12 Şubat 2015 Perşembe

Ve sonunda...

Çizim: Ömer TUNÇ

1765, Atlas Okyanusu
Fırtına Kuşu adlı yelkenli ticaret gemisi, rüzgârın on iki köşesinden birini arkasına almış bir şekilde Atlas Okyanusu’nun kuzey sularında ağır ağır yol alıyordu. Gemi bu gösterişli ismini dillere destan bir sürate sahip olmasına değil, pek çok öfkeli fırtınanın gazabından yelkenlerini başarıyla sıyırmasına borçluydu. Lâkin, her güzel şeyin bir sonu vardır kuralı ta o zamanlarda bile geçerliydi… Çünkü o günün erken saatlerinde başlayan ve gökyüzü yıldızlarla bezeninceye kadar devam eden şiddetli bir fırtına geminin ahşaptan gövdesine deniz tuzuyla işlenmiş o payeyi bir hışımla söküp atmıştı. Fırtına Kuşu bu şiddetli hava muhalefetini atlatmıştı atlatmasına ama tek parça olduğunu söylemek bir hayli zordu; üç direğinden birini ve mürettebatının yarısını okyanusun lacivert sularına gömmüştü. Geriye kalan iki yelkeninin lime lime, hayatta kalan mürettebatının da bitap durumda olması cabasıydı.

Vakit gecenin ilerleyen saatleri olmasına rağmen ortama kızıl bir ışık hâkimdi, zira dolunay bu gece sanki fırtınanın kıydığı canların kanıyla yıkanmışçasına kıpkırmızıydı. Kaptan Johnson fırtınayı atlatmalarının ardından hızlı bir hasar raporu çıkarmaları için adamlarına emirler yağdırmış, gemisinin okyanusun dibiyle kucaklaşmayacağına emin oluncaya kadar da onlara rahat yüzü göstermemişti. Ancak içindeki kuşku iblisçiklerini öldürdükten sonra hemen hemen tüm mürettebatına yaralarını yalayıp dinlenmeleri için izin vermişti; dümenciyi mecburen her zamanki yerinde bırakmıştı, gözcü direğine de pineklemeyeceğine güvendiği bir adam yerleştirmişti. Kendisiyse hem yardımcısı hem de kafası matematiğe en çok çalışan (yani en azından ona kadar sayabilen) birkaç adamıyla birlikte kaybettikleri ticari malların hesabını yapıp bu durumun kesesine ne kadar zarara mâl olacağını hesaplamakla meşguldü.

Hayatta kalan şanslı azınlık, yitirdikleri kürek arkadaşlarının yasını tutsa da güneşi bir kez daha göreceklerini bilmenin huzuruyla içten içe sevinmeden, hâlâ yaşadıkları için şükretmeden edemiyorlardı. Ah bir de ayın şu melun rengi olmasaydı! Mürettebattan bazıları tepelerinde asılı duran o meşum yuvarlağa bakarak, “Kötü şans,” diye fısıldıyorlardı kendi aralarında. “Kötü şans…”

Kızıl renkli dolunay oldukça yaygın bir denizcilik alametiydi ve hayra yorulduğu vakitler pek azdı. Kimilerine göre bu, denizin altında yaşayan ve yıldızların doğru konuma gelmesini bekleyen doğaüstü varlıkların uyanacağı günün yaklaştığını gösteren bir işaretti. Kimilerine göreyse kutsal kitaptaki kıyamet alametlerinden biriydi ve Tanrı’nın çok yakında dünyanın tıpasını çekeceğini, her şeyin sona ereceğini gösteriyordu. Bazıları bu yaklaşımı gülünç buluyor ve Büyük Gün gelip çattığında Yüce Buda’nın onları bu batıl inançları için cezalandıracağını söylüyordu. Bazılarıysa tüm bunlara gülüp geçiyor ve Allah’ın izniyle her şeyin yolunda gideceğini savunuyordu. Ama hangi görüşe inanırlarsa inansınlar yalnız kaldıklarında bir köşeye çekilip koyunlarında sakladıkları haçları, muskaları, Yahudi yıldızlarını, kutsal inek sembollerini ve çeşitli tılsımları öperek annelerinden öğrendikleri birkaç duayı yarım yamalak fısıldamayı da ihmal etmiyorlardı.

Tartışmalar, hesaplamalar ve ahlar vahlar eşliğindeki istirahat başlayalı çok olmamıştı ki gözcü direğindeki tayfadan gecenin kızıl sessizliğini delen bir bağırış yükseldi: “Sancak tarafında bi filika!”

Henüz günün yorgunluğuna yenik düşmeyen birkaç kişi geminin güvertesine koşturdu. Kaptan Johnson ve yardımcısı Gilbert da hemen arkalarındaydı. İçlerinden biri bir gemi fenerini tutuşturup havaya kaldırdı ve ileriye doğru tuttu; ama buna gerek yoktu, kızıl dolunay etrafı yeterince aydınlatıyordu.

“Orda!” diye bağırdı tayfalardan biri, tuzlu su ve palamarlar tarafından iyice yıpratılmış parmağını ilerideki bir noktaya uzatarak.

Kaptan fırtınaların gürültüsü üzerinden duyurmaya alıştığı o gür sesiyle o tarafa doğru bağırdı. “Hey! Sandaldaki! Kimdir o?”

Cevap gelmedi, fakat filikanın içinde boylu boyunca uzanan bir karaltı kıpırdayıp inledi.

“İblisler…” diye inledi Sünger lakaplı bir diğer tayfa. Diğerlerine göre nispeten daha kısa ve göbekli biriydi. “Kızıl ayın laneti! Bizi almaya geldiler! Kötü şans! Kötü!”