa sabah oldu, tekrar akşam oldu, yine gece yarısıydı şeklinde günün farklı saatlerinden bahsediliyor. O yüzden ilk baştaki “gece yarısını çoktan geçmişti” kısmını değiştirip “vakit bir hayli geç olmuştu,” şeklinde değiştirdim. Böylece metnin geri kalanına defalarca müdahale etmekten kaçındım.

Son olarak “Pebble In The Sky” ismini ben “Gökteki Çakıl” olarak çevirmiştim, editörlük sürecinde “Gökteki Çakıl Taşı” olarak değiştirilmiş.

Böylelikle Asimov’la olan üç kitaplık, çok özel maceramın sonuna gelmiş bulunuyorum. Böylesine büyük bir ustanın kitaplarını çevirmek benim için gerçekten ama gerçekten de tarif edilmez bir onur ve mutluluktu. Bana bu fırsatı sundukları için sevgili Alican Saygı Ortanca’ya ve İthaki Yayınları ailesine teşekkürü borç bilirim. Umarım sizler de okuduklarınızdan memnun kalırsınız. Sürçülisan ettiysek affola…

Not: Bu yazı ilk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.

30 Mayıs 2019 Perşembe

Çevirmenin Çemberi: Kara Prizma

Bilimkurguyu çok severim. Ama ben bu işe, yani çevirmenliğe fantastik edebiyat sevdasıyla başlamıştım. Yazdığım hikâyeler ve kitaplar da çoğunlukla fantastik üzerine kuruludur zaten. Fakat her ne hikmetse bir noktada yolum bilimkurguya saptı ve arka arkaya bu türde kitaplar çevirmeye başladım. Silo, Ender’in Gölgesi, 2312, Geliş… Asimov’un Galaktik İmparatorluk üçlemesi falan derken bu birkaç sene böyle devam etti. Sonunda bir gün Alican Saygı Ortanca’yla yeni çevirimin ne olması gerektiği hakkında konuşurken, kendisinin arka arkaya saydığı bilimkurguların ardından tüm iş adamı ciddiyetimle, “Yiteeeer yea! Yiter! Fantastik yok mu fantastik!” diye hönkürmem sonucunda kendimi Kara Prizma ile bakışırken buluverdim. 725 sayfacık zarif (!) endamıyla gözlerimi her anlamda yuvalarından uğratıverdi kendisi. “Sen miydin fantastik isteyen? Al sana fantastik!” diyordu âdeta bana. Çeviri süresi de sayfa sayısıyla doğru orantılı oldu elbette ve beş-altı ay boyunca cebelleştim kendisiyle.

Kara Prizma büyünün sihirli sözcükler ve asalar yardımıyla değil de ışığın farklı tayflarının kullanılmasıyla yapıldığı bir dünyada geçiyor. Bu dünyada yaşayan ve genellikle renkli gözlü olan insanlardan bazıları ışığın belirli bir tayfını alıp onu istediği gibi şekillendirebiliyor. Buna “lüksin” deniliyor. Örneğin kırmızı lüksin yanıcı özelliğe sahipken süperviyole ise görünmez. Ancak herkes her ışığı kullanamıyor ve buna göre sınıflara ayrılıyorlar. Kırmızılar, maviler, sarılar… İki rengi bir arada kullanabilen bikromlar da var, üç renge birden hükmedebilen polikromlar da. Her nesilde tüm renkleri kullanabilense tek bir kişi var, o da ülkenin hükümdarı ve dini lideri olan Prizma. Yani bu evrendeki en güçlü kişi.

Romanımız dönemin Prizma’sı Gavin Guile’ın başından geçenleri anlatıyor. Onun yanı sıra eskiden Gavin’in nişanlısı, şimdilerdeyse bir Kara Muhafız olan yetenekli savaşçı Karris Beyazmeşe ve Kip adındaki küçük bir öksüz de kitabın diğer iki kahramanı. Kara Prizma bu üç kişi arasında dönüşümlü olarak değişerek bizlere yepyeni bir fantazya diyarında epik bir macera sunuyor.


Açık konuşmam gerekirse Kara Prizma’nın çevirisinde beni zorlayan kısımların sayısı çok fazlaydı. Brent Weeks gerçekten de gayet orijinal fikirlere sahip bir yazar ama iş bunları kâğıda dökmeye geldiğinde akıcılık anlamında çok da iyi bir iş çıkaramamış maalesef.

Kitaptaki başlıca sorun isim ve kelime tekrarlarının inanılmaz fazlalığıydı. Tek bir cümle içerisinde aynı karakterin ismi iki-üç kez, aynı kelimeyse üç-dört kez geçebiliyor. Bu da o cümleyi düzgün, okunaklı bir şekilde Türkçeleştirmeyi aşırı derecede zorlaştırıyor. Gerçi bu her Çevirmenin Çemberi yazımda yakındığım bir şey hâline gelmeye başladı. Ama Kara Prizma bunun üst noktasıydı diyebilirim. Gereksiz yere sızlanmadığımı görmeniz için size birkaç örnek vereyim:

“He ran about as fast as Sanson would run if Sanson carried another Sanson on his back.”

Bunun birebir çevirisi şu: “Eğer Sanson sırtında başka bir Sanson daha taşısaydı Sanson’ın koşacağı kadar hızlı koştu.” Şimdi… Eğer bu kitap Otostopçunun Galaksi Rehberi gibi mizahi bir kitap olsaydı bu cümleye bayılır, kahkahalarla güler ve zevkle bu şekilde çevirirdim. Ama bu öyle bir kitap değil… Yer yer mizahi şeyler olsa da son derece ciddi bir fantastik edebiyat romanı var karşımızda. Üstelik bu cümle de aksiyonun iyice tavan yaptığı, kahramanlarımızdan birinin ölümle burun buruna geldiği bir yerde geçiyor. Başka bir tane daha:

“How easy everyone else seemed to find it to find someone who liked her.”

“Find it to find” kısmına dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunun tam tercümesi de, “Başkaları kendilerinden hoşlanan birini bulmayı ne kadar da kolay buluyordu,” oluyor. Bir tane daha:

“Cut square to fit the square hole in the middle of danars.”

Danarların ortasındaki kare şeklindeki deliğe uymaları için kare şeklinde kesilmişlerdi,” oluyor bu da. İsim tekrarlarından da bir kuple sunayım, tam olsun:

“Adın ne?” diye sordu Kip’e.
“Kip,” dedi Kip.
“Peki Kip.”

Hadi tüm bunları geçtim, aynı şeylerin tek cümlede arka arkaya yazıldığı yerler de vardı:

“Oğlan tepenin zirvesine yaklaşırken tepenin zirvesinde hareket başladı.”
“Surlara saldıran adamlar eninde sonunda savunmanın zayıf noktasını bulacaktı ama o zamana dek surlara saldıran adamlar ölmeye devam edecekti.”

İşte Kara Prizma boyunca sürekli bu tür şeylerle uğraşmak zorunda kaldım. Aksi takdirde eserin Türkçe çevirisi tam bir tekrarlar yumağından ibaret oluyordu. Abarttığımı ya da işgüzarlık yaptığımı düşünebilirsiniz. Kitabın aslı nasılsa öyle çevirmem gerektiğini de savunabilirsiniz. Ama ben altında imzam olan bir çevirinin mümkün olan en akıcı ve en anlaşılır biçimde okurlarla buluşmasına özen göstermeye çalışıyorum her zaman. Ek olarak, hep söylediğim gibi, beni tanımayan ortalama bir okur suçu asla New York Times Bestseller listelerine girmiş bir yazarda bulmaz. Çevirmen çevirememiş, batırmış der. Nereden bilecek ki?

Beni zorlayan bir diğer şeyse bir sahnede aynı anda ikiden fazla kişinin olduğu anlardı. Brent Weeks böyle sahnelerde ne zaman kimin konuştuğunu açık bir şekilde belirtmekte biraz yetersiz kalmış. Dolayısıyla çeviri sırasında da kim konuşuyor, kiminle konuşuyor, o da kim oluyor, sen kimsin, kim bunlaaaar??!… diye Sezen Aksu’ya bağladığım çok oldu. O kısımlarda da isim eklemelerinde bulundum. Hep çıkarıyordum, bu sefer ekledim anlayacağınız :)

Hele birbirinin yerine geçen iki karakterin karşılıklı konuştuğu bir bölüm vardı ki düşman başına. O kısımlarda yaşanan diyaloglar aşağı yukarı şöyleydi:

“İşte şimdi tam bana benzedin Ahmet,” dedi Ahmet.
“Umarım bu plan işe yarar Ahmet,” dedi Ahmet.
“Merak etme Ahmet,” dedi Ahmet.

Şaka yapmıyorum, vallahi çok ciddiyim. Gülmesenize yaa! Şurada iki dakika sizinle acımı paylaşayım dedim, kıkır kıkır gülüyorsunuz. Öhöm! Neyse… Ayrıyeten yazarın satır başı yaptığı ama önceki diyaloğu, konuyu vs. aynen devam ettirdiği yerler de vardı. Böyle kısımlarda da satır başını yok sayıp paragrafları birleştirdiğim, böylece konu ve diyalog devamlılığını sağladığım yerler oldu.

Son olarak, kitabın sonundaki 30 sayfalık eklere ve sözlüğe buradan saygı ve sevgilerimi iletiyorum. “Çevirim bittiieee!” diye sevinmeye kalmadan ekstraları görüp erkekler ağlamaz sözünü boşa çıkarmam bir oldu. Varın, gerisini siz tahmin edin…

Kara Prizma bugüne dek en çok inisiyatif aldığım çevirilerimden biri oldu sanırım. Mesela kitapta geçen yer isimlerinin büyük bir çoğunluğunun okunuşunu Türkçeleştirdim. Örneğin Abornea yerine Aborneya, Atash yerine Ataş, Paria yerine Parya isimlerini tercih ettim. Conan çevirilerinde Cimmeria yerine Kimmerya, Aquilonia yerine Akilonya yazılması gibi gibi…

Kitapta ışığı emip büyü yapan kişilere normalde “drafter” deniyor. Yani emici. Lâkin bu kelimeyi böyle çevirdiğimde, “Işık emici ışığı emdi,” gibi cümleler ortaya çıkıyordu. O nedenle bu noktada Aslı Dağlı ve Yaprak Onur’la Altın Kızlar’ı oluşturup (evet, ne var?) uygun bir kelime üstünde bayağı kafa patlattık. Karşılıklı sarf edilen birçok edepli sözcüğün ve sevgi dolu darbelerin ardından “ışıktar” kelimesinde karar kıldık. Alican’dan da onayı kapınca o şekilde devam ettim.

Kitapta Rekton Kasabası’nın valisine “Alcadesa” deniyordu. İspanyolcada kadın belediye başkanı anlamına geliyormuş. Bunun yerine de eski Türkçede yakın bir anlama gelen “Şehredâr” kelimesini kullanmayı uygun gördüm.

Romanın ilk bölümlerinde, İsabel adlı genç bir kızın isminin arada sırada “İsa” olarak kısaltıldığı yerler vardı. E hâliyle onları öyle kısaltamadım. “İsa, kızım!” gibi biz Türk okurların ister istemez gülmesine neden olan şeyler çıkıyordu çünkü ortaya. Tüm “İsa”lar sadece “İsabel” olarak yazıldı bu yüzden.

Kitabın geçtiği evrende din adamlarına “luxiat” deniyor. Lüksin (ışıktan elde edilen büyülü madde) kelimesinden türetilmiş bir isim bu. Burada hem “lüks” (lux) harflerini içeren hem de din adamı çağrışımı yapan bir şey bulmam gerekiyordu. Eh, imam ya da hoca ile alakalı olamayacağı açık (Lüks-İmam diye çevirdiğimi düşünsenize… Kafirlik!) Bayağı bir kafa yorduktan sonra en sonunda ilahiyatçıdan yola çıkarak “lüksiyatçı” şeklinde çevirmeye karar verdim bunu da. Beğenmeyenler Brent Weeks’i dava edebilirler…

Genç Kip romanın bir noktasında ışıktarlar hakkında bilgi edinirken bir grubun neden cezalandırıldığını öğrenmek için, “Peki onları neden bir çitin üstüne yatırıyorlar?” gibi bir soru soruyor. Aslında tam olarak böyle sormuyor da… Nasıl anlatsam şimdi bunu size? Yani öyle bir şey söylüyor ki “birine arkadan sahip olmak” manasına geliyor. Ama aslında kastettiği şey birini bir çitin üstüne yatırıp kıçına kemerle vurmak. Yazar burada bir kelime oyunu yapmış. Kip deyimleri karıştırıyormuş gibi göstermeye çalışmış. O nedenle sanki Kip “dizine yatırmak” deyimini “kucağa oturtmak” ile karıştırmış gibi gösterdim ben de. İlgili paragrafa da küçük bir cümle ekleyerek bu karışıklığı bir şekilde çözüverdim.

Işıktarlık dersleriyle ilgili bölümde, öğretmenin “irade”nin (will) öneminden bahsettiği noktada öğrencilerden biri (Bkz. kim olduğunu söylememek için takla atan çevirmen kişisi) “Who is this Will, and how do we stop him?” (Kimmiş bu Will ve onu nasıl durdurabiliriz?) şeklinde bir espri yapıyor. Yani will (irade) kelimesini Will ismiyle karıştırmış gibi yapıyor. Burada da irade-iade kelimelerinin benzerliğinden yola çıkarak, “Kiminmiş bu iade ve onu nasıl teslim edebiliriz?” şeklinde bir çeviriye gittim.

Son olarak sevgili editörüm Setenay Karaçay’ın hayat kurtaran dokunuşundan söz edeyim sizlere. Bir bölümde ışıktarlardan biri önündeki on seramiğe bakarak üzerlerinde yazılan görünmez harfleri okumaya çalışıyor. Ama bunu nasıl yapacağını bir türlü bulamıyor. En sonunda ne yapması gerektiğini akıl ettiğinde karşısına “Nicely done,” sözü çıkıyor. Ben bunu otomatik olarak “Bravo” olarak çevirmiştim. Halbuki burada çok önemli bir nokta var; on seramik olduğuna göre ortaya çıkan kelimenin on harften oluşması gerekiyor. Ama ben bunu atlamışıııııım… Valla ne yalan söyleyeyim, hiç aklıma da gelmedi hani. Neyse ki Setenay durumu şip diye görmüş, şak diye çözmüş. Nasıl mı? Bravo yerine “Aferin sana” yazarak. Kendisine buradan kocaman teşekkürler. Tabii Emre Aygün’e de öyle…

Bitirmeden önce kitaptaki, “Aferin, Kip”, “Evet, Lord Prizma” ya da “Ruthgralı’sın” gibi ibarelerdeki virgül ve kesme işaretlerinin bana ait olmadığını belirtmek isterim. Sonra bana, “Burada durmadan ahkam kesiyorsun, o virgül oraya konmaz diyorsun ama aynı şeyi sen de yapmışsın,” demeyiniz :)

Of, yoruldum yahu! 700 küsur sayfa olunca yazacak ve anlatacak şeyler de çok oluyor hâliyle. Buraya kadar okuma zahmetine katlananlar varsa hepinize teşekkür ederim. Ve umarım Kara Prizma’yı keyifle okursunuz. Darısı ikinci kitabın başına…

Not: Bu yazı ilk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.

15 Nisan 2019 Pazartesi

Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları | Kitap İnceleme

İthaki Yayınları, 2015
Çevirmen: Aslı Dağlı
Editör: Emre Aygün
Keyifle okunan, bir an bile sıkmayan, eğlenceli bir gençlik fantazyası.

Kitabımızın başkahramanı Jacob, büyükbabasının anlattığı tuhaf hikâyelerle büyüyen, sıradan bir çocuk. Ama çocukluk yıllarını geride bırakıp 16 yaşına geldiğinde kendisine anlatılan şeylerin aslında gerçek olmadığını, küçük bir çocuğu eğlendirmek için sıkılan palavralar olduğunu anlıyor. Ardından dedesiyle arası açılıveriyor. Ama günün birinde dedesi tıpkı hikâyelerinde anlattığı tuhaf bir "şey" tarafından öldürülünce aslında tüm o tuhaflıkların gerçek olabileceği fikri kafasına dank ediveriyor.

Böylece hem hakikati öğrenmek hem de büyükbabasının son nefesinde kendisine verdirdiği sözü tutmak için düşüyor yollara. Ve kendisini Bayan Peregrine ile Tuhaf Çocuklarıyla karşı karşıya buluveriyor.

Kitap bir bakıma Harry Potter'ın formülünü uyguluyor aslında. Sıradan bir çocuk. Tuhaf güçlere sahip çocuklarla dolu bir yetimhane. Hepsini koruyup gözeten bir öğretmen. Kaçınılması gereken gölge yaratıklar. Benzerlikler çok bariz. Bununla birlikte kendi ayakları üstünde durmayı ve kendi evrenini yaratmayı başarıyor yazar. Hikâyesini anlatmak için gerçek fotoğraflar kullanması da öyküsünün etkisini arttırıyor.

Açıkçası okurken hiç sıkılmadığım, acaba ne olacak diye her sayfayı merakla çevirdiğim bir kitap oldu. Hatta son bölümlerde heyecan dozu öyle bir artıyor ki satırları atlaya atlaya okumamak için kendimi zor tuttum. Tabii bunda Aslı Dağlı'nın çok başarılı ve akıcı çevirisinin de katkısı büyük.

Bakalım devam kitabında neler olacak?

13 Nisan 2019 Cumartesi

Çevirmenin Çemberi: Uzay Akımları

Asimov’la üç perdelik çeviri dansımızda sıra Uzay Akımları’na geldiğinde kafam pek yerinde değildi açıkçası. Bir daha başkalarının çevirilerine editörlük yapmayacağıma dair dizlerimin üstüne çöküp gök gürültüleri eşliğinde yumruklarımı havaya sallayarak ettiğim tüm yeminlere rağmen, yaşadığım maddi sıkıntılardan ötürü tükürdüğümü bir güzel yalamak zorunda kalmış ve Babür İmparatorluğu’yla ilgili tarihi bir romanın düzeltisine başlamıştım. Ama ne yazık ki düzeltmem gereken kitap hatalı çevirinin sınırlarını dikiş yerlerinden patlatırcasına zorladığından o iş maddi bir destekten çok ruhi bir kösteğe dönüştü.

O yüzden, en nihayetinde Uzay Akımları’na geçebildiğimde beynim hayli yorgundu. Delhi, Agra ve Semerkant civarlarında dolaşırken bir anda Trantor, Sirius ve Arcturus civarlarına ışınlanınca da hepten ambale oldum. Neyse ki kitap beklediğimden daha keyifliydi. Bir Asimov romanı çeviriyor olmanın verdiği kıvanç, romanı okurken aldığım keyifle birleşince ortaya gayet memnun kaldığım, güzel bir çeviri süreci çıktı.

Uzay Akımları (Currents Of Space), üçlemenin ilk kitabı olan Toz Gibi Yıldızlar’dan yaklaşık 6200 yıl sonra, 11129 yılında geçiyor. O nedenle iki roman arasında aynı evrende geçmeleri dışında hiçbir bağlantı yok. Bununla birlikte Trantor İmparatorluğu’nun artık kurulduğunu ve giderek yayılmaya başladığını görüyoruz. Bu da Biron Farrill ve arkadaşlarının başarılı olduğu izlenimini uyandırıyor bizde. Dünya gezegeni ise çok farklı ve enteresan bir konumda çıkıyor karşımıza. Ama kitabın sürprizlerini bozmamak için bunun ne olduğunu söylemeyeceğim.

Kitapta Florina adlı bir tarım gezegeni ile ona hükmeden Sark adlı egemen bir gezegen arasındaki ilişki anlatılıyor. Florina “kirt” denilen, çok özel bir bitkinin tüm galakside yetiştiği tek yer olma özelliğine sahip. Sark çok uzun yıllar önce burayı hâkimiyeti altına almış ve gezegenin halkını âdeta köle gibi çalıştırıyor. Galaksinin geri kalanıysa kirtten mahrum kalmamak adına Sark’ın yaptıklarına göz yumuyorlar.

Derken günün birinde Rik adındaki, yarım akıllı bir Florinalı birdenbire akli melekelerini geri kazanmaya başlıyor ve aslında başka bir gezegenden geldiğini, geçmişte başka biri olduğunu hatırlıyor. Daha da önemlisi Florina’nın yakında yok olacağı gibi çok elzem bir bilgiye de sahip kendisi. Böylece başına ne geldiğini araştırmak için koyuluyor yola. Ancak hiç hesaplamadığı şey hem Trantor casuslarının hem de Sark kuvvetlerinin onun peşine düşeceği… Polisiye-bilimkurgu tadındaki maceramız da bu şekilde başlamış oluyor.


Açıkçası, Uzay Akımları’nı çevirirken Toz Gibi Yıldızlar’da olduğu gibi beni öyle aman aman zorlayan bir şey olmadı. Asimov’un akıcı ve yalın üslubu sayesinde sıkıntılı başladığım çeviri süreci sayfalar ilerledikçe iyice hızlandı, sonlara doğruysa âdeta uçuşa geçti. Bununla birlikte arada sırada üstünde uzun uzun düşündüğüm ve başkalarıyla istişare ederek çözdüğüm şeyler de yok değildi.

Bunların en başında “Miakins” geliyor sanırım. Kitapta Fifelı Samia adında genç bir kadınla karşılaşıyoruz. Kendisi bir bölümde çocukluk anılarına dalıyor ve dadısıyla yaptığı bir konuşmayı hatırlıyor:
“Neden böyle parlıyor dadı?”
“Çünkü o kirt Miakins.”
‘Miakins mi? O da nereden çıktı şimdi? Bu kadının adı Samia değil miydi yahu?…’ diyerekten mavi ekran verdim ben de oracıkta. Acaba dedim soyadı mı? Öyle ya, yabancılar genellikle birbirlerine soyadlarıyla da hitap ediyorlar. Ama sayfaları karıştırdığımda kadının adının sadece “Fifelı Samia” olarak geçtiğini gördüm. Bunun üzerine “Denize düşen çevirmen Google’a sarılırmış,” atasözünden yola çıkarak interneti karıştırmaya başladım. Ama karşıma çıkan sonuç hüsrandı:
“Miskin mi demek istediniz?”
Google’ın bana aptal muamelesi yapmasına içerleyerek arama üstüne arama yaptım: Asimov Miakins, Samia Miakins, Currents of Space Miakins, Fife Miakins… Ama yok arkadaş, yok. Sonra, tam da ümidi kesmişken, “Ya acaba bir küçültme sıfatı falan mı? Hani Mehmet’e Memo deriz ya hani…” diye bir düşünce geçti aklımdan.

Derken bir “anne-bebek” sitesinde çocuğunun adını “Savannah” koymak isteyen ama bunun nasıl kısaltılacağından emin olamayan bir anne adayının yazdıklarıyla karşılaştım. Hamile ve çocuklu anneler bu ismin kısaltılıp kısaltılamayacağı konusunda hararetli bir tartışmaya girmişler. En sonunda da bir tanesi iyice kızıp, “Her isim kısaltılabilir. Benim kızımın adı Mia ama ona Miakins bile diyorlar,” demiş. Böylece dokuz doğurarak da olsa Miakins’in “Miacık” anlamına geldiğini ve Asimov’un bunu Samia için bir küçültme sıfatı babında kullandığını çözmüş oldum.

Bunun haricinde ilk kitapta olduğu gibi yine metinde bazı yazım hataları vardı. Mesela ikinci bölümde Myrlyn Terens karakteriyle ilk karşılaşmamızda soyadı “Tebens” olarak yazılmış. İleriki sayfalarda, “Looking I at the small code marks” diye bir cümle geçiyor. Ama ortadaki “I” kitabın başka baskısında yok. Daha da ilerilerde, “On, but really, don’t you see?” diye bir cümle daha var. Burada da “On” aslında “Oh” olacak. “It isn’t L Really!” şeklinde yazılan cümlenin doğrusu da “It isn’t I. Really!” elbette. Geçen kitaptan alışık olduğumdan, “Asimov yazım hatası mı yaparmış yahu?” şokunu bu kez yaşamadım neyse ki.


Kitabın en enteresan özelliklerinden biri pek çok icadı yarım asırdan uzun bir süre önce öngören Asimov’un burada da görüntülü konferanslardan bahsetmesi sanırım. Kitapta bunu sağlayan araca “trimensic” deniyor. Three Dimensional Screen’in, yani üç boyutlu ekranın bir nevi kısaltması… Bunu nasıl çevireyim diye düşünürken önce Asimov’un izinden gidip onunla aynı yöntemi kullanayım dedim, ortaya “üçbokran” çıktı :) O noktada çok mantıklı ve aklı başında bir tutum sergileyerek bu kelimenin pek de iyi durmadığına karar verdim… Ardından anlama değil de fonetiğe önem vererek, kelimenin sonuna küçük bir eklentiyle “trimensik ekran” olarak çevirdim bunu.

Kitapta yer alan bir başka icat da communie-tube olarak geçen ve insanların birbirleriyle haberleşmek için kullandıkları, hem telefon gibi olan hem de olmayan bir boruydu. Buna ne desem, nasıl çevirsem, ne yapsam da “haberleşme borusu” yazmasam diye (oturduğum yerde) kırk takla attım fakat bir türlü işin içinden çıkamadım. Sonunda “Acaba viziekran, kitap-film gibi Vakıf’ta geçen bir şey mi bu? Daha önce de çevrilmiş olabilir mi?” diyerekten diğer kitapları karıştırdım. Orada da bulamayınca editörüm Ömer Ezer’e mesaj attım. Hani derler ya, bazen en iyi çözüm en basit olandır diye. “Abi biz buna ileti-tüpü diyelim bence. İletişim tüpünün kısaltması olsun,” şeklinde bir dönüş yaptı Ömer. O anda kafamda ding! diye bir ampul yandı. Bir yandan da ben bunu nasıl düşünemedim diye hayıflandım tabii. Ömer’e buradan tekrar teşekkürler.

Son olarak kitabın düzelti aşamasında çevirmeyi unuttuğum bir paragrafı yakalayan ve beni büyük bir mahcubiyetten kurtaran sevgili Setenay Karaçay’a da buradan kocaman bir teşekkürler. İyi ki gördün, iyi ki kitabın düzeltisini sen yaptın Settie…

Böylelikle bir kitabın çeviri macerasının daha sonuna geldik dostlar. Darısı üçlemenin son kitabı olan Gökteki Çakıl’a…

Not: İlk önce Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.

30 Mart 2019 Cumartesi

Yeni Çeviri: Gökteki Çakıl Taşı - Isaac Asimov

Isaac Asimov'un Galaktik İmparatorluk üçlemesinin son kitabı "Gökteki Çakıl Taşı" (Pebble In The Sky) için yaptığım çeviri 5 Nisan'da görücüye çıkıyor.

Aslında kendisi Asimov'un kariyeri boyunca yazdığı ilk kitap. Üstat o güne dek sadece kısa bilimkurgu hikâyeleri kaleme alıyormuş. Gökteki Çakıl Taşı ile ilk romanını yayımlamış. Böylece Vakıf ve Robot serilerine giden yolda da ilk adımı atmış aslında.

Bununla birlikte kitapta anlatılan olaylar kronolojik açıdan üçlemenin ilk iki cildi olan Toz Gibi Yıldızlar ve Uzay Akımları'ndan sonra geçiyor. Bu sefer Trantor İmparatorluğu'nun en görkemli yıllarındayız. Dünya ise galaksideki diğer gezegenler tarafından küçümsenen, değersiz görülen bir yer. Sadece gökteki bir çakıl taşı...

1949 yılının Amerikasında yaşayan Joseph Scwartz beklenmedik bir olay sonucunda işte kendini tam olarak bu gelecekte, bu istenmeyen gezegende buluveriyor. Ne dillerini ne âdetlerini anlayabildiği bu gezegenden kaçmak, evine dönmek için çabalayan Scwartz'ı ve bizleri tahmin edemeyeceğimiz bir macera bekliyor sonrasında.

Editörlüğünü sevgili Ömer Ezer'in üstlendiği kitap 5 Nisan'da raflardaki yerini alacak. Bu ayrıca Asimov'la olan üç perdelik, çok özel dansımın da sonuna geldiğim anlamına geliyor. Böylesine büyük bir ustanın kitaplarını çevirmek benim için gerçekten ama gerçekten de tarif edilmez bir onur ve mutluluktu. Bana bu fırsatı sundukları için sevgili Alican Saygı Ortanca'ya ve İthaki Yayınları ailesine teşekkürü borç bilirim.

Keyifli okumalar...


27 Şubat 2019 Çarşamba

Kafa İzni

Ne zamandır elimdeki çeviri düzeltisini bitirebilmek için bütün gece çalışıyor, sabah 5-6 gibi yatıyordum. Ertesi gün de 12 gibi kalkıp kaldığım yerden çalışmaya devam ediyordum (Çünkü yaşasın evden çalışmak, oleeey...) Neyse efendim, geçen pazar gecikmeli de olsa nihayet düzeltiyi bitirip yayınevine yolladım, sonrasında da birkaç gün kafa izni yapayım dedim. Sen misin bunu diyen?

İlk işim uyku saatlerimi bir düzene sokmaya çalışmaktı. Böylece bu sabah kargalar kahvaltılarını etmeden fırladım yataktan. Dedim madem yeni bir gün, yeni bir başlangıç, o zaman yepisyeni kıyafetler de giyeyim tam olsun. Böylece dolabımın kapağını açıp yeni bir kazak ve pantolon aramaya koyuldum.

Tam o sırada tepemden GACIRT! diye bir ses gelmesin mi? "Neler oluyor?" diye yukarı bakmamla birlikte dolabın üst kapağının yerinden çıktığını ve kafama doğru düşmekte olduğunu âdeta kayalar tarafından ezilmek üzere olan Coyote edasıyla izledim...

O kapağın köşesi önce sol kaşıma KÜT! diye inmez mi? Ben "Yandım Allah!" demeye kalmadan oradan da sol dizime çarpmaz mı? Çarptı vallahi... Gözümü mü tutayım, dizimi mi kavrayayım derken kıç üstü yere düşüverdim üstüne. Hem kaşım şişti, hem dizim tabii. İkisi de balon gibi oldu.

Şimdi yatakta iki seksen uzanarak "kafa izni" yapıyorum...

Bu hikâyeden çıkarılacak ders: Erken kalkmayın, uyuyun.

22 Şubat 2019 Cuma

Yeni Çeviri: Kara Prizma - Brent Weeks

Editörüme, "Yetti artık bilimkurgu çevirdiğim! Fantastik yok mu fantastik?" diye çemkirmem sonucunda masama gökten güm! diye düşen ve "Allah belamı verdi" dedirtecek bir kalınlığa, 728 sayfaya sahip bir epik fantazya romanı Kara Prizma... Ve kendisi bugün itibariyle raflardaki yerini alarak Türk okurlarla buluştu.

Brent Weeks ülkemizde çok tanınmasa da yurt dışında hayli popüler bir yazar. Bu kitabında da Brandon Sanderson'ın izinden giderek tamamen özgün bir dünya ve orijinal bir büyü sistemi yaratmış. Kara Prizma'da büyü ışığın tayfları kullanılarak yapılıyor ve her rengin farklı farklı özellikleri, farklı farklı güçleri var. Herkes her rengi kullanamıyor. Hepsini kullanabilense sadece tek bir kişi var: Prizma, yani kitabımızın kahramanı.

Yazar her renk için ayrı ayrı kurallar ve özellikler tasarlamış. Sonra da bunları kitabın arkasında detaylı ekler olarak açıklamış. Bunun yanı sıra her karakterin bir geçmişinin olması ve yıllar önce yaşanan büyük bir savaşta kiminin müttefik kiminin düşman olması ancak kitapta geçen olaylarda, yıllar sonra tekrar karşılaşmaları onlara derinlik katıyor.

Kitap üç karakterin bakış açısından anlatılıyor. Bu diyarlardaki en büyük ışıktar (ışık kullanıcısı) olan Prizma Gavin Guile; yetenekli bir Kara Muhafız olan Karris Beyazmeşe ve öksüz Kip. Gavin'in bölümlerini çok sevdim, Karris'in bölümlerinde kararsız kaldım, Kip'e ise bol bol sövdüm :)

Aslında bu kitabı çevireli bayağı oldu; 2017 yılında, yaklaşık beş aylık bir süreç içerisinde çevirmiştim. Ama çok kalın olduğundan editörlük ve düzelti süreci de uzun sürdü elbette. Romanı önceki çevirimde olduğu gibi sevgili Setenay Karaçay yayına hazırladı ve birkaç yanlışımı ve eksiğimi düzelterek en kocamanından şükranlarımı kazandı. Editörlüğünüyse sevgili Emre Aygün yaptı.

Işıkyaratan Serisi toplamda beş kitaptan oluşuyor. Yurt dışında şimdilik ilk dördü yayınlanmış, beşincinin de bu sene çıkması bekleniyor. İnşallah keyifle okursunuz ve geri kalan kitapları da çevirmek kısmet olur...

20 Şubat 2019 Çarşamba

Aradığınız zihne şu an ulaşılamıyor

Durum: Dün gece geç saatlere kadar çalışan çevirmen kişisi, sabah kalkıp giyindikten sonra bir elinde cep telefonu öbür elinde de çoraplarıyla çalışma odasına gider. Uykulu gözlerle telefonu masaya, çorapları da yere atar.

Sandalyesine çöker ve gelen mesaj var mı diye telefona bakmaya karar verir. El yordamıyla çalışma masasının üstündeki telefonun sert hatlarını arar ama onun yerine eline bir çift yumuşak, hafif tüylü kumaş gelir. Gözlerini zar zor açtığında çoraplarının masanın üstünde durduğunu görür...

Soru: Çevirmen kişisinin telefonu nerededir? :(

A) Yerde
B) Yerde
C) Yerde
D) Hepsi

24 Ocak 2019 Perşembe

Sıradaki parça...

90'larda çocuk olmanın laneti mi dersiniz, ayrıcalığı mı dersiniz ama çoğumuzun mustarip olduğu bir gerçek var: Kral TV. Okul kantinine girerdik, Kral TV çalardı. Serviste Kral TV, evde Kral TV, hafta sonları Kral Pop 10... O şarkılar beynimize işlemiş resmen. Sonra ne oluyor? Ufacık bir cümle, bir söz vs duyunca başlıyor kafamızda bir şarkı çalmaya...

Adamın biri "Bu gece uzun olacak" diyor, Hülya Avşar kafamın içinde "Besbelliiiiiiii biliyoruuuuuuuum," diye tamamlıyor. Biri "Gitme," diyor, Nazan Öncel, "Gitme kaaaaal bu şehirdeeeeEEEğ," diye devam ediyor. "Vazgeçtim," dendiğinde Sezen Aksu'nun "eeeellerindeeeen," diyen sesi kulaklarımda yankılanıyor. Annem "Yine başım dönüyor," deyince endişelenmem gerekirken ilk kasetini çıkaran Reyhan Karaca mutluluğuyla "garip halleeeerde, neden koşarsın hala boş hayalleeeerde!" diye dans edesim geliyor. Ve daha bir sürü şey (Canım mısın sen, benim misin sen...)

Yalnız olmadığımı söyleyin bana. Yoksa deli miyim ben? (Şaparım bilirsin!)

18 Ocak 2019 Cuma

Yeni Çeviri: Uzay Akımları - Isaac Asimov

Üstat Isaac Asimov'un Galaktik İmparatorluk Üçlemesi kapsamında çevirdiğim kitaplardan ikincisi olan Uzay Akımları (Currents Of Space) bugün itibariyle İthaki Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı.

Roman, Toz Gibi Yıldızlar'ın (Stars Like Dust) ardından serinin ikinci kitabı olarak geçse de aslında aralarında çok fazla bir bağlantı yok. Çünkü Uzay Akımları ilk kitaptan yaklaşık 6000 yıl sonra geçiyor. Bu kez Florina adlı bir tarım gezegenindeyiz. "Kirt" adında, galaksideki en değerli maddelerden birini üretmelerine rağmen Sark gezegeni tarafından sömürülüp neredeyse köleleştirildikleri için fakir bir halk Florinalılar.

Bu esnada Vakıf'ta sık sık bahsi geçen Trantor İmparatorluğu artık kurulmuş ve galaksideki hâkimiyetini iyice sağlamlaştırmıştır. Dünya ise çok uzaklardaki önemsiz bir gezegen olarak bilinmektedir sadece.

Derken Florina'da yaşayan, Rik adındaki bir yarım-akıllı ansızın geçmişte kendisine verilen çok önemli bir mesajı hatırlar: Florina'daki herkes ölecektir. Böylece Sarklı Toprak Efendileri ve Trantor İmparatorluğu'nun casusları Rik’in peşine düşer ve olaylar başlar.

Açıkçası, Uzay Akımları'nı hem çevirirken hem de okurken Toz Gibi Yıldızlar'dan daha çok keyif aldım. Kitap bir bilimkurgudan ziyade başarılı bir dedektiflik romanı havasında ilerliyor. Ama içerisinde bir sürü ilginç Asimov icadı var tabii. Asimov'un görüntülü konferansları taa o zamandan öngörmesi de dikkatlerden kaçmıyor.

Kitabın son okumasını sevgili Setenay Karaçay, editörlüğünü de Ömer Ezer yaptı. İkisine de buradan çok teşekkür ediyorum. Özellikle Setenay yanlışlıkla çevirmeden geçtiğim bir-iki satırı gözümün içine içine sokarak bana büyük bir iyilik yaptı. Ömer de "communie-tube" (iletişim borusu) icadı için "ileti-tüpü" önerisinde bulunarak harika bir dokunuşta bulundu.

Şimdi sıra üçüncü kitap olan Pebble In The Sky'da. Keyifli okumalar...