30 Kasım 2019 Cumartesi

Yeni Paris’in Son Günleri | Kitap İnceleme


China Miéville için son on yılın en yaratıcı fantastik ve bilimkurgu yazarlarından biri demek kesinlikle yanlış olmaz. Genç yaşında Arthur C. Clarke gibi prestijli bir ödülü üç kez, Locus Ödülü’nüyse tam dört kez kazanma başarısı gösteren İngiliz yazar, son derece uç noktalarda gezen hayal gücü ve orijinal kurgularıyla dikkat çekiyor. Yayımlattığı son kısa romanı Yeni Paris’in Son Günleri de yazarın bu özelliğini ziyadesiyle yansıtıyor.

Yurt dışında 2016 yılında basılan kitap bizleri İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Paris’e götürüyor. Ama bildiğimiz tarihin dışına çıkıp, alternatif bir zaman dilimi resmediyor sayfalarında. Bu yeni gerçeklikte tüm sürrealist eserler hayat bulmuş ve Paris’in sokaklarında cirit atmaya başlamıştır. Şehir halkıysa bir yandan işgalci Nazilerle savaşırken diğer yandan da sağı solu belli olmayan bu tuhaf yaratıklarla bir arada yaşamak zorunda kalmıştır. Sadece bununla kalsa iyi, Nazilerin okült bilimlere olan tutkusu Cehennem ordularını da şehre çekmiş, işleri iyice çorba hâline getirmiştir. İşte bu karmaşada La Main à Plume’dan, yani sürrealist direnişçilerden biri olan Thibaut adındaki genç bir adamın başından geçenleri okuyoruz Yeni Paris’in Son Günleri kitabında.

S-Patlaması

Yeni Paris’in Son Günleri adına S-Patlaması denen, gizemli bir olay sonucunda şehirdeki tüm sürrealist eserlerin hayat bulması etrafına kurulu bir roman. Olay yaşandığı sırada Paris hâlihazırda Nazi işgali altındadır. Hitler’in askerleri tüm sokakları, tüm mahalleleri kontrol etmekte ve yerel halkı demir yumruğunun altında ezmektedir. Derken kaynağı bilinmeyen o esrarengiz patlama gerçekleşir ve sürrealizmle yakından uzaktan alakası olan her ne varsa – tablolar, heykeller, karakalem resimler, biblolar, şiirler ve daha nicesi – açıklanamaz bir şekilde hayat bulur. Böylece Paris’in kisvesi ve şehirdeki güç dengeleri sonsuza dek değişir.

Paris halkı bu sürrealist canlılara manif adını verir. Manifler doğaları gereği karmaşık canlılar. Bizim dilimizi konuşamıyorlar, insanlarla da iyi geçindikleri söylenemez. Daha çok neden orada olduklarını anlamlandırmaya, ait olmadıkları bir dünyada var olmaya çalışıyormuş gibi bir hâlleri var. Bunu tam olarak başaramadıkları için de her şeyi yakıp yıkıyor, hatta Fransız ya da Alman farkı gözetmeksizin karşılaştıkları tüm insanları öldürüyorlar. Bu durum Nazilerin şehri bütünüyle kontrol altına almasına engel oluyor elbette ama Fransız direnişçilerin de manifleri tam anlamıyla bir müttefik olarak göremedikleri, hatta onlardan korktukları da bir gerçek.

Üstüne, Hitler’in kara güneş efsanesine ve okült güçlere karşı duyduğu tutku da işin içine giriyor. Karanlık sanatları kullanarak zaferlerini kesinleştirmek isteyen Naziler bir şekilde Cehennem güçleriyle anlaşma sağlıyor ve envai çeşit iblisi Paris sokaklarına salıveriyor. İblisler ve manifler birbirlerinden ölesiye nefret ediyor ve bu iki ırkın üyeleri bir sokakta karşılaştığında tam manasıyla kan gövdeyi götürüyor.

Ne ilginçtir ki, ya gençliğinde sürrealizmin sıkı bir savunucusu olduğundan ya da tamamen bilinmeyen bir sebepten dolayı, kahramanımız Thibaut ile manifler arasında sıra dışı bir ilişki mevcuttur. Normalde karşılarına çıkan her şeyi ezip geçen bu gerçeküstü varlıklar Thibaut ile karşılaştıklarında şöyle bir duraksıyor, afallıyorlar. Hatta içlerinden bazıları ona zarar vermeye yönelik herhangi bir harekette bile bulunmuyor. Thibaut bu alışılmadık özelliği sayesinde direnişçiler arasında kendisine sağlam bir yer ediniyor.

Kahramanımız hem şehrine hem de yoldaşlarına son derece bağlı biri olarak resmediliyor. Ancak günün birinde (kitabın hemen başında) hiç tanımadığı bir kadın kollarında can verirken genç adamın eline bir iskambil kartı tutuşturuyor ve son nefesinde onu yaklaşan bir tehlikeye karşı bölük pörçük uyarıyor. Ne yapacağını şaşıran Thibaut, anlamlandıramadığı bir içgüdüyle kartı yoldaşlardan saklıyor. Sonrasında da ölen kadının sözlerinin arkasında yatan anlamı çözmek için düşüyor yollara. İşte bu yolculuğu sırasında Sam adındaki kadın bir Amerikalı gazeteciyle kesişiyor yolları. Sam ona bir kitap yazmak için burada olduğunu, bu uğurda Paris’in fotoğraflarını çektiğini ve burada yaşananları tüm dünyaya göstermek istediğini söylüyor. Thibaut kadına pek güvenmese de şehrinde yaşanan bu tuhaf ötesi olayların bir kitapla ölümsüzleştirilmesi fikri aklını fena hâlde çeliyor. O noktadan sonra maceramız hiç beklenmedik, şaşırtıcı yönlere doğru yelken açıyor.

Kitapta Thibaut ile Sam’in başından geçenlerin yanı sıra, 1941 yılında (yani 9 sene önce) yaşananları konu alan bazı ara bölümler de var. Bu kısımlarda Varian Fry (binlerce Nazi karşıtı ve Yahudi mülteciyi soykırımdan kurtaran ünlü Amerikalı gazeteci) ile meşhur roket bilimcisi Jack Parsons’ın (kendisi aynı zamanda okült ustası Aleister Crowley’in bir öğrencisi olur) buluşması anlatılıyor. Bu iki tarihi kişilik arasında geçen olaylar dönemin ünlü sürrealistlerine dek uzanıyor. Evet, bu kısacık romana iki farklı zaman dilimi sıkıştırmayı başarmış Mieville…

Muazzam Bir Detaycılık, Heba Olan Bir Anlatı

China Mieville bu kitabı için insanüstü denebilecek bir araştırma yapmış ve aklınıza gelebilecek her tür sürrealist esere ve sanatçıya öyle ya da böyle eserinde yer vermiş. Romandaki gerçeküstü canlıların, eşyaların ya da mekânların hiçbiri kafadan uydurma değil. Her betimleme, her yaratık gerçek bir sürrealist esere dayandırılarak yapılmış. Bir caddeden mi bahsediliyor? Bilin ki o tablo bizim dünyamızda gerçekten de resmedilmiş. Tuhaf ötesi bir yaratık mı anlatılıyor? Aslında falanca şairin filanca şiirine gönderme yapıyor… gibi gibi.

Kitapta kendilerine büyük bir yer edinen bu sürrelist eserler – manifler – çok çeşitli şeyler olabiliyorlar. Bunlardan bazıları canlı ve hareket edebiliyor, fantastik canavarlar misali şehirde hayatta kalmaya çalışıyorlar: Kurt köpeği gibi davranan ahşap masa sürüleri, vücudunun alt yarısı motosiklet olan bir kadın, on bacaklı devasa örümcekler… Bazılarıysa cansız, mimari nesneler olarak çıkıyor karşımıza: Sadece havada süzülen üst kısmından ibaret olan Eiffel Kulesi ya da içi idrar dolu, dev bir pisuara dönüşen Zafer Takı (Arc de Triomphe) bunlara verilebilecek güzel örneklerden.

Bitmedi… Altında durduğunuzda gündüzü geceye çeviren sokak lambaları, tepelerinden geçen uçakları kapan devasa çiçekler, tüm şehri imkânsız yollarla dolaşan bir tren gibi Paris sokaklarını değiştiren, başlı başına bir sürrealist tabloya çeviren bir sürü şey var kitapta. Ve burada verdiğim örnekler kitapta bahsedilen onlarca akıl almaz tezahürün çok ama çok küçük bir kısmı. Öyle ki neredeyse her sayfada yeni bir acayiplikle karşılaşıyor, bir yandan hayrete kapılırken diğer yandan da okuduklarınıza bir anlam vermeye çalışıyorsunuz.

Mieville bununla da sınırlı kalmayıp kitabın sonunda hangi manifin hangi esere bir gönderme olduğunu açıkladığı, detaylı bir ek de yazmış. İnsan yazarın gösterdiği bu muazzam detaycılığa saygı duymadan edemiyor gerçekten. Ama bu durum aynı zamanda hatırı sayılır bir kafa karışıklığına da neden oluyor. Kitabı okurken sık sık ne anlatıldığını anlayabilmek için bu eke başvurma zorunluluğu hissediyorsunuz. Bu da okuma hızınızı büyük oranda düşürüyor. En güzeli hiç bakmamak, kitap bittikten sonra okumak buraları…

Öte yandan bizler bugüne dek pek çok fantastik ve bilimkurgu eseri okumuş, birbirinden tuhaf mekân ve canlıların kelimelerle tasvir edilişine şahit olmuş insanlarız. O zaman Mieville’in anlattığı bu acayip canavarları ve mimari yapıları gözümüzün önünde canlandırmak çok da sorun olmamalı, değil mi? Ama işte tam bu noktada kitabın en büyük hayal kırıklığı devreye giriyor: çeviri sorunları.

Çeviri ve Editörlük

Eğri oturup doğru konuşalım, Yeni Paris’in Son Günleri çevrilmesi zor bir eser. Bir kere olaylar Fransa’da geçtiği için başta mekân ve sokak isimleri olmak üzere metinde pek çok Fransızca kelime var. Bunlara sürrealist akımın önde giden sanatçıları, bu akımla ilgili kavramlar ve manifestolar falan da eklenince kafanız zaten şöyle bir karışıyor. Üstüne sürrealizmden birebir esinlenilerek kaleme alınan yaratıklar ve betimlemeler girince çevirinin zorluk derecesi de otomatikman artıyor. Ve ne yazık ki çevirmen ve editör bu zorluğun altından kalkamamış. Ortaya da kitabın hakkını veremeyen, üzücü bir çalışma çıkmış maalesef. Kitaptan bir örnekle açıklamaya çalışayım:
“Kulak tırmalayan bir feryat caddeyi dolduruyor. Thibaut aniden vazgeçip bir sütun kalıntısının arkasına sığınıyor, silah doğruluyor. Savaş ona nasıl çok kıpırtısız durulacağını öğretti.”
Şimdi Thibaut burada neyden vazgeçiyor diye merak edebilirsiniz. Ayrıca o silah kimin, kendi kendine mi doğruluyor, ne oluyor diye de sorabilirsiniz. Sormalısınız da. Çünkü buradaki cümlenin aslı şöyle: “A howl fills the streets. Instantly Thibaut drops, takes cover behind the stub of a pillar, weapon raised. War has taught him how to be very still.” Yani Thibaut’nun bir şeyden falan vazgeçtiği yok, adam kendini yere atıyor. Doğrulan silah da ona ait. Bu cümlenin çevirisi aslında şöyle olmalıydı:
“Caddeyi bir feryat dolduruyor. Thibaut kendini çabucak yere atıp, silahını doğrultmuş bir vaziyette bir sütun kalıntısının arkasına siper alıyor. Savaş sayesinde nasıl bütünüyle hareketsiz kalabileceğini biliyor.”
Ek olarak, sürrealist bir betimlemeyle karşılaştığınızda çevirinin yetersizliği nedeniyle yazarın neden bahsettiğini çoğu zaman anlamıyorsunuz. Dolayısıyla da anlatılan şeyi gözünüzün önünde canlandırma şansınız da neredeyse ortadan kalkıyor. Mesela kitabın henüz 25. sayfasında şu cümlelerle karşılaşıyoruz:
“Dev ayçiçekleri her yerde kök salmış ve ayakaltındaki otlar patlama zamanına kadar mevcut olmayan bitkilerle beneklenmiş: gürültü çıkaran bitkilerle; hareket eden bitkilerle. Âşıkların çiçekleri, eliptik gözlerden yaprakları ve Thibaut temkinli bir şekilde geçerken, sallanarak onu izleyen, sapları olan yukarı doğrulmuş yılanların ağızlarında demet haline gelmiş, dönüşümlü olarak atan çizgi kalpleri.”
Bu cümlelerle ne anlatılmaya çalışıldığını anlamak çok zor gördüğünüz gibi. Bunun çevirisi de yaklaşık olarak şöyle olmalıydı:
“Dört bir yanı dev ayçiçekleri bürümüş ve zemini kaplayan çimenlerin arasında S-Patlaması’ndan önce var olmayan bitkiler var: ses çıkaran, hareket eden bitkiler. Göğe doğru yükselen yılan biçimli saplarının ağzındaki oval gözlerden ve nabız gibi atan, karikatürize kalplerden ibaret taç yapraklarıyla yanlarından dikkatle geçen Thibaut’yu izleyen, salınan âşık çiçekleri.”
Çevirinin aşırı derecede motomot (kelimesi kelimesine) yapılmış olması da bir başka büyük sıkıntı. Çoğu yerde bizim dilimizde farklı bir şekilde anlatılması gereken şeyler aynen bırakılmış, bu da ortaya çok eğreti cümlelerin çıkmasına sebep olmuş. Örneğin:
“Thibaut kendi külüstür tüfeğini getirip ateş ederken askerin kaşları çatılıyor ve tabii ki ıska geçiyor, adam aptal ve yavaş, onu hâlâ seyrederken Thibaut tüfeğini yeniden doldurup yine ateş ediyor, bu kez disponibilité ve onu yere seriyor.”
Bu cümle “motomot çeviri nedir, neden yapılmamalıdır” konusu için ders olarak okutulacak nitelikte. İngilizcesi olanlar daha iyi anlayabilsin diye paragrafın aslını da buraya koyuyorum:

“The soldier frowns as Thibaut brings his own rickety old rifle up and shoots and misses of course and reloads while the man still watches, stupid and slow, and Thibaut fires again, this time with disponibilité, and puts him down.”

Yazarın kelimelerine baktığımızda Thibaut’nun tüfeğini “getirmediğini,” bilakis “doğrulttuğunu” açıkça görebiliyoruz. Öte yandan kelimesi kelimesine çeviride “getirmek” bring’in tam karşılığı oluyor elbette. Ayrıca çevirmen, “kaşlarını çatan askeri” ilk kısmın sonuna aldığından orada ıskalayan kişi Thibaut değil de askermiş gibi bir anlam ortaya çıkıyor. O nedenle onu asıl yerinde, en başta bırakmak daha sağlıklı olurmuş. Cümlenin devamını bölmek ve ayrı olarak yazmak (her ne kadar tercih ettiğim bir şey olmasa da) burada daha anlaşılır bir sonuç verecektir. Kısacası çevirisi şöyle olmalıydı:
“Asker kaşlarını çatarken Thibaut külüstür tüfeğini kaldırıp ateş ediyor ama tabii ki ıskalıyor. Aptal ve yavaş biri olan adam hâlâ kendisine bakarken Thibaut tüfeğini doldurup tekrar, bu kez disponibilité ile (buraya bir çevirmenin notu eklenebilir) ateş ederek onu vuruyor.”
Başka bir paragrafta bir Alman savaş uçağını havada kapan, canavar bir bitkiyle karşılaşıyoruz. Cümlenin kitaptaki çevirisi şöyle:
“Messerschmitt’i ele geçiren bahçe uçak tuzaklarından daha kötü şeyler de var.”
Bu cümlede “bahçe uçak tuzağı” olarak anlatılan şeyin İngilizce metindeki aslı “garden airplane traps.” Kelimesi kelimesine bakıldığında çeviri doğru. Ancak sözcüklerin yerindeki ufak bir değişiklik ve küçük bir dokunuşla çok daha anlaşılır kılınabilirmiş:
“Messerschmitt’i ele geçiren uçak kapan bahçelerden çok daha kötü şeyler de var.”

Ek olarak, (şimdiye dek verdiğim örneklerden de fark edebileceğiniz üzere) kitabın orijinal dili geniş zaman kipiyle yazılmış. Yani kahramanımızın o anda yaşadığı şeyler, “Thibaut başını kaldırıyor. Thibaut ufka bakıyor,” şeklinde kaleme alınmış. Daha önceden yaşanmış olaylar içinse –di’li geçmiş zaman kullanılmış. Çevirmen de bu zaman kiplerini olduğu gibi bırakmış. Ama gelin görün ki bazı yerlerde kafası karışarak bu zaman kiplerini yanlış kullanmış. Dolayısıyla da olup olmadık yerlerde bir geniş zaman kipine, bir –di’li geçmiş zaman kipine geçiş yapan cümleler çıkmış karşımıza. Bu durum –miş’li geçmişle anlatılan kısımlara da yansımış maalesef.

Son olarak, Fry ve Parsons’ın ilk kez karşılaştığı sahnede, yani kitapta anlatılan olaylardan dokuz yıl öncesini anlatan bölümlerde, iki adam bir fırının duvarında şöyle bir tabelayla karşılaşıyorlar: “Entreprise Française.” Birkaç paragraf sonraysa şöyle bir diyalog yaşanıyor:
“‘Fransız İşi mi?’” dedi. “O ilanda yazan şeyin söylediği bu, öyle değil mi? Başka ne olabilir ki?”
 “O seni bunun bir Yahudi işi olmadığı konusunda bilgilendiriyor,” dedi Fry.
İşte bu nokta artık pes edip kitabı bir köşeye fırlattığım ve devamını İngilizce olarak okuduğum yer oldu. Neden derseniz, burada enterprise’dan kasıt “iş” değil, “şirket.” İlanda (ilan da değil ya, neyse; tabelaydı aslında) belirtilen şey o fırının bir Fransız işletmesi olduğu, Yahudi değil… Nazilerin soykırım hareketinden kendilerini korumak isteyen Fransız işletmecilerin dükkânlarına astığı bir şey yani…
“‘Fransız İşletmesi’ mi?” dedi. “Orada yazan şey bu, değil mi? İyi de başka ne olabilir ki zaten?”
“O tabela seni buranın bir Yahudi işletmesi olmadığı konusunda bilgilendiriyor,” dedi Fry.
Uzun lafın kısası Yeni Paris’in Son Günleri kitabının çevirisi bende büyük hayal kırıklığı yarattı. Daha önce Yordam’dan çıkan birkaç Mieville kitabı okumuş ama hiç böyle bir sorunla karşılaşmamıştım. Hatta yayınevini bu konuda takdir bile etmiştim. O yüzden iki kere kötü bir sürpriz oldu bu benim için. Açıkçası hiç beklemiyordum.

Tabii bu noktada kitabın oldukça zor bir metin olduğunu tekrar hatırlatmakta fayda var. İngilizcesinden okurken bol bol takıldığım, hatta bir sözlüğe veya Google’a başvurmak zorunda kaldığım yerler oldu. Ayrıca Mieville de zorlayıcı bir üslup kullanmış. Çevirmenin zorlanması gayet doğal… O yüzden kendisine çok fazla yüklenmek istemiyorum. Ama bu noktada devreye editörün girmesi ve kendisine gereken desteği vermesi gerekirdi. Fakat o da bunu yapamamış maalesef. Sonuç olarak da ortaya üzücü bir çalışma çıkmış. Yayınevi bu kitabı bu haliyle basmamalı, bir elden geçirmeliymiş kanımca.

Özetle kendisi güzel ama çevirisi kötü bir kitap var karşımızda. Orijinal dilinden okuma şansınız varsa Yeni Paris’in Son Günleri kitabına bir fırsat verebilirsiniz. Türkçesi içinse gözden geçirilmiş, yeni bir baskısını beklemenizi tavsiye ederim.

Not: Bu inceleme ilk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.

0 comments: