Bilim-Kurgu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilim-Kurgu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ocak 2011 Çarşamba

Sevgili Noel Baba

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Kuzey kutbunun gözlerden uzak bir köşesinde, kimsenin varlığını dahi bilmediği sessiz bir vadide ufacık bir kulübe vardı. Ahşap yapı dışarıdan oldukça küçük görünse de içeriden bakıldığında neredeyse güney topraklarındaki, taştan tahtlarında oturan soylu kralların sarayları kadar genişti. Evin hiç ziyaretçisi yoktu haliyle. Ama eğer olsaydı kapıdan girer girmez kocaman bir salon karşılardı onları. Bu salon boydan boya uzun masalarla donatılmıştı ve her masada yeşil kıyafetler giyen, sivri kulaklara sahip bir sürü minik elf oturuyordu. Bir yandan şarkı söylerken bir yandan da neşeyle çalışmaktaydı elfler. Bazıları çeşit çeşit oyuncak imal ederken bazıları da paketleme işleriyle meşguldü. Geri kalan elfler ise paketlenen hediyeleri büyükçe bir kızağa yüklemeye çalışıyorlardı. Tam salonun ortasında erimeyen bir kardan adam ellerini kollarını sallayarak ve hafifçe sağa sola salınarak Bobby Helms’ten ‘Jingle Bell Rock’ şarkısını söylüyordu.

Masaların arasından çıkıp yüksek tavana kadar uzanan pek çok ahşap sütun vardı salonda. Oda bu sütunların etrafında uçuşan kimisi kırmızı, kimisi yeşil, kimisi ise mavi renkteki ateş böceklerinin ışıklarıyla aydınlanıyordu. Tavandan sallanan çeşit çeşit yılbaşı fenerlerinin ışığı ateş böceklerininkine karışıyor ve odanın renginin sürekli değişmesine yol açıyordu.

Tüm bu hengâmenin biraz ötesinde, yarı kapalı bir kapının ardından hafif bir mum ışığı dışarı süzmekteydi. Odanın içerisinde ise ak sakallı, kırmızı yanaklı, üç tonton ihtiyar önlerindeki mektupları okumakla meşguldüler. Her biri kendisine ait çalışma masalarında oturuyordu ve tüm masalar odanın ortasına, dolayısıyla birbirlerine bakacak şekilde dizilmişti.

“Şu çocuğun yazdıklarına da bir bakın hele!” dedi içlerinden klasik, kırmızı Noel Baba kıyafetli olanı. “Zamane çocuklarının aklına neler de geliyor.” dedi başındaki beyaz ponponlu kırmızı şapkayı düzelterek.

“Neymiş o?” diye sordu bir diğer Noel Baba. Başında ponponlu şapka yerine altın bir miğfer, üzerinde ise altın renginde oldukça gösterişli ve geniş bir zırh vardı.

“Benden yeni yıl hediyesi olarak son model, görüntülü bir cep telefonu istemiş. Böylece yan sınıftaki sarışın kıza çıkma teklif edebilecekmiş. Üstelik bunu yazan çocuk daha 8 yaşında, inanabiliyor musunuz?” diye sordu kırmızılı Noel Baba.

“Peki, sen ona hediye olarak ne ürettirdin?” diye sordu zırhlı Noel Baba muzip bir şekilde gülerek.

“Eee… Şey… Peluş bir ayıcık.” dedi kırmızılı Noel Baba, çekingen bir tavırla. “Beğenmeyecek, değil mi?” diye sordu sonra da, yüzünü ellerine gömüp başını umutsuzca iki yana sallayarak.

Diğer iki Noel Baba’dan gürültülü bir kahkaha koptu.

“Ah… Gençler! Bazen onlarla nasıl baş edeceğimi gerçekten de bilemiyorum.” diye hayıflandı kırmızılı Noel Baba.

“Pöh! Seninkiler de bir şey mi canım?” diyerek burnundan soludu bir diğeri. Üzerinde mor renkli bir Noel Baba kıyafeti vardı ve her yeri gezegen desenleri ile süslenmişti. Kıyafetinin düğmeleri ufak birer güneş şeklindeydi. Yıldız motifleri ile süslenmiş şapkasının etrafında ise minik bir kuyruklu yıldız aheste aheste dönüp durmaktaydı. “Sen en azından sadece dünya çocukları ile uğraşmakla yükümlüsün. Ya ben? Bütün galaksi yarın gece benden hediye bekliyor olacak!” diye hayıflandı iki elini yana açarak. “Üstelik istedikleri şeyler de cep telefonu gibi basit şeyler de değil. Şunu bir dinleyin hele…” diye devam etti önündeki dijital mektup yığınını karıştırarak. “Hah! İşte buldum!” dedi sonra da yığının içerisinden yeşil renkli bir kartı çekip çıkarırken. Köşesindeki parmak izi şeklindeki kısma dokunmasıyla kartın biraz üzerinde bir hologramın belirmesi bir oldu. Diz çökmüş bir vaziyette duran, beyazlar içindeki bir kadının görüntüsüydü bu.

“Noel Baba! Yardım et bana Noel Baba!” diyordu kadın.

“Prenses Leia değil mi bu?” diye sordu altın zırhlı olan.

“Evet, ta kendisi.” dedi Galaktik Noel Baba.

“Niye böyle diz çökmüş?” diye sordu klasik kıyafetli olanı.

“Bilmem… Ne zaman birinden bir şey isteyecek olsa böyle diz çöküyor. Kötü bir alışkanlık olsa gerek.”

“Yardım et bana Noel Baba, bu bizim en çaresiz anımız. Ev işlerini yapması için bir R2-Z13 robotuna ihtiyacım var.” diye devam etti prenses konuşmaya.

“Artuu-ne?” diye sordu Fantastik Noel Baba, gözlerinin önüne düşüp görüşünü kapatan siperliğini düzeltirken.

“R2-Z13… Çok işlevli bir android. Aynı zamanda çok da pahalı! Ama durun, daha devamı var.”

Tam o esnada holografik mesaja başka biri daha girdi ve “Leia, hayatım. Ne yapıyorsun sen?” diye sordu merakla.

Prenses Leia - Han Solo
“Oh, Han… Ben, şey…” diye bocaladı Leia.

“Yine o Noel Baba saçmalığı deme bana lütfen.”

“Ama Han…”

“Haydi, kes şunu lütfen. Luke içeride bizi bekliyor, ayrıca Chewie’nin mutfakta yardımına ihtiyacı var. Biliyorsun, Wookiee’ler yemek pişirme konusunda pek de iyi sayılmazlar.” dedi Han, prensesi arkasından ittirerek odadan çıkarırken. İçerinden bu yoruma itiraz eden bir Wookiee kükremesi duyuldu.

Aradan birkaç saniye geçmişti ki Han Solo tekrar görüntüye girdi. Parmak uçlarına basarak yürüyor ve sürekli omzunun üzerinden geriye bakıyordu. “Hey Noel, selamlar.”dedi fısıldayarak. Tekrar geriye baktı ve sesinin içeriden duyulmadığına emin olduktan sonra konuşmaya devam etti; “Az önce söylediklerim için kusura bakma. Hani gerçek değil falan… Biliyorsun, benim de bir ünüm var. Şey… Diyorum ki; şu zulayı vurma vaktim gelmedi mi sence de artık?”

O esnada prensesin “Han? Ne yapıyorsun sen orada?” diyen sesi duyuldu.

“O-oh, içimde çoook kötü bir his var.” dedi Han ve görüntü bu noktada kesildi.

“Gördünüz mü?” diye sordu Galaktik Noel Baba. “Siz sadece çocuklar ile ilgileniyor olabilirsiniz ama benim bölgemde yetişkinler bile abuk sabuk şeyler istiyor benden.”

“Bizim sadece çocuklar ile ilgilendiğimizi kim söylemiş!” diye çıkıştı fantastik diyarların altın zırhlı Noel Babası. “Durun da ben de size bir mektup göstereyim.” diye devam etti ardından önündeki parşömen yığınını karıştırarak. “İçlerinde özellikle iki tanesi bu konuda bayağı ısrarcı. Her yıl üşenmeden aynı mektubu gönderiyorlar. Hah, işte buradalar.” dedi iki parşömeni çekip çıkartırken. İçlerinden daha siyah olanı dikkatle açtı. Kâğıdın hafif yanmış gibi bir hali vardı ve üzerinde oldukça garip bir alfabe olduğu görünüyordu.

“Ne kadar garip bir lisan bu böyle… Arapça mı?”

“Hayır, Mordor lisanı… Nerede benim şu gözlüğüm.” Çalışma masasının çekmecelerinden birini açtı ve bir gözlük koleksiyonunu karıştırmaya başladı. Her bir gözlüğün kenarına üzerinde farklı işlemeler olan etiketler iliştirilmişti. Üzerindeki etikete iç içe geçmiş J.R.R. harflerinin işlendiği bir gözlüğü çıkarıp taktı ve okumaya başladı.

“Noel;

Her güz dönümünde sana Nazgûl ile aynı emri iletmekten bıktım usandım. Bana derhal Tek Yüzük’ün yerini bildirmeni emrediyorum. Aksi takdirde bir daha ki sefere bizzat kendim geleceğim.

Not: Geçen yıl gönderdiğin hediye hiç de komik değildi. Bunun için zindanlarımda sakallarını tek tek yolduracağım.

Sauron ”

“Şu karanlıklar efendisi Sauron mu?” diye sordu klasik Noel Baba.

“Ta kendisi.”

“İyi de sen sadece iyilik yapanlara hediye göndermiyor musun?”

“Evet ama ya bundan haberi yok ya da bunu umursamıyor.”

“Geçen sene gönderdiğini söylediği şu hediye de neyin nesi?” diye sordu Galaktik Noel Baba merakla.

“Şey… Her yıl üşenmeden Tek Yüzük’ü isteyince ben de düşündüm ki…”

“Evet?”

“Şey… Düşündüm ki ona bir taklit göndersem… Hani şu düğmesine bastığınızda konuşanlardan…”

“Ne yani? Ona oyuncak bir yüzük mü gönderdin?” diye sordu Galaktik Noel Baba, kahkahalarla gülerek. “Bunu yaptığına inanamıyorum!”

“Peki, yüzük ne diyordu?” diye sordu klasik olanı, kıkırdayarak.

“Diyordu ki… Ehem, şey… I see you…”

Bunun üzerine diğer iki Noel Baba kahkahalara boğuldu.

“Pek akıllıca bir hareket değilmiş sanırım.” dedi Fantastik Noel Baba, mahcup bir şekilde gülümseyerek.

“Peki, şu bahsettiğin diğer mektup neydi?” diye sordu klasik olanı, elinin tersiyle gülmekten yaşaran gözlerini silerek.

“Ah, evet…” dedi zırhlı Noel Baba ve çıkarttığı diğer parşömeni açtı. Diğerinin aksine bu mektup bembeyazdı. Fakat ufak bir ayrıntıyla… Işığın altında hareket ettirdikçe bin bir renge bürünüyordu âdeta.

“Sevgili ve pek kıymetli Noel Baba…” diye okumaya başladı zırhlı olan. “Böylesine önemsiz bir konu için sizi rahatsız ettiğim için lütfen beni mazur görün. Ama anladığım kadarı ile geçen yıl size gönderdiğim mektup elinize ulaşmamış. Ya da ulaştı da dikkatinizden kaçtı… Önemli değil, isteğimi bir kez daha dikkatinize sunuyorum. Sizden ricam küçük, minicik ve değersiz bir yüzük… Uzun zaman önce Ulu Nehir’in sularında kaybolduğuna inanıyorum. Lütfen bu basit isteğimi geri çevirmeyin.

Dostunuz Saruman…”

Tek Yüzük
“Bana oldukça kibar biriymiş gibi geldi.” dedi kırmızılı Noel Baba.

“Pöh! Saruman döneğin tekidir. Ayrıca istediği o değersiz yüzük de Tek Yüzük’ün ta kendisi.” diye yanıtladı Fantastik Noel Baba. “Neyse ki yakında bu ikisinin isteklerinden tamamen kurtulacağım.” diye mırıldandı sonra da, bir kâğıdın üzerine “Smeagol’e sevgilerimle…” yazarken.

O esnada duvardaki guguklu saat çalmaya başladı. Saat 24 olmuştu, artık 31 Aralık günündeydiler.

“Eh, bu kadar sohbet yeter sanırım.” dedi klasik Noel Baba. “Bu gece yılbaşı ve önümüzde uzun bir gün var.”

“Ve de okunmayı bekleyen pek çok mektup.” diye ekledi Galaktik Noel Baba.

“Hediyelerimizi beğensinler ya da beğenmesinler, bu gece pek çok çocuk bizi bekliyor olacak. Onları hayal kırıklığına uğratmamalıyız.”

“Katılıyorum.” dedi Fantastik Noel Baba. “Her ırk bizim için kutsaldır. Bize inananları yarı yolda bırakmamalıyız.”

“Mutlu Noeller.” dedi kırmızılı Noel Baba, iş arkadaşlarına bakıp gülümseyerek. Sonra da elindeki mektuba bakıp iç çekmeye devam etti.

“Kenderler hariç…” diye mırıldandı Fantastik Noel Baba kendi kendine.

“Her ne kadar Zaphod Beeblebrox’a dördüncü bir kol vermeyecek olsam da…” diye söylendi Galaktik Noel Baba, önündeki yeni bir mektuba kaşlarını çatarak.

Ve üç Noel Baba içerideki kardan adam Dean Martin’den ‘Let it snow’u söylerken oflaya puflaya da olsa mektuplarını okumaya ve siparişlerini almaya devam ettiler.

- Son -

18 Aralık 2009 Cuma

Eve Dönüş (Bölüm 5 - Son)


Ertesi sabah küçük grup yanlarında bir refakatçi ile meydandan ayrılıp Tüp Geçit’in yolunu tuttular. Geçidin girişine vardıklarında refakatçi gizli bir şifreyle kapıyı açtı ve içerideki arkadaşlarını onların geçişi hakkında bilgilendirdi. Köpekler, yeni gelenleri koklayıp cyborg olmadıklarını onayladı. Bunun üzerine iyi silahlanmış koruyucular öne çıkıp Cesur’u ve yanındakileri selamladılar. Geçişlerinde de yardımcı oldular. Tünelden çıktıklarında artık Avrupa yakasındaydılar.

“Bundan sonrası size kalmış. Ben burada ayrılıyorum.” dedi refakatçi. “Şu anda Kennedy Caddesi üzerindeyiz yani hemen hemen Sultan Ahmet Parkı’nın dibinde.  Kapalı Çarşı ise kuzeyimizde. Yerinizde olsam şu yolu takip eder ve Ayasofya’dan uzak dururdum. Orası şu “Yeni Tanrı” saçmalıklarıyla uğraşan fanatiklerle dolu. Hem böylece Yerebatan’ın zombi kaynayan tünellerinden de uzaklaşmış olursunuz.” diye devam etti. Cesur, adama teşekkür etti ve kısa bir vedalaşmanın ardından yıkıntıların arasına daldılar. Avrupa yakasının da Asya’dan pek bir farkı yoktu. Görünüşe göre burası çölden çok molozlarla kaplıydı. Uzaktan Süleymaniye Camii’nin ayakta kalan tek parçası, ışıl ışıl parlayan cevahir minaresi görünüyordu.

Uzun ve zahmetli uğraşlar sonunda Kapalı Çarşı’nın harabelerine vardılar. Cesur, bazı yerleri yıkılmış olsa da yapının halen ayakta olduğunu görünce şaşırdı. Temkinli bir şekilde içeri girdiler fakat görünürde ne bir kimse ne de bir ikinci giriş görünüyordu. Sonunda Cesur dayanamayıp silahlarını yere bıraktı ve bağırmaya başladı.

“Kayıp Şehir halkı! Burada olduğunuzu biliyoruz! Aranızdan birini size geri getirdim. Bizi içeri almayacak mısınız?”

Sesi taş duvarlarda yankılanıp kendisine geri geldi. Fakat bir müddet yanıt alamadı. Bir an sonra nereden çıktıkları anlaşılmayan iki köpek hızla üzerlerine koşmaya başladılar. Cesur bir an korku ile kasılıp kaldı. Fakat köpekler saldırmadı, sadece yeni gelenleri kokladılar. Sonra hiçbir şeyden şüphelenmemiş olacaklar ki Kartal ile şakalaşmaya başladılar.

“Temiz!” diyen bir kadın sesi duyuldu tepelerinde bir yerden. Birdenbire mekanik bir tıkırtı duyulmaya başlandı. Ardından da tam önlerindeki zeminde geniş bir kapak açıldı. Kapaktan dışarı bir kafa uzandı ve “Ne halt ettiğinizi sanıyorsunuz siz? Oldu olacak herkese yerimizi ilan etseydiniz! Girin içeri!” diyerek bağırdı.

Bu lafı ikiletmediler ve açılan geçitten hızlıca geçtiler. Şimdi dar ve uzun bir taş merdivenin üzerindeydiler. Basamaklar sonsuza kadar aşağı iniyormuş gibi görünüyordu.

“Cyborglardan nasıl kurtuldunuz?” diye sordu onları karşılayan adam. Eski püskü kıyafetler giymiş, topluca bir adamdı. Birbirine girmiş saç ve sakalı yer yer beyazlamaya başlamıştı. Gözünde bir motorsikletçi gözlüğü, elinde ise eski bir makineli tüfek vardı.

“Hangi cyborglar? Sahilden beri kimseye rastlamadık.” diye cevapladı Cesur.

“Gerçekten mi? Hayret…” dedi adam, gözlerini kırpıştırarak. Oldukça şaşırmış görünüyordu.  “Son bir aydır sürekli buralarda dolanıp yerimizi arıyorlar. Bulamadılar elbette. Sanırım sonunda pes ettiler. Hah! Bunu şefe söyleyinceye kadar bekle.” diyerek keyifle kıkırdadı ve basamaklardan aşağı inmeye başladı. Grup da onu takip etti.

***

Uzun bir inişin ardından nihayet Kayıp Şehir’e varmışlardı. Yerin kilometrelerce altında, taştan yapılma devasa bir şehirdi burası. Taş binaları, meydanları hatta bir çarşıları bile vardı. Cesur hayranlık ve şaşkınlıkla etrafını izliyordu. İlk kez bu kadar büyük ve canlı bir yerleşim yerindeydi. Onun bu şaşkın bakışlarını gören adam kıkırdadı ve “Güzel değil mi?” diye sordu. “Hepsini şefimize borçluyuz. Gerçi kendisine şef dememden pek hoşlanmaz. Ona Başvekil denmesini tercih ediyor. Onunla tanışıncaya kadar bekle. İşte geliyor.” diyerek uzakta, korumaları ile yaklaşan uzun bir kadını gösterdi. “Sizi gördüğüne memnun olacaktır. Yeni birilerini görmeyeli uzun zaman olmuştu.” dedi sakallı kendi kendine.

Bu cümle ile Cesur’un beyninde çanlar çalmaya başladı ve olduğu yerde durdu. Adamı kolundan tutup “Yeni birileri derken sadece beni kastediyorsun sanırım? Ne de olsa Siyem sizlerden biri…” dedi.
“Sen neden bahsediyorsun?” diye sordu sakallı.

“Siyem’i diyorum. Bana burada yaşadığını söyledi. Annesi ile kaçırılmış. Onu size geri getirdim.” dedi küçük kızı işaret ederek.

Sakallının verdiği cevap tam da Cesur’un duymaktan koktuğu şeydi.

“Bu kızı hayatımda ilk defa görüyorum.”

Cesur yavaşça ve korkuyla arkasına dönüp kıza baktı. “Yalandı değil mi? Kaçırılman… Annen…”

Kız cevap vermedi, yüzünde zalimce bir sırıtış vardı. Birkaç adım geriledi ve konuşmaya başladı. Fakat bu kez dudaklarından dökülen ses mekanikti.

“S.İ.Y.E.M.! Sağ Kalan İnsanları Yok Etme Modülü devrede! Öncelikli emir: Kayıp Şehir’e giriş yap. Durum: Emir yerine getirildi. Yeni emirler alınıyor. Yeni emir: Yok et!”

Ardından birkaç biyonik takırtı duyuldu. Önce gözleri kırmızı bir ışıkla parlamaya başladı. Sonra kolları dirseklerinden imkânsız bir şekilde geriye kıvrılarak iki namluyu açığa çıkardı. Artık sağ kolunun yerinde bir minigun sol kolunun olduğu yerde ise bir alev silahı duruyordu. Diz kapaklarının altından da iki biyonik bacak fırladı ve küçük kız bir anda iki metrelik bir robota dönüştü.

Sakallı avazı çıktığı kadar “Cyborg!” diye bağırarak Cesur’u da tuttuğu gibi kendilerini bir sütunun ardına attı. Siyem anında yaylım ateşine başladı. Şehir çığlıklar ve silah sesleri ile yankılanmaya başladı. Herkes çığlıklar atarak kaçmaya, bu acımasız makinenin yolundan çekilmeye çalışıyordu.
“Lanet olsun! Ben ne yaptım?” diye bağırdı Cesur.

“Kendini suçlama! Köpekler bile onun ne olduğunu anlayamadı!” diye bağırdı sakallı, gürültünün üzerinden sesini duyurmaya çalışarak.

O anda Cesur’un gözlerinin önüne Siyem’in masum ama tehlikeli soruları geldi.

“Burası neresi?”

“Burada kaç kişi yaşıyor?”

“Lanet olası cyborg!” diye mırıldandı. Sütunun köşesinden sarkıp pompalı tüfeğiyle bir iki el ateş etti. Siyem sarsılmadı bile. Ateş kusarak etrafını yakıp yıkmaya devam ediyordu.

“Faydasız!” diye bağırdı sakallı. “Normal silahlar işe yaramaz. Dinle… Yardım etmek ister misin?”

“Elbette ki isterim. Bu pisliği başınıza ben açtım, temizlemek de bana düşer!”

“Güzel.” diye kıkırdadı sakallı. “Beni izle!” Minigun’ın yaylım ateşine yakalanmamak için hızlıca yer değiştirdiler. Cesur, köpeğinin de peşlerinde olduğunu görünce rahatladı. Cyborg’un görüş alanından çıktıklarına emin olduklarında hızlıca meydana bakan balkonlardan birine tırmanıp ufak bir odaya girdiler. Burası bir gözcü noktası olmalıydı. Küçük bir masa ve cephane kutuları vardı. Sakallı çabucak kutulardan birini açıp iki roketatar çıkarttı. “İşte al bunu ve bitirelim şu işi! Aşağıda insanlarım ölüyor!”

Cesur bu lafı ikiletmedi ve silahı çabucak kaptı.

Sakallı, Cesur’a şöyle bir bakıp “Umarım sen de bir cyborg’a falan dönüşmeye kalkmazsın evlat.” dedi endişeyle. Cesur sırıttı ve “Hayır ama hurdaya dönüşecek birini tanıyorum.” dedi.

İkili çabucak balkona geri döndüler. Meydan altlarında alev alevdi. Çığlıklar ve minigun’ın sesi ortalığı kasıp kavuruyordu. “Al bunu aşağılık pislik!” diye bağırdı sakallı ve ilk atışı yaptı. Roket, cyborg’un tam sırtında patladı. Cyborg hâlâ ayaktaydı. Sendeleyip geri döndü ve kendisine ateş edenlere baktı. Yüzün bir kısmı darbenin etkisiyle yanmıştı ve mekanik iskeletinin birazı ortaya çıkmıştı. Ardından Cesur roketini yolladı ve cyborg bir kez daha vuruldu. Darbenin etkisiyle geriye uçan robot inatla hareket etmeye devam etti ve kalkmaya çalıştı. Sakallı bir atış daha yaptı. Ardından da Cesur… Cyborg bir kez daha yere yığıldı ve cızırtılar eşliğinde havaya uçarak yok oldu.

***

“Ne yapmaya niyetlisin Arayıcı?” diye sordu Başvekil, günün ilerleyen saatlerinde Cesur ile buluştuklarında. Uzun boylu, kır saçlı bir kadındı. Kırmızı uzun bir pelerini ve zamanına göre şık sayılabilecek kıyafetleri vardı.

“Gördüğümüz gibi efendim, Cyborglar yeni bir tür geliştirmiş. Köpekler bile aradaki farkı anlayamıyor. O kadar insancıllar ki bir an bile şüphelenmedik. Kadı’yı uyarmam gerek. Korkarım ki bir sonraki hedef o. Çok geç kalmış bile olabilirim.” diye yanıtladı Cesur.

“Anlıyorum. Kayıp Şehir bugün büyük bir felaketin eşiğinden döndü. Bunda senin de payın büyük. Her ne kadar o tehlikeyi kapımıza sen getirmiş olsan da…”

“Bunun için üzgünüm efendim.”

“Özür dileme. Aradaki farkı kimse anlayamazdı. Sen doğru olduğuna inandığın şeyi yaptın.”

“Ama benim yüzümden şehriniz gizliliğini kaybetti.”

“Aldırma. Sonsuza kadar gizli kalamazdık zaten.” diye gülümsedi şef. “Şimdi git. Çok geç olmadan Kadı’yı uyar. Ama şunu bil ki şehrimin kapıları sana her zaman açık.”

Cesur, Başvekil’e teşekkürlerini sundu. Ardından Sakallı ile (lakabı da zaten buydu) dostça vedalaştı ve köpeğiyle birlikte Kadıköy’e doğru yola çıktı. Görünüşe göre savaş daha yeni başlıyordu.

- SON -

Screenshot from Fallout 3
Cyborg Art by Akiroshadowheart

15 Aralık 2009 Salı

Eve dönüş (Bölüm 4)


Cesur, gözlerini açtığında gün doğmuştu. Uyuyakalmış olmalıydı. “Kahretsin!” diyerek ayağa kalktı. Siyem’in yatağının boş olduğunu gördüğünde ise okkalı bir küfür savurdu. Fakat az ötede kızın ayakta dikildiğini görünce sakinleşti. Köpeği de kızın hemen yanındaydı. “Anlaşılan birileri benden daha iyi nöbet tutmuş.” dedi kendi kendine. Yavaş adımlarla onlara yöneldi. Siyem başını kaldırmış, bakışları sabit, kolları iki yana açık vaziyette güneşe bakıyordu.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Cesur merakla.

“Hiç bir şey.” diye yanıtladı kollarını indiren kız.

“Güneşin altında fazla kalmamalısın. Tehlikelidir. Açık alanda bu şekilde kendini belli etmek de öyle…”

Siyem hiç cevap vermedi. Onun yerine uzaktaki bir yapıyı göstererek “Orası neresi?” diye sordu.

“Orası eski Göztepe trafo merkezi. Düzenleyiciler’in üslerinden biri.”

“Orada kaç kişi yaşıyor?

“En fazla 10. Eğer bize yardım ederler mi diye merak ediyorsan hiç umutlanma. Onlar sadece kendi amaçlarına hizmet eder. Haydi gel, bir şeyler yememiz gerek.”

Ama Siyem hiçbir şey yemedi. Hatta Cesur’un tüm ısrarlarına rağmen su dahi içmedi. “Sen uyanmadan önce bir şeyler atıştırmıştım.” dedi. Cesur buna pek ihtimal vermese de fazla üstelememeye karar verdi.

***

Bir günlük bir yürüyüşün ardından Kadıköy meydanına vardılar. Meydanın etrafı demir levhalardan ve dikenli tellerden oluşan bir duvar ile örülmüştü. Duvarın bazı kısımları ise üst üste yığılmış araba hurdaları ile kapatılmıştı. Tam duvarın ortasında ise kapı görevini gören metal-ahşap karışımı bir barikat vardı. Kapın her iki yanında da yine metal-ahşap karışımı, derme çatma iki kule vardı. Kulelerde ise eli silahlı nöbetçiler… Nöbetçiler Cesur’u görünce onu selamladılar ve kapıları açtılar.

“Hoş geldin Arayıcı. Çabuk girin. Kum fırtınası yaklaşıyor.” dedi nöbetçilerden biri.

“Hoş bulduk. Kadı burada mı?” diye sordu Cesur, içeri girdiklerinde.

“Evet, her zamanki yerinde.” dedi nöbetçi, işaret parmağıyla yıkık dökük iskelenin yanındaki vapuru işaret ederek. “Dikkat etsen iyi olur. Bu aralar çok öfkeli.” diye ekledi.

“Neden? Bir sorun mu var?”

“Sorun mu? Bu lanet yerde sorunsuz bir gün geçmiyor ki! Mutant kertenkelelerle uğraştığımız yetmiyormuş gibi şimdi bir de cyborglar çıktı başımıza!”

“Cyborglar sonunda burayı buldular demek.”

“Evet ve kökümüzü kazımaya her zamankinden de niyetliler. Kadı sana anlatır. Benim nöbete devam etmem lazım.” dedi nöbetçi ve onları selamlayarak nöbetine döndü. Grup da vapura doğru yürümeye başladı. Etrafta bir sürü baraka vardı. Silahlı adamlar sağa sola koşuşturup duruyordu.

“Burası neresi?” diye sordu Siyem.

“Kadı’nın köyü. Ya da eski adıyla Kadıköy. Ufak bir yerleşim birimidir. İlk başta sadece Kadı ve arayıcıları vardı. Fakat kısa zamanda insanlar buraya yerleşmeye ve Kadı’nın önderliğinde yaşamaya başladılar. Cesur insanlardır.”

“Burada kaç kişi yaşıyor?”

“Çok fazla değil. En fazla 100. İşte geldik…” Vapurun hemen yanında duruyorlardı. “Şimdi… Kadı… Nasıl desem? Biraz farklıdır. O yüzden onu gördüğünde korkma, tamam mı?” Siyem başını tamam anlamında salladı ve içeri girdiler.


Kadı, terk edilmiş vapurun üst katında yaşıyordu. Gemiyi kendi zevkine göre düzenlemişti. Yer kilimlerle kaplıydı. Orada burada savaş öncesinden kalma bir sürü eşya görmek mümkündü. Tablolar, posterler, mobilyalar… Hatta çalışmayan bir plazma TV bile vardı. Hoş, çalışsa da alabileceği bir yayın yoktu.

İçeri girdiklerinde pencereden dışarıyı seyreden birini buldular. Sırtı dönük olduğundan yüzü görünmüyordu.

“Merhaba ihtiyar. Sana bir misafir getirdim.” dedi Cesur.

“Hoş geldin Cesur.” dedi titrek bir ses. Kartal, adamın yanına koşup Kadı’nın elini yalamaya başladı. “Sen de hoş geldin kızım.” dedi Kadı, nazikçe köpeği okşayarak. Yavaşça onlara doğru döndü ve kendini gösterdi.

Kadı, insan biçimli bir mutanttı. Yüzü biçimsizdi, ağzı çarpık, başı ise kocaman… Uzun beyaz saçları ve sakalı vardı. Cildi yer yer yeşil, yer yer ise ten rengiydi. Etleri sanki pul pul dökülüyordu. Elleri normal bir insana oranla daha ince, parmakları ise daha uzundu. Gözleri ise iri, sarı birer yuvarlaktan ibaretti. İnsandan çok bir böceğe aitmiş gibi görünüyorlardı. Üzerinde ise tek parça, kirli beyaz bir cüppe vardı.

Siyem, yaratığa merakla baktı. Hiç korkmadı, hiç geri çekilmedi. “Nesin sen böyle?” diye sordu kayıtsızca.

Kadı güldü. “Cesur çocuk.” dedi titrek sesiyle. “Bu soruyu sorup da artık yaşamayan bir sürü kişi olmuştur.” diye devam etti ardından. Siyem oralı bile olmadı.

“Kadı eskilerdendir. Savaş öncesi yaşayanlardan yani.” diye açıkladı Cesur.

“Hah! Buna yaşamak denirse tabi.” diye homurdandı Kadı. “Ben ne miyim evlat? Bir zamanlar ben de senin gibi insandım. İnanması güç, değil mi? Bu, savaştan önceydi elbette. Burada yaşardım, Kadıköy’de. O zaman her şey daha güzeldi. 42 yaşındaydım. Bir işim vardı, bir evim. Beni seven bir karım ve çocuklarım…  Sonra ne mi oldu?”

Yavaş adımlarla duvarda asılı el yapımı bir takvime ilerledi ve tarihi gösterdi; 23 Ekim 2277.  “150 yıl önce bugün Büyük Savaş oldu. Birkaç lanet Amerikalı ve Çinli’nin arasındaki anlaşmazlık ve küçük bir nükleer felaket. Sadece birkaç saat sürdü ama işte sonuçları ortada.” dedi bir eliyle dışarıdaki dünyayı göstererek. “Ve savaş… Savaş asla değişmez. Çok azımız hayatta kaldı. Birçoğumuz sonradan öldü. Birçoğumuz da değiştik. Ben de değişenlerdenim. Tam 192 yaşındayım evlat. Ama diğerlerinden farklıyım.” Bir parmağı ile gözlerini gösterdi “Bu gözlerle ne görüyorum, biliyor musun? Kilometrelerce öteleri… Her taşın altını, her kayanın ardını… Başka insanların gördüklerini onların gözünden görüyorum. Cyborglar bu yüzden peşimde zaten. Beni ele geçirip tüm insanların yerini öğrenmek istiyorlar. Böylelikle kökümüzü kazımaları daha da kolay olacak. Onların nereden geldiğini ve kim adına çalıştıklarını ise bilmiyoruz ne yazık ki.” diye bitirdi Kadı.

“Artık değil.” dedi Cesur, çantasından çıkardığı bir veri diskini sallarken.

“Nedir o? Yoksa…” diye sordu Kadı heyecanla.

“Aynen öyle. Maltepe’deki üniversitenin arşivine gittim ve hâlâ çalışan bir bilgisayar buldum. Biliyorsun, tüm bilgisayarlar Global Ağ’a bağlıdır. Görünüşe göre Ağ hâlâ canlı ve aktif. Beni oldukça zorladı ama istediğim bilgiyi elde etmeyi başardım. Görünüşe göre iki taraf da birbirine nükleer oyuncaklarını fırlatırken Global Ağ boş durmuyormuş. Tüm kontrolü ele geçirip yeryüzündeki tüm nükleer füzeleri ateşlemiş. Her yöne… Her ülkeye… Telsiz mesajlarını kontrol et, sen de göreceksin.”

Diski kadıya uzattı. Kadı elleri titreyerek diski aldı ve inanamayan bakışlarla minik cihaza baktı.
“Öyleyse şüphelerim de haklıyım!” diye fısıldadı heyecanla “Cyborg ordularının ardındaki şey gerçekten de Global Ağ. O hâlâ canlı ve insan ırkını yok etmeye kararlı.”

“Öyle görünüyor. Özellikle de bilgiyi elde ettikten sonra peşime takılan cyborg sayısını göz önüne alırsak… Neyse ki onları atlatmayı başardım.”

Kadı, ince elleriyle diski bir süre evirip çevirdi. Sonunda başını kaldırıp “Bu gerçekten de önemli bir bilgi.” diye fısıldadı. “Peki, kızın bunlarla ilgisi ne?” diye sordu ardından.

“Hiç… O, Yağmacılar’dan kaçan bir esir. Ona evine dönmesi için yardım ediyorum, hepsi bu.”

Bunun üzerine Kadı bir kahkaha attı. Kahkahası korkunçtu. “Demek, evine dönmesine yardım ediyorsun, öyle mi? Sen kendini ne sanıyorsun, seçilmiş kişi falan mı?”

Cesur yalnızca omuz silkmekle yetindi. “Kayıp Şehir’den geliyor.” dedi.

Kadı şaşkın bakışlarla kızı süzdü. “Bak sen şu işe…” diye mırıldandı.

“Yerini bilebileceğini umuyoruz.” diye üsteledi Cesur.

“Tabii ki yerini biliyorum!” diye tersledi Kadı. “Ben her şeyi bilirim! Sadece herkesle paylaşmam, o kadar. Neden tüm Arayıcılar’ı benim için çalıştırıyorum sanıyorsun?”

“Yeni bir plazma TV için?” diye sordu Cesur, gülümseyerek.

Kadı homurdanarak bir dolaba doğru ilerledi. Bir taraftan da “Zevzek!” diye mırıldanıyordu. Ama bıyık altından güldüğü Cesur’un gözünden kaçmamıştı. Az sonra elinde birkaç harita olduğu halde geri geldi. “İşte bu savaş öncesi bir harita. Bu da arayıcılarımdan birinin çizdiği… Kayıp Şehir tam burada.” diyerek bir noktayı gösterdi.

“Ne yani? Kayıp Şehir karşıda mı?” dedi Cesur şaşkınca.

“Aynen öyle. Kapalı Çarşı’nın hemen altında.”

“İyi ama o tarafa nasıl geçeceğiz? Bildiğim kadarıyla Boğaz Köprüsü dâhil 3 köprü de yıkık vaziyette. Tüp geçitte zombi ve dev sıçanlarla kaynıyor.”

“İkinci tüp geçidi unutuyorsun.” dedi Kadı sırıtarak.

“İkinci tüp geçit mi var?” diye sordu Cesur şaşkınlıkla.

“Evet, tam burada.” diyerek haritada limanın hemen yanındaki başka bir noktayı gösterdi. “Savaştan hemen önce tamamlandı ama hizmete hiç açılmadı. Tüneller temiz ve kontrolümüzde. Kimse de yerini bilmiyor.” diye ekledi ardından.

“Kimse bilmiyorsa Yağmacılar bu kızı ve annesini bu tarafa nasıl geçirmiş o zaman?” diye sordu Cesur kuşkuyla.

“Bu benim de merak ettiğim bir soru. Sanırım bunun cevabını en iyi sen verebilirsin kızım.” dedi Kadı. Ama Siyem onlarla değildi. “Nereye kayboldu bu?”

Onu bulduklarında vapurun balkonundaydı. Kafasını göğe kaldırmış, gökyüzüne bakıyordu. Tıpkı bu sabah çölde yaptığı gibi…  “Ne yapıyorsun?” diye sordu Cesur. Yanıt gelmedi.

“Garip kız… Haydi, içeri gelin. Hazırlıklara başlasak iyi olur. Sabahtan yola çıkmalısınız.” dedi Kadı. Hep birlikte içeri döndüler.

- Dördüncü Bölümün Sonu -



Screenshot from Fallout 3

10 Aralık 2009 Perşembe

Eve Dönüş (Bölüm 3)


Genç adam, Alman kurdu ve kız çocuğundan oluşan sıra dışı üçlü, dikkatli bir şekilde Cadde’ye çıktılar. Uzaktan gelen silah sesleri ve bağrışmalara bakılırsa Yağmacılar ve Düzenleyiciler yine birbirlerini yiyiyorlardı. Grup, sesleri arkalarına alarak daha tenha olduğunu umdukları bir yöne doğru ilerlemeye başladı. Bir taraftan yürürken bir taraftan da fısıldayarak konuşuyorlardı.

“Evin nerede demiştin?” diye sordu genç adam, yıkık bir binanın köşesinden önlerindeki yolu gözetlerken.

“Bilmiyorum…” diye fısıldadı kız.

Genç adam şaşkınlıkla “Ne?” diye bağırdı. Köpek hafif bir homurtu koyuverince ne yaptığının farkına vardı ve alt dudağını ısırarak hızlıca etrafına bakındı. Gelen giden yok gibiydi. “Evinin nerede olduğunu bilmiyor musun yani? Peki, seni oraya nasıl götürmemi bekliyorsun, söyler misin bana küçük hanım?” diye çıkıştı, cesaret edebildiği kadar yüksek sesle.

“Ben… Evimin adını biliyorum. Kayıp Şehir…” diye mırıldandı küçük kız. “Nerede olduğunu biliyorsundur diye umuyordum.” diye ekledi ardından.

Genç adam inanamayan bakışlarla genç kıza bakakaldı. “Kayıp Şehir mi? Sen oradan mısın yani?” dedi şaşkınca.

“Yani nerede olduğunu biliyor musun?” dedi kız umutla.

“Hayır, bilmiyorum. Lanet olsun! O şehir kayıp! Adı üzerinde, Kayıp Şehir… Kimse nerede olduğunu bilmez. O şehrin bir efsaneden ibaret olduğunu sanıyordum.”

Kızın yüzü asıldı ve bakışları önüne düştü.

Adam sıkıntılı bir şekilde iç geçirdi ve “Merak etme. Bilebilecek birini tanıyorum.” dedi.

***

Büyük Savaş olarak adlandırılan felaketin ardından tüm dünya çorak topraklar ile kaplanmıştı. Savaş sırasında atılan nükleer bombalar hemen hemen tüm bitki örtüsünü yok etmiş, tüm dağları, tüm yerleşim birimlerini yerle bir etmişti. Cadde gibi bazı şehir kalıntıları dışında her yer çöl halindeydi. Su, içilemeyecek derecede radyasyon kaynıyordu. İnsanoğlu kendi sonunu kendi getirmişti. Şimdi bu sonu gelmeyen çöl ikliminde, orada burada kurdukları küçük yerleşim birimlerinde yaşamaya gayret ediyorlardı. Aşırı radyon sebebiyle mutasyona uğramış yaratıklarla uğraştıkları yetmiyormuş gibi, bu kanunsuz ve başıboş düzeni kendi çıkarları için kullanan insanlara karşı da mücadele etmeleri gerekiyordu.

Gece hızla çöktü. Grup, birkaç saat önce Cadde’den ayrılmış, çorak topraklar üzerinde yolculuklarına devam etmeye başlamıştı. Güvenilir bir yer bulup kamp kurmaya karar verdiler. Sonunda taşlık bir yamacın eteklerine oturdular. Genç adam çantasından çıkardığı battaniye ile yatacak bir yer hazırlayıp kızı yatırdı. Kendisi ise bağdaş kurup nöbet tutmaya hazırlandı. Köpeği de hemen ayaklarının dibinde, yarı kapalı gözlerle uzanıyordu. Ateş yakmaya cesaret edememişlerdi.

“Bana yardım ettiğin için teşekkür ederim.” diye mırıldandı Siyem. Adam cevap vermek yerine kafasını sallamakla yetindi. “Henüz adını bile bilmiyorum.” diye devam etti kız.

“Benim bir adım yok.” dedi adam. Kızın soran gözleriyle karşılaşınca devam etti. “Annem doğum esnasında ölmüş. Bana bir isim veremeden önce… Babamı ise hiç tanımadım. Eğer tanısaydım onu kesin öldürürdüm.”

“Neden?” diye sordu Siyem.

“Çünkü babam olacak piç, pisliğin tekiymiş. Bir Yağmacı… Köyümüze yapılan bir baskın sırasında anneme tecavüz etmiş. Annem, her şeye rağmen beni sahiplenmiş ve doğurmuş. Bense annemin bu vefasını onun hayatına mal olarak ödemişim.” dedi hüzünle. “Şimdi sana neden yardım ettiğimi biliyorsun.” diye ekledi ardından.

Kız anlayışlı bir şekilde kafa salladı.

“Beni tanıyanlar bana Cesur der. Lakabım bu… İstersen bana böyle seslenebilirsin. İşim gereği de Arayıcı derler. Ben buyum çünkü, bir Arayıcı.”

“Arayıcı nedir?” diye sordu Siyem bu kez de.

“Senin uyumaya niyetin yok galiba.” diye gülümsedi adam. “Arayıcıları bilirsin. Belki de bilmezsin. Araziyi dolaşırız, harabelere dalarız. Büyük Savaş’tan önceki zamana ait şeyleri toplarız. Kullanılabilir durumdaki haritalar, kitaplar, arşivler… Arazinin haritasını çıkaranlar da var, benim gibi. Sonra da bunları yiyecek ve ilaç karşılığında satarız.”

“Heyecanlı bir hayat olmalı…”

“Öyledir. Ve de tehlikeli…”

“Peki ya köpeğin? Onun bir ismi var mı?”

“Evet, var. Kartal…”

“Kartal mı? Dişi bir köpek için biraz garip bir isim değil mi bu?”

“Aslında öyle… Bu ismi onu Kartal’da bulduğum için verdim. Aslına bakarsan o beni buldu. Hatta hayatımı kurtardı.” Sonra köpeğin başını okşayarak “Eh, Şaşkın Bakkal’dan iyidir herhalde.” diyerek güldü.

Siyem yattığı yerde dönerek bir müddet sessizleşti. Sonra da usulca “Cesur… Güzel bir isim.” diye mırıldandı.

Adam karanlıklara bakarak gülümsedi… “Evet, sanırım öyle.”

- Üçüncü Bölümün Sonu -


Screenshot from Fallout 3

28 Kasım 2009 Cumartesi

Eve Dönüş (Bölüm 2)

Eskiden Bağdat Caddesi, bugünlerdeyse sadece Cadde olarak anılan yer son 150 yıldır olduğu gibi ıssızdı. Bir zamanlar caddenin her iki yanında sıralanan lüks binaların çoğu şimdi harap haldeydi. Sadece tek katlı olanların bazıları ve birkaç sağlam yapı kalabilmişti ayakta. Cadde ve yan sokaklar ise yer yer molozlar ve bina yıkıntıları ile kapanmış olsa bile hâlâ yürünebilir durumdaydı. Bu da caddenin önemini korumasını sağlamıştı. Bu önem ise Yağmacılar ve Düzenleyiciler arasında hiç bitmeyen bir üstünlük kurma mücadelesinden ve sonu gelmeyen çatışmalardan ibaretti. Aklı olan hiç kimse elini kolunu sallayarak caddeden yürümeye cesaret edemezdi. Genç adamın yıkıntıdan yıkıntıya saklanarak ilerlemesinin sebebi de buydu.

Ayakta kalan sayılı alış-veriş binalarından birine dikkatle yaklaştı. Binada hiç kimse olmadığından emin olduktan sonra sessizce içeri girdi. Köpeği okşayıp “Ne dersin kızım? Tehlike var mı?” diye fısıldadı ama köpek oldukça sakin görünüyordu. Bu, herhangi bir şeyin kokusunu almadığına işaretti. Tatmin olan adam çabucak raflara yönelip işe yarayacak bir – iki şeyi çantasına tıkıştırmaya başladı.

Yiyeceklere dokunmuyordu. Bozulmuş olduklarından değil, hayatında hemen hemen hiç taze yemek yememişti zaten. Büyük olasılıkla radyasyon kaynıyorlardı ve radyasyon açlıktan daha ölümcüldü. Birdenbire, tam arkasındaki raflardan bir şeyler devriliverdi. Tabancasını çekip telaşla o tarafa döndü ve son anda gölgelere karışan bir kıpırtı yakalar gibi oldu. Köpek hırıldamaya başladı. Diğer eline de tüfeğini alarak güvenli bir pozisyon bulma umuduyla kapılara doğru geriledi. Birkaç tangırtı daha duyuldu. Anlaşılan karşısındaki ya çok beceriksizdi ya da böyle şeyleri düşünemeyecek kadar insanlığını kaybetmişti.

“Kim var orada?” dedi adam ihtiyatla.

Kısa bir sessizliğin ardından hiç umulmadık bir ses duydu. “Lütfen ateş etmeyin.” diyen küçük bir kız sesi…

Adam, şaşkınlıkla yüzünü buruşturdu. Fakat tedbiri elden bırakmaya hiç niyeti yoktu. Bir tuzak olabilirdi. Bu kokuşmuş zamanda her şey mümkündü. “Ellerini kaldır ve seni görebileceğim bir yere çık.” dedi adam, emrivaki bir ses tonuyla.

“Lütfen ateş etmeyin.” dedi kız çocuğu yine. Yavaşça, elleri havada olduğu halde saklandığı yerden çıkıp ışığa yürüdü. Siyah saçlı, zayıf, en fazla 16 yaşlarında bir kızdı bu. Cildi oldukça solgundu, gözleri ise masmavi… Üzerindeki yırtık pırtık bir elbisesinden başka bir şeyi de yoktu üstelik. Ne bir ateşli silah ne de kesici bir alet…

Adam, “Bu kız nasıl hayatta kalmış böyle?” diye düşünmeden edemedi. “Sana zarar vermeyeceğim, merak etme.” diyerek tüfeğini indirdi ama tabancasını hemen kaldırmadı.

Kız “Siz… Siz Yağmacılar’dan değilsiniz, değil mi?” diye sordu ürkekçe.

“Hayır, ben Yağmacı değilim.” dedi adam, güven verircesine. “Yağmacılarla işin ne? Hem burada tek başına, üstelik silahsız vaziyette ne yapıyorsun söyle bana.” diye sordu ardından.

“Üzgünüm, sizi korkutmak istememiştim. Size öyle arkadan sessizce yaklaşmamam gerekirdi. Ama onlardan biri olmadığınızdan da emin olmak istedim. Yani Yağmacılar’dan…” dedi kız.

“Bana hâlâ burada ne aradığını söylemedin.” diye üsteledi adam. Karşısında bir kız çocuğu olduğuna mı şaşırsın yoksa kızın hiç ağlamamasına mı, karar veremiyordu.

“Ben… Kaçtım.” dedi kız ürkekçe. “Yağmacılar birkaç hafta önce şehrimize bir baskın düzenlediler. Beni ve annemi kaçırdılar. Bizi kamplarına götürdüler ve… Ve bize…” Kız sessizleşti ve devam edemedi. Ama adam için bu kadarı yeterliydi. Kızın yırtık pırtık elbiselerine bakarak bile Yağmacılar’ın onları ne tür amaçlarda kullandıklarını anlamak basitti.

“Aşağılık pislikler…” diye mırıldandı.

Kız anlatmaya devam etti. “Biz… Bir plan yapmıştık. Annem bir kaçış yolu bulmuştu. Kanallardan geçecektik. Birkaç gece önce kaçmak için bir fırsat yakaladık ve hemen harekete geçtik. Tam kanala girmiştim ki bir Yağmacı bizi buldu. Beni görmemişti. Annem beni kurtarmak için kendini feda etti. Onun yalvarışlarını ve patlayan silahın sesini duydum. Ama hiçbir şey yapamadım. Sadece saklandım. Sonra… Sonra saatlerce süründüm ve sonunda bir çıkış yolu buldum. Birkaç gündür ise burada saklanıyordum. Hiç umudum yoktu. Ta ki siz kapıdan içeri girene kadar…”

Adam hiçbir şey söyleyemedi. Ne diyebilirdi ki? Orada öylece durup kıza acımaktan başka bir şey gelmiyordu elinden.

Kız, adamın gözlerinin içine bakarak “Tek istediğim evime dönmek. Lütfen yardım edin.” diye fısıldadı.

“Adın ne?” diye sordu adam.

“Siyem…” dedi kız utangaç bir biçimde.

“Siyem mi? Bu garip bir isim… Sinem olmadığına emin misin? Başka bir adın yok mu?”

Küçük kız başını olumsuz anlamda salladı. “Sadece Siyem.”

Adam köpeğine dönüp “Seninle sonra hesaplaşacağız. İçeride kimsenin olmadığını söylediğini sanıyordum.” dedi şakayla karışık takılarak. Köpek ise küskün bir şekilde homurdanmakla yetindi. Sonra da “Pekâlâ Siyem. Haydi, kalk bakalım.” diyerek kıza elini uzattı. “Evine gidiyoruz…”

- İkinci Bölümün Sonu -

22 Kasım 2009 Pazar

Eve Dönüş (Bölüm 1)

Genç adam aşağıdan gelen bir tıkırtı ile gözlerini hızla açtı. Yanı başında hazır tuttuğu Desert Eagle marka tabancasını kaptığı gibi yatağından doğruldu. Köpeğinin de tedirgin bir şekilde hırıldamasına bakılırsa endişelenmekte haklıydı. Aşağıda gerçekten de biri vardı. Ya da daha kötüsü, bir şey… Muhtemelen dost canlısı da değildi. Son yıllarda hiçbir şey dost değildi ki… Başını hızlıca silkeleyip uykunun sersemliğini üzerinden atmaya çalıştı. Neredeydi? Ah, tabii ya… Terk edilmiş bir otel odasında… Hâlbuki dün gece ne kadar da harika bir yer gibi görünmüştü burası gözüne. Özellikle de günün yorgunluğunu da hesaba kattığında tozlu yataklarda uyuma fikri daha da çekici gelmişti. Bu, göründüğü kadar da iyi bir fikir değildi anlaşılan.

Sessizce kapı eşiğine yaklaştı ve koridora göz gezdirdi. Görünürde hiçbir şey yoktu. Köpeğine sessiz olmasını işaret ederek hızlıca yattığı yere geri döndü. Çantasını sırtına taktı. Tabancasını kılıfına sokup duvara yaslı duran pompalı tüfeğini aldı ve dikkatli bir şekilde odadan ayrıldı. Hızlı ama temkinli bir şekilde koridoru geçtiler. Üzerinde yürüdükleri uzun ve tozlu koridor halısı yer yer parçalamıştı. Önlerinden geçtikleri sıra sıra odalar ise darmadağındı. İçlerindeki eşyalar çürümeye yüz tutmuş, üzerlerini kalın bir toz tabakası kaplamıştı. Bazı yatakların üzerinde son konuklarının iskeletlerini görmek bile mümkündü.

Koridorun sonuna vardıklarında yavaşladı. Şimdi lobiyi tepeden gören bir asma kat üzerindeydiler. Dikkatlice aşağı baktı ve dün gece sıkıca kapattığına emin olduğu çift kanatlı otel kapılarının ardına kadar açık olduğunu fark etti. Lobiyi gözleriyle iyice taradı fakat başka bir şey göremedi. Tam o esnada köpeği hırıldamaya başladı. “Ne var kızım?” diye fısıldadı adam. Köpeğin odaklandığı noktaya daha dikkatli baktı ve belli belirsiz bir hareket yakaladı. Tam altlarında, resepsiyon masasının ardında insana benzer bir gölge hareket ediyordu. Fakat kulaklarına gelen insanlık dışı homurtu öyle olmadığını gösteriyordu. “Lanet zombiler…” diyerek öfkeyle homurdandı.


Köpeğine kendisini takip etmesini işaret ederek lobiye inen basamakları dikkatle indi. Yaratık, yere çömelmiş vaziyette adamın göremediği bir şeylerle meşguldü. Kendisini fark etmemiş gibi görünüyordu. Genç adam resepsiyon ile arasında güvenli bir mesafe bırakmaya özen göstererek sessizce çıkışa doğru yöneldi. Neredeyse çıkışa varmıştı ki merakına yenik düşüp yaratıktan tarafa şöyle bir baktı ve anında buna pişman oldu. Yaratığın önünde köpek boyutlarında ölü bir sıçan yatıyordu ve görünüşe göre kahvaltı vazifesi görüyordu. Adam öğürmemek için kendini zor tutarak kapıya doğru aceleyle birkaç adım attı. İşte ne olduysa o anda oldu ve dikkatsizce yerdeki döküntülerden birine çarptı. Çıkan ses tüm lobide uğursuzca yankılandı. Yaratık anında kafasını kaldırdı ve vahşi bir hırıltıyla adamın olduğu tarafa baktı. Bir anlığına hayatta kalan ve ölü olan iki insanoğlu birbirlerine bakakaldılar. Sonra zombi hızla ileri atıldı. Genç adam tereddüt etmeden pompalı tüfeğini ateşledi. Ama yaratık hızlıydı. Ve de çevik… Silah tam ateşlendiği sırada hızlıca duvarlardan birine sıçrayıp tüfeğin ölümcül saçmalarından kurtuldu. Ardından da duvarda dört ayak üzerinde koşarak delikanlının üzerine atladı. Her şey o kadar hızlı olup bitmişti ki adam tüfeğini ikinci kez ateşlemeye fırsat bulamadan kendini yerde buluverdi. Tüfeği elinden fırlayıp odanın öteki ucuna sürüklendi. Yaratık vahşice bir çığlık atarak dişlerini adamın boğazına doğru götürdü. Tam o esnada köpek hızla ileri atıldı ve lanetli yaratığı sahibinin üzerinden devirmeyi başardı. Zombi ve köpek hırıltı ve homurtularla yerde boğuşurken adam hiç vakit kaybetmeden tüfeğine doğru emekledi. Bu esnada zombi, köpeğe okkalı bir şamar atarak hayvancağızı karşıki duvara uçurdu. Ardından vahşice hırlayıp tekrar delikanlının üzerine uçarcasına atladı. Pompalı tüfek bir kez daha ateş aldı ve duvarlar kanlı beyin parçalarına bulandı.

Adam soluk soluğa yaratığın cansız bedeninin altından çıktı ve yüzündeki radyoaktif kanı tiksinerek temizledi. Kan bütün giysilerini kaplamıştı. Köpeğinin hareketsiz bir biçimde yattığını görünce “Lanet olsun!” diye homurdandı korkuyla. Çabucak köpeğin yanına koşturdu ve çömelip hayvanı kontrol etti. Yaşıyordu. Sahibinin varlığını hisseden hayvan, hafifçe inleyerek kımıldadı. Adam çantasına yöneldi ve içinden bir anti-radyasyon iğnesi çıkararak ilacı kendisine zerk etti. Ardından bir iğne daha çıkarıp bunu da köpeğe yaptı. Köpek yavaşta olsa toparlanmaya başlamıştı bile. Görünürde ciddi bir yarası ve kırığı yoktu. Adam “İyi misin kızım?” diyerek memnuniyetle yoldaşının başını okşadı. Köpek ise minnetle adamın elini yaladı. Köpek, bir Alman Kurduydu. Hemcinslerinin çoğu gibi o da sahibine çok düşkündü. Sahibi de ona… Ne de olsa bu acımasız dünyada birbirlerinden başka kimseleri yoktu.

Az sonra adam tekrar otelin üst katlarındaydı. Üzerindeki kanlı giysileri çıkarıp yerine yenilerini giymişti. Şansı yaver gitmişti doğrusu. Hiç açılmamış bir valizin içinde plastik poşetlere sarılı kıyafetlerle karşılaşmıştı. Şimdi üzerinde mavi bir kot ve beyaz bir tişört vardı. Dolaplardan birinde bulduğu deri bir ceketi sırtına geçirip kıyafetini tamamlamıştı. Tam odadan çıkacakken kırmızı bir fular dikkatini çekti. Gülümseyerek fuları aldı ve köpeğin boynuna doladı. Yavaşça merdivenlerden indiler ve oteli terk edip Bostancı’nın harabelerine karıştılar.

- Birinci Bölümün Sonu -


Screenshots from Fallout 3

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Mektup

Adam, kırmızı kadife ile kaplı, oldukça şık bir okuma koltuğuna rahatça kurulmuştu. Bacaklarını koltukla aynı malzeme ile kaplanmış genişçe bir mindere uzatmış, elindeki eski ve kalın bir romanı okumakla meşguldü. Gençlik yıllarını çoktan geride bırakmış, orta boylu bir adamdı. Uzun, kar beyazı saçlarını arkasında özenle toplamıştı. Yüzünde artık pek kullanılmayan, yuvarlak çerçeveli bir gözlük vardı. Zamanın modasına uygun bir şekilde ince kumaşlı, oldukça sade renklerden oluşan kıyafetler giymişti. Gri renkli, uzun ve ince bir pardösü ile de kıyafetini tamamlamıştı.

Birden, kitabı gürültülü bir çarpma ile kapatıverdi. Kitaptan yükselen toz bulutu sebebiyle küçük bir öksürük krizi geçirdi. Ya da ağzından düşürmediği piposu yüzünden de olabilirdi bu, bilemiyordu. Kitabı yavaşça elinde evirip çevirirken, onu aniden kapatmasına sebep olan şeyi düşündü. Roman kahramanı, bir arkadaşına mektup yazıyordu okuduğu bölümde. “Bir mektup…” diye mırıldandı düşünceli bir biçimde. “Sahi ya… Eskiden böyle bir şey vardı, değil mi?” diye sordu kendi kendine. “İşte unuttuğumuz bir şey daha. Tıpkı kitaplar gibi…” dedi yüksek sesle ve etrafındaki onlarca rafa bakarak hüzünlendi. Rafların hepsi tıklım tıklım kitaplarla doluydu. Romanlar, incelemeler, denemeler… Yüzlercesi burada, bu eski kitaplıkta unutulmuşluğa mahkûm edilmiş bir şekilde bekliyordu.

Yavaşça bacaklarının önce birini sonra ötekini minderden indirdi ve rahat koltuğundan kalktı. Elindeki kitabı beceriksiz bir şekilde koltuğun yanındaki tozlu sehpa üzerine bıraktı ve üst üste dizilmiş kağıt yığınlarının devrilip etrafa saçılmasına neden oldu. Kısa ve sessiz bir küfür savurup kağıtları toplamak için yere eğildi. Beceriksizce topladığı kağıt yığınını tekrar sehpaya yerleştirmek için doğrulurken de kafasını sert bir biçimde sehpaya çarptı. Kafasını ovuştururken bu kez pek de kısa ve sessiz sayılamayacak küfürler savurmakla meşguldü. Oldum olası sakar biri olmuştu zaten. Acıyla sulanmış gözlerinin önünde yıldızlar uçuşarak, odayı aydınlatan geniş pencerelerden birine doğru ilerledi tökezleyerek. İlerlerken tozlu zemin üzerinde bıraktığı ayak izlerini fark etmedi bile… Bir müddet daha kafasını ovuşturduktan sonra, dışarıda akıp giden şehir hayatını izlemeye başladı.

Dışarıda, uçan arabalar gökyüzünde vızır vızır ilerliyor, yüksek binaların arasında gözden kayboluyorlardı. Yoldan geçen bir robot, yine kendisi gibi robot olan 3-5 köpeği dolaştırmakla meşguldü. Hemen onun aksi yönünde ilerleyen ve birbirinden uçuk giysiler giymiş, yine aynı derecede uçuk saç modellerine sahip birkaç genç kendi aralarında sohbet ederek gülüşüyorlardı. Elbette ki hepsinin bileklerinde şu son model, hologramlı, 8 ½ G cep telefonlarından vardı.

Adam, elleri düşünceli bir şekilde arkasında kavuşturulmuş vaziyette, bir süre daha manzarayı seyretmeye devam etti. Teknoloji ne kadar da hızlı gelişmişti. İşin garibi kendisi de dâhil hiç kimse bu hızlı gelişmeyi yadırgamamış, aksine çok hızlı bir şekilde uyum sağlamışlardı. Ama ne pahasına? Evet, artık istedikleri her türlü bilgiye anında ulaşabiliyorlardı. Sevdikleri ile anında görüşebiliyorlar, gitmek istedikleri yere anında varabiliyorlardı. Hayat olması gerektiğinden fazla hızlanmıştı belki de… Şimdiki gençler bir hasretin acımtırak tadını tatmamıştı mesela. Ya da bir kitabın sayfaları arasında kaybolmamışlardı. Bir mektup yazmanın tadına ya da sevdiğin birinden mektup almanın heyecanına varmamışlardı hiç…

Adam bir iç çekerek elini ağzındaki piposuna götürdü. Ama pipo yerine havayı kavradı elleri. Gözlerini şaşılaştırarak piposunun olması gereken yere baktı ve hayretle piposunun olması gereken yerde olmadığını fark etti. Piposu olması gereken yerde değilse neredeydi? “Eğer olması gereken yerde değilse, o zaman olmaması gereken bir yerdedir.” diyerek mantık yürüttü ve bu akıl dolu tahmininden dolayı kendini tebrik etti, yüzünde geniş bir gülümseme ile. Sonra bu tahmininin bir işine yaramadığını fark ederek tekrar somurttu ve neden etrafını bu kadar bulanık gördüğünü merak etti. Birden piposunu görebilmek için gözlerini şaşılaştırdığını hatırladı ve bir homurtu ile bakışlarını düzeltti. “Bir gün bu dalgınlık ve sakarlık sonum olacak.” diye homurdandı kendi kendine.

Bakışlarını tekrar geniş kitaplığa çevirdi ve elleri belinde piposu için bakınmaya başladı. Burası eski ve terk edilmiş bir köşktü aslında. Şehrin yıkım bölgesinde yer alıyordu ve yıkılıp yerine yüksek bir binanın dikilmesi an meselesiydi. Şehir komitesi her yeni bina yıkımından önce eski yapıları incelemesi için oraya bir araştırmacı gönderirdi. Bunu tarihi yapılara önem verdikleri için yaptıklarını söyleseler de daha çok muhalefet kesimlerin çenelerini kapatmak için yaptırıyorlardı. Yaşlı adam da şehir komitesinde çalışan denetçilerden biriydi ve bir ev yıkılmadan önce bölgeyi kontrol etmek, tarihi (ya da daha önemlisi, maddi) bir değere sahip eşyaları koruma altına almak (ya da komitenin kasasına yerleştirmek) onun göreviydi. Yine rutin bir araştırma görevi için bu köşke gelmişti. Ama bu devasa kitaplıkla karşılaşınca araştırmasını tamamen unutmuş ve kitapların cezp edici çağrısını kulak ardı edememişti. Vaktinde tam bir kitap kurduydu çünkü, fakat kitap okumayalı uzun yıllar oluyordu.

“Ah, işte oradasın.” dedi, sehpanın altına yuvarlanmış pipoyu gördüğünde. “Başımı sehpaya çarptığında düşürmüş olmalıyım.” diye ekledi ardından, çarpışmanın acı dolu hatırasıyla tekrar kafasını ovuştururken. Sanki sehpa üzerine saldıracakmışçasına bir ihtiyatla o tarafa doğru ilerledi. “Bu kez beni alt etmene izin vermeyeceğim sehpa efendi.” dedi çatık kaşlarla. Dikkatle eğilip pipoyu yerden aldı ve ayağa kalkarken, bir kez daha çarpmamak için başını hızla sağa doğru çekti. Tam “Hah!” diye bir zafer nidası atmıştı ki bu kez de başını sertçe okuma koltuğunun ahşap koluna çarptı, oradan da sekerek tekrar sehpaya vurdu. Acıyla yere kapaklandı. Sehpanın üzerindeki kağıt yığını ise sanki alay edercesine tekrar devrilerek yerde yatan adamın üzerini kapladı.

İnlemeler ve homurdanmalar eşliğinde kağıt yığınının altından kalktı. Bu kez kağıtları toplamadı. Hatta üzerlerine zevkle basarak kendini tekrar okuma koltuğuna bıraktı. Öfkesi biraz yatışınca düşünceleri ister istemez yine kitapta okuduklarına kaydı. Kitaplar, mektup… “Buldum!” dedi parmaklarını şaklatarak. “Bir mektup yazacağım. Hatta birkaç tane birden… Tüm sevdiğim dostlarıma yollayacağım ve bu düşüncelerimden bahsedeceğim. Eski bir alışkanlıkla, bir mektupla söylenmesi sözlerimin etkisini arttıracaktır. Belki onlar da bana yazarlar. Hatta başkalarına bile yazarlar. Tabi ya, neden olmasın? Belki de bir devrimin başlangıcı olacağım!” dedi ve hevesle oturduğu yerden kalktı. Pardösüsünün iç cebinden Pocketbook’unu çıkardı ve gözlerinde bir ışıltı ile yazmaya başladı.

“Sevgili kuzenim…”

Sonra durdu ve ne yaptığına baktı. İşte yine teknolojiyi kullanıyordu. İşaret parmağını sallayıp “Hayır, bu işi doğru yapacaksam usulüne göre yapmalıyım. Mektuplarımı bilgisayar çıktısı olarak göndermek davama saygısızlık olur.” dedi, kendi kendini azarlayarak. Ardından etrafına bakınarak temiz kağıt aramaya başladı. Yere iki kez devirme başarısı gösterdiği kağıt yığınına kaydı gözü. Ama az önce onların üzerine basmış olduğu için çoğunun üzerinde tozlu bir ayak izi bulunuyordu. Ayak izi olmayanlarsa çoktan buruşmuştu. Bu yüzden onları kullanmaya tenezzül etmedi. Ayrıca kendi kendine itiraf etmese de sehpa tarafından bir kez daha nakavt edilmeye korkuyordu içten içe.

Terk edilmiş kitaplığın içerisinde hızla dolanmaya başladı. Birden gözü devasa raflarının arasına sıkışmış bir çalışma masasına takıldı. Üstelik üzerinde kağıtta vardı! Sevinçle o tarafa doğru yöneldi ve masanın sandalyesine kuruldu. Kuvvetli bir üfleme ile masanın üzerindeki tozu dağıttı. Ardından daha kuvvetli bir hapşırıkla sandalye ile birlikte geriye devrildi. Atkuyruğu yaptığı saçları yüzünün önünü örtmüş bir biçimde ve oldukça asık bir surat ifadesiyle düştüğü yerde bir müddet oturdu. Sonra hafif bir iç çekişle yavaşça düştüğü yerden doğruldu, sandalyeyi düzeltti ve tekrar oturdu. Kağıtları önüne çekip en üstten bir tane aldı. “Saman kağıdı, hmmm…” diye mırıldandı memnuniyetsiz bir sesle. Mektup yazmak için pek de kaliteli bir seçim değildi ona göre. Ama elinde olan buydu ve şimdilik bununla yetinmek zorundaydı. Pardösüsünün diğer cebinden Kalem-o-Matik’ini çıkardı ve kağıdın üzerine dik bir şekilde yerleştirdi. Ardından konuşmaya başladı.

“Sevgili kuzenim…”

O konuştuğu anda kalemde kendi kendine yazmaya başlamıştı. Ağzınızdan çıkan her kelimeyi yazabilen bu kalemler, sadece sahibinin sesine cevap verecek şekilde tasarlanmışlardı. Yaşlı adam, tam kuzenine konuşayazmaya devam edecekti ki birden yine aynı şeyi yaptığını, teknolojiden faydalandığını fark etti. Öfkeyle Kalem-o-Matik’ini kaptığı gibi cebine geri yerleştirdi. “Amma da girmiş bu meret hayatımıza yahu! Eskiden nasıl yapıyorduk ki bu işi acaba?” diye hayıflandı.

Merakla çalışma masasının çekmecelerini karıştırmaya başladı ve bulduğu şeyle gözleri parladı. Gümüş kaplamalı, üzeri ince desenlerle işlenmiş bir hokka ve yine gümüş kaplamalı, sarmaşık desenli bir divit kendisine göz kırpmaktaydı. Heyecanla “İşte bu! Tamamen eski usullerle yazılmış bir mektup olacak. Harika!” dedi ve titreyen ellerle bu iki nadide parçayı çekmeden çıkardı. Hokkanın boş olduğunu görünce üzüldü ama pes etmedi. Diğer çekmeceleri de hızlı bir şekilde araştırdı ve aradığını bulduğunda ufak bir sevinç çığlığı attı. Bir şişe mürekkep… Şişeyi dikkatle durduğu yerden çıkardı ve elinden geldiğince dikkatle hokkayı mürekkeple doldurmaya başladı. Tabi elini yüzünü maviye bulaması uzun sürmedi ama buna aldırmadı. “Geleneksel yolların onurlu lekeleri…” gibi bir şeyler mırıldandı ve mürekkep şişesini sıkıca kapatıp yerine kaldırdı. Diviti eline alıp hayranlıkla üzerindeki sade süslemeleri inceledi. Sonra ucunu mürekkep dolu hokkaya daldırıp yazmaya başladı.

“Sevgili kuzenim…”

Mürekkep, saman kağıda değer değmez dağıldı ve hızla yayılarak kelimelerin okunmaz hale gelmesine neden oldu. Şimdi kağıdın üzerinde “Şefgilü Fuşemim.,,” gibi bir şey yazıyordu. Adam hayal kırıklığı ile kağıda baktı. “Demek ki o kadar da geleneksel bir yolla yazmasak da olurmuş.” dedi kendi kendine ve diviti hokkaya daldırıp önündeki rafa kaldırdı. Çekmeceleri biraz daha karıştırdı ama ne bir kurşun kaleme ne de biraz teknolojik olsa bile şu an oldukça makbule geçebilecek bir tüptükenmez kaleme rastlayamadı. “Pekala…” dedi kendi kendine ve yeni bir kağıt alıp önüne yerleştirdi. Kalem-o-Matik’i tekrar cebinden çıkardı fakat bu kez kalemi kağıt üzerinde sabitlemek yerine parmaklarının arasında tuttu. Kendi yazmayı deneyecekti. Herhalde kalemi bu şekilde tutarsa kalem, onun kendi kendine yazmasına izin verirdi. En azından öyle umuyordu.

“Sevgili kuzenim…” diye mırıldandı, ne yazacağını toparlamak için. Kalem-o-Matik, yaşlı adamın kendini tutan eline aldırmadan bu cümleyi hızla kağıda döktü. Bu duruma iyice sinirlenen adam “Lanet olsun sana!” diye bağırarak Kalem-o-Matik’e sövdü. Kalem bu cümleyi de hızla kağıda döktü. Şimdi mektupta şöyle yazıyordu;

“Sevgili kuzenim… Lanet olsun sana!”

Yaşlı adam iyiden iyiye küplere binerek kalemi önündeki duvara fırlattı ve masaya okkalı bir yumuk attı. Duvardan seken Kalem-o-Matik hızla geri dönerek adamın alnına çarptı ve tekrar sandalyesiyle birlikte geriye yuvarlanmasına sebep oldu. Yaşlı adam şaşkın bakışlarla yerde yatmaktayken önce düşen sonra da tahta zemin üzerinde yuvarlanan metalik bir şeyin sesini işitir gibi oldu. Son gördüğü şey ise gümüş mürekkep hokkasının masanın kenarından yuvarlanarak alnının tam ortasına düştüğüydü.

Uyandığında her tarafı mürekkebe boyanmış vaziyetteydi. Hokka başına isabet ettiğinde bayılmış olmalıydı. Orada ne kadar baygın kaldığını bilmiyordu ama dışarıdan gelen ışığın azlığına bakarak akşam vaktinin yaklaşmakta olduğunu tahmin edebiliyordu. Bu da nereden baksanız bir-iki saat demekti. İç ceplerinden bir IşılPırıl çıkararak üzerindeki ve yüzündeki mürekkep lekelerini birkaç dakika içinde temizledi. “Her şeye rağmen teknolojinin de iyi yanları var sanırım.” dedi kendi kendine.

Saçındaki mavi lekeler çıkmayınca buna biraz bozuldu. Masanın ve üzerindeki tüm kağıtların mürekkep lekesiyle dolduğunu fark ettiğinde ise resmen küplere bindi. Yoksa öyle değil miydi? Bir tane kağıdın hala lekesiz olduğunu görünce tüm siniri yatıştı. Kağıdı çabucak kapıp yerden Kalem-o-Matik’ini aldı ve hızlı adımlarla okuma koltuğunun olduğu yere döndü. Saman kağıdını dikkatle sehpanın üzerine yerleştirip ağzını açmamaya özen göstererek yazmaya başladı. Konuşmazsa Kalem-o-Matik’i normal bir kalem gibi kullanabildiğini görünce sevindi ve hızla yazmaya devam etti.

Yarım saatten biraz daha fazla bir süre içinde kuzenine yazdığı mektubunu tamamlamıştı. “Nihayet!” diyerek zaferini kutladı ve mektubunu göz hizasına kaldırıp ona gururla baktı. Kendi el yazısıyla bir mektup yazmıştı. Gerçi uzun yıllar yazı yazmamanın verdiği bir hamlıkla yazısı biraz bozulmuştu ama olsundu. Son satırın altını özenle imzaladı ve masadaki boş zarflardan birini aldı. Tam mektubu zarfa yerleştirecekken aklına parlak bir fikir geldi. “Neden mektubun köşesini yakmıyorum ki? Eskiden böyle yapardık ya… Ne de havalı olurdu!” diyerek kıkırdadı. Bir taraftan ateş yakabilmek için cebindeki ŞipŞak’ı ararken diğer taraftan da “Evet, böylesi kesinlikle çok daha etkileyici olur. Kuzenimin yüzündeki huşu ifadesini hayal bile edemiyorum.” dedi kıkırdayarak. “Hah! İşte buldum.” diyerek küçük cihazı cebinden çıkardı ve üzerindeki birkaç tuştan birine basarak ateş yanmasını sağladı. Sonra mektubu yavaşça aleve tutarak köşesini yakmaya başladı. “Gençliğimde bunu ne çok yapardım. Ah, neler unutmuşum neler…” diye mırıldanıyordu bir taraftan da. Ama unuttuğu bir şey daha olduğunun farkında değildi. O da saman kağıdının hemen alev aldığıydı.

Kağıt ateşin temasıyla anında alev aldı. Adam telaşla mektubu masanın üzerine fırlattı. Birkaç saniye içinde mektup toz olmuştu bile. Adam şaşkın bakışlarla bir ŞipŞak tutan eline bir de mektuptan arta kalan toz birikintisine bakakalmıştı. Sonunda bir hüsran çığlığı atarak, pes etmiş bir biçimde başını kollarına yaslayıp sehpanın üzerine uzandı.

Tam o esnada kolundaki hologramlı telefon çaldı ve otomatik yanıt sistemiyle bilekfon arayana cevap verdi. Başını kaldırmadan yan gözlerle bilekfonuna baktı. Saatten adamın çok iyi tanıdığı bir yüz hologramı yükseldi ve neşeyle konuşmaya başladı. “Hey, sevgili kuzenim! Nasılsın? Bu hafta şehirdeyim. Seni ziyarete geldim hatta az önce evinin önünden geçtim. Bu akşam buluşup eski günleri yâd etmeye ne dersin? Neyin var senin? Neden yüzün asık? Hey, o saçındaki mavilik de ne? Yoksa saçını mı boyatıyorsun?”

Sci-Fi Cities by Star Wars / Coruscant view