12 Şubat 2015 Perşembe

Ve sonunda...

Çizim: Ömer TUNÇ

1765, Atlas Okyanusu
Fırtına Kuşu adlı yelkenli ticaret gemisi, rüzgârın on iki köşesinden birini arkasına almış bir şekilde Atlas Okyanusu’nun kuzey sularında ağır ağır yol alıyordu. Gemi bu gösterişli ismini dillere destan bir sürate sahip olmasına değil, pek çok öfkeli fırtınanın gazabından yelkenlerini başarıyla sıyırmasına borçluydu. Lâkin, her güzel şeyin bir sonu vardır kuralı ta o zamanlarda bile geçerliydi… Çünkü o günün erken saatlerinde başlayan ve gökyüzü yıldızlarla bezeninceye kadar devam eden şiddetli bir fırtına geminin ahşaptan gövdesine deniz tuzuyla işlenmiş o payeyi bir hışımla söküp atmıştı. Fırtına Kuşu bu şiddetli hava muhalefetini atlatmıştı atlatmasına ama tek parça olduğunu söylemek bir hayli zordu; üç direğinden birini ve mürettebatının yarısını okyanusun lacivert sularına gömmüştü. Geriye kalan iki yelkeninin lime lime, hayatta kalan mürettebatının da bitap durumda olması cabasıydı.

Vakit gecenin ilerleyen saatleri olmasına rağmen ortama kızıl bir ışık hâkimdi, zira dolunay bu gece sanki fırtınanın kıydığı canların kanıyla yıkanmışçasına kıpkırmızıydı. Kaptan Johnson fırtınayı atlatmalarının ardından hızlı bir hasar raporu çıkarmaları için adamlarına emirler yağdırmış, gemisinin okyanusun dibiyle kucaklaşmayacağına emin oluncaya kadar da onlara rahat yüzü göstermemişti. Ancak içindeki kuşku iblisçiklerini öldürdükten sonra hemen hemen tüm mürettebatına yaralarını yalayıp dinlenmeleri için izin vermişti; dümenciyi mecburen her zamanki yerinde bırakmıştı, gözcü direğine de pineklemeyeceğine güvendiği bir adam yerleştirmişti. Kendisiyse hem yardımcısı hem de kafası matematiğe en çok çalışan (yani en azından ona kadar sayabilen) birkaç adamıyla birlikte kaybettikleri ticari malların hesabını yapıp bu durumun kesesine ne kadar zarara mâl olacağını hesaplamakla meşguldü.

Hayatta kalan şanslı azınlık, yitirdikleri kürek arkadaşlarının yasını tutsa da güneşi bir kez daha göreceklerini bilmenin huzuruyla içten içe sevinmeden, hâlâ yaşadıkları için şükretmeden edemiyorlardı. Ah bir de ayın şu melun rengi olmasaydı! Mürettebattan bazıları tepelerinde asılı duran o meşum yuvarlağa bakarak, “Kötü şans,” diye fısıldıyorlardı kendi aralarında. “Kötü şans…”

Kızıl renkli dolunay oldukça yaygın bir denizcilik alametiydi ve hayra yorulduğu vakitler pek azdı. Kimilerine göre bu, denizin altında yaşayan ve yıldızların doğru konuma gelmesini bekleyen doğaüstü varlıkların uyanacağı günün yaklaştığını gösteren bir işaretti. Kimilerine göreyse kutsal kitaptaki kıyamet alametlerinden biriydi ve Tanrı’nın çok yakında dünyanın tıpasını çekeceğini, her şeyin sona ereceğini gösteriyordu. Bazıları bu yaklaşımı gülünç buluyor ve Büyük Gün gelip çattığında Yüce Buda’nın onları bu batıl inançları için cezalandıracağını söylüyordu. Bazılarıysa tüm bunlara gülüp geçiyor ve Allah’ın izniyle her şeyin yolunda gideceğini savunuyordu. Ama hangi görüşe inanırlarsa inansınlar yalnız kaldıklarında bir köşeye çekilip koyunlarında sakladıkları haçları, muskaları, Yahudi yıldızlarını, kutsal inek sembollerini ve çeşitli tılsımları öperek annelerinden öğrendikleri birkaç duayı yarım yamalak fısıldamayı da ihmal etmiyorlardı.

Tartışmalar, hesaplamalar ve ahlar vahlar eşliğindeki istirahat başlayalı çok olmamıştı ki gözcü direğindeki tayfadan gecenin kızıl sessizliğini delen bir bağırış yükseldi: “Sancak tarafında bi filika!”

Henüz günün yorgunluğuna yenik düşmeyen birkaç kişi geminin güvertesine koşturdu. Kaptan Johnson ve yardımcısı Gilbert da hemen arkalarındaydı. İçlerinden biri bir gemi fenerini tutuşturup havaya kaldırdı ve ileriye doğru tuttu; ama buna gerek yoktu, kızıl dolunay etrafı yeterince aydınlatıyordu.

“Orda!” diye bağırdı tayfalardan biri, tuzlu su ve palamarlar tarafından iyice yıpratılmış parmağını ilerideki bir noktaya uzatarak.

Kaptan fırtınaların gürültüsü üzerinden duyurmaya alıştığı o gür sesiyle o tarafa doğru bağırdı. “Hey! Sandaldaki! Kimdir o?”

Cevap gelmedi, fakat filikanın içinde boylu boyunca uzanan bir karaltı kıpırdayıp inledi.

“İblisler…” diye inledi Sünger lakaplı bir diğer tayfa. Diğerlerine göre nispeten daha kısa ve göbekli biriydi. “Kızıl ayın laneti! Bizi almaya geldiler! Kötü şans! Kötü!”


“Kapa şu kahrolasıca gaganı!” diye kükredi kaptan, gemi fenerini bir hışımla eline alıp biraz daha havaya kaldırırken. Filikadaki gölge yeniden inildeyip kısmen kendi çabası kısmense dalgaların etkisiyle, yavaşça diğer tarafa yuvarlandı.

“Bana daha çok bi kazazede gibi görünüyo,” dedi bir başka tayfa.

“Tabii ki bir kazazede! Siz ne sandınız, Sirenler mi?” dedi Kaptan Johnson öfkeyle.

Mürettebattan kaçamak bakışlar ve belli belirsiz mırıldanmalar haricinde bir tepki gelmedi.

“Hay bin incisiz istiridye!” diye çıkıştı kaptan. “Siz hiç kurbanlarının üzerine filikayla musallat olan bir kötü ruh duydunuz mu? Ya da efendisinden intikam almak için okyanusun bu buzlu sularına kadar kayıkla gelen bir canavar?”

Adamlar gönülsüzce de olsa başlarını iki yana salladılar.

“Ben de öyle düşünmüştüm. Şimdi çekin şu batasıca sandalı bordaya!”

Kaptanın sesiyle harekete geçmeye şartlanmış olan tayfalar kendi kuruntularını istemsizce bir yana bırakıp filikayı ve meçhul yolcusunu gemiye yanaştırma işine giriştiler. Kaptan Johnson, adamlarını takdir ettiğini göstermek için birkaç şevklendirici hakarette bulundu; bir taraftan da yardımcısıyla göz göze gelerek kılıcını hazır tutmasını ima etti. Ne olur ne olmaz… 

Ucunda kanca bulunan uzun sopalarla birkaç başarısız hamle yapıldı, karada edildiği takdirde cinayet sebebi olabilecek küfürler havada uçuştu ama sonunda, zor da olsa gayelerine ulaştılar. Filikanın içindeki kişi, üç dört mürettebatın ortaklaşa çabasıyla güverteye yatırılırken diğerleri de onların etrafında bir çember çizmişti. Bir erkekti bu; üzerinde seyahat etmekten aşınmış iki deri çizme, belinden sallanan boş bir kılıç kını ve tüm vücudunu saran, kahverengi, kapüşonlu bir pelerin vardı. Yüzü başlığının gölgeleri arasında kaldığından tam olarak görülmüyordu. Adam kıpırdanıp inleyince mürettebatın çoğu nefeslerini tutup birkaç adım geriye çekildi. Bazıları ellerine hançerlerine, bazılarıysa kalın sopalara attı. Derken onu güverteye taşıyan adamlardan biri kapüşonu geriye itti, bir anlık sessizlik oldu ve sonunda…

“Sadece bir çocuk bu,” dedi Yardımcı Kaptan Gilbert.

“I-ıh. Çocuk filan diil,” dedi, kazazedeyi güverteye çekenlerden biri, biraz daha yakına eğilerek. “Ergenliğe yeni adım atmış bi delikanlı. Bakın, az da olsa bıyıkları terlemeye başlamış.”

O ana dek mümkün mertebe diğerlerinin arkasında duran kaptan, kendisini toparlayıp birkaç adım ileri çıktı ve kazazedenin yüzüne dikkatle baktı. Sarı saçlar, beyaz bir ten, soğuktan morarmış dudaklar, neredeyse çocuksu sayılabilecek yüz hatları… Ardından etrafına bakınıp uğursuzluk kehanetinde bulunan Sünger’i aradı. Gözleri onunkilerle buluştuğunda tuzlu suyun ve kırklar basamağında seyreden yaşının etkisiyle yıpranmış yüzüne çarpık bir tebessüm yerleştirdi. “İşte senin kötü ruhlarınız, seni gidi sardalye beyinli!” dedi yarı keyif, yarı öfkeyle. “Götürün şu çocuğu aşağıya,” diye devam etti sonra da, tüm adamlarına hitaben. “Hekime haber verin. Bir de onu sıcak tutmaya bakın, bu çocuk donuyor… ve sen!” Bir parmağıyla Sünger’i işaret etti. “Çocuk uyanana kadar başından ayrılma. Bu bir emirdir.” Ardından yardımcısına bir baş hareketi yaptı ve cakalı adımlarla oradan ayrıldı.

* * *

Mürettebatın kaldığı kamaralardan birine taşınan genç kazazede gece yarısını birkaç dakika geçe sıçrayarak uyandı. Yaptığı ilk şey derin bir soluk alıp kollarını boğuluyormuşçasına çırpmak, yattığı yerde can havliyle debelenmek oldu. Neyse ki geminin hekimi, yanında Sünger ile birkaç kürek arkadaşı olduğu hâlde hâlâ onun başındaydı. Hep birlikte genç adamın kollarına ve bacaklarına bir ahtapot gibi sarılarak onu yatakta tutmaya, sakinleştirmeye çabaladılar.

“Sakin ol evlat, sakin ol! Mon Dieu, biv öküz kadağ kuvvetli,” dedi orta yaşlı hekim, soluk soluğa. “Yağdım etsenize be sizi işe yavamazlağ!”

“Biz ne yapmaya çalışıyoz len?” diye çıkıştı delikanlının hararetle çırpınan bacaklarından biriyle güreşe tutuşan Sünger.

En sonunda, kazazede biraz yatışır (ya da üstüne binen ağırlık yüzünden cidden boğulur) gibi oldu ve etrafını çevreleyen bu yabancı yüz denizine yarı şaşkın yarı ürkek gözlerle bakmaya başladı.

“Sakin ol mon ami,” dedi hekim tekrardan, delikanlının üzerinden kalkıp beyaz perukasını eski yerine oturtmaya çalışırken. “Sakin ol. Güvendesin, kuğtuldun.”

“Nerdeyim ben, siz kimsiniz?” dedi delikanlı, yattığı yerde geri geri sürünüp sırtını ahşap duvara yaslayarak.

“Fırtına Kuşu adlı bi ticaret gemisindesin,” dedi Sünger. “Seni bi filikanın içinde tek başına bulduk. Hiç bi’şii hatırlamıyon mu?”

Delikanlı bir an için gözlerini kısıp Sünger’e baktı, yüzünde sanki adamın kullandığı lisanı anlayamıyormuş gibi bir ifade vardı, sonra da başını yavaş yavaş sağa sola salladı.

“Adın ne sahbiy?” diye sordu siyah tenli, kıvırcık saçlı ve uzun boylu bir tayfa. Delikanlının cevap vermediğini görünce de, “Ben Cemal,” diye devam etti, bir elini kalbinin üstüne koyarak. “Bana Arap Cemal derl…”

“Ya da Gündüz Feneri!” diye lafını böldü Sünger, gevrek gevrek gülerek.

“Kes sesini!” diye çıkıştı ona Cemal.

“Ne var len, yalan mı? Bu arada ben de Brady, İrlandalıyım. Ama herkes bana Sünger der.”

Biraz yatışmış gibi görünen delikanlı, göbekli denizciyi merakla gözlerle süzdü. “Çok içki içtiğin için mi?” diye sordu sonunda, hafif çekinerek.

“Hayır,” dedi Arap, “geminin bulaşıkçısı o da ondan.”

Sünger Brady ile kazazede delikanlı haricindekiler bu beyana kahkahalarla güldü.

“Ben de François, geminin hekimiyim.”

Odadakiler beklentiyle delikanlıya bakmaya başladı.

“David…” dedi sonunda. “Adım David.”

Enchanté Mösyö David,” dedi Fransız hekim, ismi yazıldığı gibi telaffuz ederek. Ardından kendi dizlerine attığı birer şaplak eşliğinde yatağın kenarından kalktı. “Eh… Hastamız iyi olduğuna göğe bana buvada daha fazla ihtiyaç yok. İlgilenmem geğeken başka yağalılağ var. Eğer biğ şeye ihtiyacın olu’sa beni çağıvtın Mösyö David. Au revoir.”

Hekimin dışarıya çıkmasıyla birlikte delikanlıyla yarım düzine kadar tayfa baş başa kalmış oldu. Derken David aniden, şiddetli bir biçimde titremeye başladı.

“S-so-soğuk…” dedi, tamtam çalan dişlerinin arasından.

Adamlardan birkaçı sağa sola koşuşturdu ve kısa süre içinde David’in üzerinde yün battaniyelerden oluşan bir tepecik yükseldi.

“Doktoru çağırayım mı?” diye sordu Arap Cemal, delikanlıdan çok arkadaşlarına.

“Lüzum yok,” dedi Sünger. “Ben daha iyi bir tedavi biliyom.”

“Neymiş o?”

Sünger sırıtarak odadakilere şöyle bir göz gezdirdi, ardından yerdeki heybesine uzanarak içinden bir şişe çıkardı. “Tabii ki rom!” dedi, şişenin dibini masaya gürültüyle çarparak.

* * *

Neşeyle geçen yarım saatin ve elden ele dolaşan ikinci şişe romun ardından Arap Cemal hariç odadaki herkes çakırkeyif olmuştu. O dini görüşünden dolayı ağzına alkol koymuyordu; onu kamarada tutan yegâne şeyse delikanlının hikâyesine duyduğu meraktı.

“Eee?” dedi Sünger, geğirerek. “Kendini nası hissediyon bakalım?”

“Daha iyi,” dedi David, uzatılan şişeden bir yudum alırken. “Sayenizde… Böylesine bir ortamda bulunmayalı uzun zaman olmuştu.”

“O hâlde artık olanları hatırlıyorsun?” dedi Arap, teniyle tezat oluşturan inci beyazı gözlerini ona dikerek.

David bu bakışlar altında hafifçe kıpırdandıysa da kafasını olumlu anlamda salladı. Kamara bir anda sessizliğe gömüldü; kulaklarına çarpan tek seda, fırtınanın ardından geminin gövdesini özür dilercesine okşayan dalgaların şırıltısıydı. “Albatros adlı bir yolcu gemisindeydim,” dedi delikanlı. “Korkunç bir fırtınaya yakalandık ve gemimiz battı.”

“Tek kurtulan sensin?” diye sordu tayfalardan biri, adı Amar olan bir Hintli.

“Hayır… yani, evet. Bilmiyorum. Filikaya… Filikaya bindiğimde benimle birlikte birkaç kişinin daha olduğunu hatırlıyorum, ama hepsi dalgalara yenik düşmüş olmalı. Sıkı tutunduğum için şanslıyım sanırım.”

“Eh…” dedi Amar, şişeyi alarak. “Kaptan Buzdağı’na yakalanmadığı için sen çok daha şanslı.”

“Kim?”

“Kaptan Buzdağı.Yoksa sen onu hiç duymadı?”

“Kaptan Buzdağıymış, pöh! Ne saçmalık!” dedi bir başka tayfa, şişeyi Hintlinin elinden kaparken. David konuşan adamı Üç Parmaklı Yosef olarak tanıttıklarını hatırladı; miçoluk zamanında sağ elinin iki parmağını palamarlara kaptıran bir Yahudi. “Sadece süt çocuklarını kandırmak için anlatılan bir masal bu.”

“Hey! O bi masal filan diil,” diye çıkıştı Sünger. “Efsaneyi ben de biliyom.”

“Neymiş peki? Anlat da biz de duyalım,” dedi bir başkası.

Sünger Brady rom şişesini aldı, uzunca bir fırt çekti, ağzının gömleğinin yenide sildi ve anlatmaya başladı. “Kaptan Buzdağı,” dedi, çakırkeyif bir sesle, “çok zalim bi korsandır. Hatta Atlas Okyanusu’nun gördüğü en zalim korsan. Gaddar adamlardan oluşan bir mürettebatı ve en hızlı kalyonlardan kurulu bir filosu vardır; omzunda bir papağan oturur. Barbossa, Curtogoli ve Dragut gibi efsane kaptanlar onun yanında hiç kalır. Uzun yıllar boyunca bu sularda terör estirdi, hiç bi’ hükümet onu yakalama başarısı gösteremediği gibi elinden kurtulan gemilerin sayısı da bi elin parmaklarını geçmez. Hık!”

“Benim parmaklarım da buna dahil mi?” dedi Yosef alayla, üç parmağını göstererek.

“Benimkinin dahil olduuu kesin!” diye karşılık verdi Sünger, orta parmağını ona doğru sertçe kaldırırken. Kamarada bir kahkaha daha koptu.

“Dediğim gibi,” diye devam etti İrlandalı, şamatanın üzerinden sesini duyurabilmek için daha yüksek perdeden bir tonla, “Kaptan Buzdağı oldukça zalim bi korsandır. Gel gelelim, en nihayetinde o da hepimiz gibi bir insan. Ya da insandı…”

Sünger konuşmasına dramatik bir hava katmak için duraksadı, amma velâkin bir şamandıra misali sağa sola sallandığından ve zaten tuhaf olan konuşmasının alkolün etkisiyle hepten kaymasından bu konuda pek de muvaffak olduğu söylenemezdi.

“Ne demek istiyorsun?” diye sordu sonunda David.

“Demek istediim şu… Hık! Her ne kadar cesaretimizle nam salsak bile biz denizcilerin de korktuğu şeyler vardır. Ve zaman bunların taa en tepesinde gelir.”

“Ve kötü ruhlar,” diye ekledi Arap Cemal, alayla.

“Ve kötü ruhlar,” diye onayladı Sünger, işaret parmağını ciddiyetle sallayarak. “Şimdi… gözü kara bi korsan olsan bile zamanın seni yakalamasına ve gençliğini yağmalamasına engel olamazsın. Kılıçların arasına gözün kapalı dalabilirsin, köpekbalıklarıyla dolu sularda yelken açabilirsin… ama zamanı asla yenemezsin.”

Diğer tayfalar bu söze katıldıklarını göstermek için kafalarını salladılar.

“Pek çok ünlü denizcinin işini bitiren nedir, biliyon mu David?”

“Zaman mı?”

“Zaman… Eklemlerin yelken halatları gibi gıcırdamaya, ellerin bi denizanası gibi titremeye başladığında sonunun yaklaştığı bilirsin. Hevesli bi tayfa, eski bi kanlının intikam yemini etmiş piçi, bi sonraki kılıç dövüşün, peşindeki kraliyet donanması… adını sen koy. Kim olduuna göre değişir, ama sonuç hep aynıdır. Hık!”

“Tabutun olursa sen şanslı,” dedi Amar.

“İşte Kaptan Buzdağı’nın Gençlik Pınarı’nı aramaya başlamasının sebebi bu,” diye devam etti Sünger. “Ya da en azından öyle diyolar. Anlatılanlara göre bayaa uzun bi sürenin ardından bulmuş da. Orada büyük bi büyücüyle savaştığını söylerler. Kimilerine göre pınara ulaşmasına sadece bi’kaç adım kala ölmüş, ama ben buna inanmıyom. Kimilerine göreyse hem büyücüyü yenip onun güçlerine hâkim olmuş hem de pınara ulaşıp ölümsüzlüğe kavuşmuş. Bir tanrı hâline gelmiş ve o günden beri denizlerde dehşet saçmaya devam ediyo. Ve sonunda…”

“Kafirlik!” diye lafını kesti Arap Cemal. “Allah’tan başka ilah yoktur. Ayrıca efsaneyi ben de biliyorum ve anlattıklarınla alakası yok sahbiy. Kaptan Buzdağı bir korsan değil, ölümsüz bir efsuncudur. Ayrıca o saydığın korsanlar… yani senin Barbossa, Curtogoli ve Dragut dediklerin din kardeşlerimin Oruç Reis, Kurtoğlu ve Turgut Reis olarak tanıdığı derya akıncılarının isimleri. Gençlik Pınarı olarak bahsettiğin şeyse Ab-ı Hayat’tan başkası değil elbette.”

“Abu… ne?”

“Ab-ı Hayat… Yani Yaşam Suyu.”

“Benim bildiğim bir tek yaşam suyu var, o da bu!” dedi Üç Parmaklı Yosef, romu kafasına dikerken. Kamarada önce bir kahkaha, sonra da Yahudi’nin şişenin dibini görmesini engellemek için bir gürültü koptu.

“Kaptan Buzdağı adını buza hükmetmesinden alır,” diye devam etti Arap, şamata yerini sessizliğe bıraktığında. “Denizleri dondurabildiği, ellerinden saçaklar fırlatabildiği ve düşmanlarını buza çevirebildiği söylenir. Derler ki koca savaş gemilerinden oluşan, acayip görünüşlü, kanat gibi yelkenleri olan kara bir filoya sahiptir. Mürettebatı cinlerden oluşur; omzunda da bir Anka oturur.”

“Cinler? Şu Alaaddin’deki gibi?” diye sordu Amar.

“Onlar sadece Acem masallarında olur. Benim bahsettiğim Hıristiyanların ifrit diye tabir ettiği kötücül yaratıklar.”

“Kötü ruhlar…” dedi Sünger, bariz bir şekilde ürpererek.

“Efsaneye göre,” diye devam etti Cemal, ona aldırmadan, “Kaptan Buzdağı güçlü olduğu kadar küstahtır da ve bir gün okyanuslar gözüne dar gelmeye başlar. Sonunda gözünü göğe diker ve Yaradan’a kafa tutar. Lâkin yerde ve gökte O’na denk bir kudret yoktur. Allah, Kaptan Buzdağı denen kafiri mağlup eder ve onu ebediyete dek cezalandırır. Ve sonunda…”

“Ne saçmalık!” diye kestirip attı Hintli Amar. “Efsaneyi ben de biliyor ve bizim destanlarda değil Kaptan Buzdağı bir büyücü falan. O, gençliğinde çok can aldığı yüzünden tanrılar tarafından cezalandırılmış bir lanetli. Kendisi gibi lanetli bir mürettebatı, denizin hem üstünde hem altında yüzen gemileri var derler bizim oralarda; omzunda da bir kuzgun. Onun görev denizlerde boğulan ruhlara yardım etme, onları gemisine alma ve yeniden diriliş yolunda onlara yol gösterme.”

“Sen Uçan Hollandalı’dan söz ediyon,” diye araya girdi Sünger.

“O masal bizim efsaneden, Kaptan Buzdağı’ndan gelir. Bizim orda derler ki gün gelecek kaptanın cezası bitecek. Ve sonunda…”

“Bu ne kepazelik!” diye gürledi Kaptan Johnson, kamaraya adım atar atmaz. Adamın gök gürültüsünü andıran sesi, odanın ahşap kirişlerinde yankılanırken korkudan eli ayağı birbirine dolaşan yarım düzine tayfa da bir kol ve bacak yığını hâlinde yerlerinden sıçrayıverdiler. Ellerinden geldiği kadar çabuk bir şekilde tek sıra oluşturmaya çabalasalar da durdukları yerde hafif hafif sağa sola sallanmalarına engel olamıyorlardı ve bunun denizin gelgitleriyle hiçbir alakası yoktu. Yerde masumca yuvarlanan ama bir türlü kavuşamayan iki boş rom şişesi Kaptan’a ihtiyacı olan tüm bilgiyi veriyordu zaten.

Kaptan o koca göğsünü rüzgârla dolan yelkenler misali şişirdi, ardından çeşitli deniz mahsullerinin muhtelif denizcilik terimleriyle tuhaf bir dansa tutuştuğu, uzun bir küfür silsilesine başladı. Birkaç dakika içerisinde kamarada sadece o ve David kalmıştı. Koşarak (daha doğrusu yalpalayarak) uzaklaşan adamlarının ardından bakarken titrek bir nefes verdi kaptan. Ardından kazazede yolcusuna döndü.

“Bu parodi için beni affedin genç bayım. Bazen bu şeytan minarelerini kontrol altında tutabilmek için böyle öfke patlamalarına ihtiyaç duyuyorum. Daha yeni bir fırtına atlattık okyanuslar aşkına! Az sonra yeni bir tanesinin bizi yakalamayacağını kim söyleyebilir ki? Adamlarımın ayık olmasına ihtiyacım var, zaten sarhoş değilken bile güverteden düşen çok oluyor. Ama beni bağışlayın, kendimi tanıtmadım… ben Kaptan Johnson.”

“David,” dedi tebessüm eden delikanlı, kaptanın nasırlı elini sıkarken. “Ayrıca hiç önemli değil. Zamanında ben de adamlara kumanda etmiştim, o yüzden ne demek istediğinizi iyi biliyorum.”

“Öyle mi?” dedi Kaptan, elini geri çekmeye çalışarak. Ama David bırakmadı.

“Öyle…” dedi delikanlı ve yüzündeki gülümseme yerini kötücül bir sırıtışa bıraktı. David’in elinden kaptanın bileğine doğru bir soğukluk dalgası yayıldı ve bir anda, ani bir ışık patlaması eşliğinde hem Johnson hem de David koca birer buz kütlesine dönüşüverdi. Saniyeler sonra buzlar çatırdayarak parçalandı ve eğer kamarada başka biri olsaydı onu hayretler içinde bırakacak bir manzarayı gözler önüne serdi. Yatakta yatan kişi artık Kaptan Johnson’ın simasına ve ölçülerine sahipti, fakat üzerideki kıyafetler hâlâ David’e aitti. Az önce Johnson’ın durduğu yerdeyse kaptan giysileri içindeki David vardı.

“Sen… ne yaptın?” diye inledi ayaktaki adam. “Hay bin…” Ama konuşmasını tamamlayamadan şiddetli bir titremeye tutuldu, kollarını etrafına sardı, dişleri takırdadı, teni maviye ve dudakları mora çaldı. Ardından cansız bir biçimde yere yığıldı.

Kaptan Johnson’ın görünümünü çalan delikanlı yataktan yavaşça kalktı, cesedi bez bir bebek taşırmışçasına kaldırıp yatağa yatırdı ve kıyafetlerini değiş tokuş etmeye başladı. İşini bitirdiğinde odadaki küçük aynada kendine şöyle bir bakıp gülümsedi. Ardından gözleri lombozdan yansıyan kızıl dolunaya takıldı.

“Ve sonunda…” dedi kaptanın o tok sesiyle, “yedi denizlerin dehşetengiz korsanı, Gençlik Pınarı’nın fatihi, buz büyücüsü, denizde ölenleri huzura kavuşturma göreviyle lanetlenen Kaptan Buzdağı, gün gelip de cezasını sona erdirecek kadar yaşamı huzura kavuşturduğunda, kızıl bir dolunay gecesinde ölümsüz bedenine geri dönecek. İki seçeneği olacak: ya yaptıklarından pişmanlık duyup güçlerini iyilik adına kullanacak, ya da eskiden olduğu gibi denizlere dehşet saçıp intikamını almaya çalışacak.”

Sırıttı, yerdeki kaptan şapkasını başına geçirdi, sonra da Doktor François’ya kazazedeyi kaybettiklerini haber vermek için kamarayı terk etti.

- SON -

Not: Bu öykü ilk olarak Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nin "Kaptan Buzadam" teması bünyesinde yayınlanmıştır. 

Sayın Ömer TUNÇ'a bu güzel çizimi için çok teşekkür ederim.

0 comments: