İstanbul’da oturduğumuz zamanlarda karşı dairemizdeki tonton teyzeden işitmiştim bu lafı ilk kez. “Eğer birine beddua etmek isterseniz hiç o güzel kafanızı yormayın. Evine usta girsin, deyin yeter,” demişti anneme. Tabii o zamanlar ufacık bir velet olduğumdan ve annemin bacaklarına sarılıp tonton teyzeye kaçamak bakışlar attığımdan bu sözün değerini kavrayamamıştım. O günlerde karşı komşumuzun benim için tek anlamı yaptığı enfes mi enfes kurabiyelerdi ne de olsa. Şimdiyse ne demek istediğini çok ama çok iyi anlıyorum.
Her şey çocuğun pazara kaçmasıyla başladı… Durun bir saniye, bu başka bir hikâyeydi. Ne diyordum? Hah, hatırladım! Her şey banyomuzdaki 3-4 duvar fayansının bir gece ansızın intihar etmesiyle başladı. Ailecek o tarafa koşturduğumuzda kapının arkasındaki duvarda tablo boyutunda bir boşluk olduğunu gördük hayretle. “Eh, ne yapalım? Dört fayans alıp taktırırız artık,” dedik. Ama aksilikler bir başladı mı hepsi üst üste gelir kuralı burada da devreye girdi…
Ertesi gün gelen usta fayanslara şöyle bir bakıp sadece düşenleri değiştirmekle bu işten paçayı sıyıramayacağımızı, inşaat ustasının malzemeden çaldığını ve çok geçmeden tüm fayansların ikişer üçer döküleceğini söyledi. Bizim cevabımız da pek bir medeni ve de anlayışlı oldu tabii: “Hadi oradan!” diye bağırdık (adam gittikten sonra elbette… yiğitliğimiz dillere destandır!) “Aklınca bizi kandırıp daha fazla para koparacak! Yer miyiz biz bu numaraları, hahayt!”
Yermişiz…
Aradan birkaç gün geçtikten sonra bir de baktık ki banyomuzdaki tüm fayanslar karalar bağlamış, “Siz olmadan bu banyoda yaşayamayız!” nidaları eşliğinde intihara meylediyorlar. Çünkü hepsi de aşağı doğru meyletmişti, şaftları kayıvermişti hafiften. Bunun iki anlamı vardı: ya usta doğru söylüyordu, ya da geceleri şişman bir ninja edasıyla çaktırmadan evimize girip fayanslara rüşvet veriyordu. Her hâlükârda artık banyonun duvarlarını komple yaptırmaya mecburduk. Ustalar çağrıldı, çalışmalara başlandı. Ustabaşının hesabına göre her şey üç gün içinde halledilecekti. Derken annemin hatun damarı tuttu ve “Madem yaptırıyoruz, o zaman küveti de değiştirelim,” demeye başladı. Kocalık damarı tutan babamsa buna katiyetle karşı çıktı. “Karıştırma şimdi küveti müveti! Ölürüm de yaptırmam!” Ertesi gün bir de baktım ki tadilat planlarına küvet de dahil olmuş ve ustanın tahmini bitiriş süresi hesapları beş güne çıkmış.
Tadilatlar başlayalı daha bir gün bile olmamışken küçük tuvaletimizin fayanslarının halatsız bungee-jumping’e heves sarmasıysa işlerin iyice çığırından çıktığı nokta oldu. İnşaat ustası gerçekten de malzemeden çalmıştı çünkü ve fayansların arkasında koca koca boşluklar vardı. Bu kadar dayanmaları bile mucizeymiş doğrusu… Böylece ustalar bir taraftan büyük tuvaleti yıkıp dökerken diğer taraftan da küçüğü onarmaya çalışıyordu, ama bu kahramanca çabalarının nafile olduğu anlaşılınca sonunda onun da komple değiştirilmesine karar verildi. Tahmini varış süresi bir hafta.
Koridorları boyama işlemi birkaç yanlış anlamanın, yanlışlıkla atılan bir iki fırça darbesinin ve aşırı hevesli bir boyacının sayesinde bütün evi boyamaya dönüştü. Böylece geri kalan bütün odalardaki eşyalar da salona taşındı.
Aradan üç hafta geçti. Üç hafta... Şu anda sağ yanımda bir klozet, sol yanımdaysa bir makyaj masasıyla birlikte salonun ortasında oturuyorum. Kendimi "Para Tuzağı" filmindeki Tom Hanks gibi hissediyorum. Bu da yetmiyormuş gibi tavanda gezinen pembe renkli, minik bir kertenkele omzumun üzerinden yazdıklarımı okuyor. Terbiyesiz…
Annemin içerden gelen sesini duyuyorum. “Madem koridorları boyattık bari bir de süpürgelik yaptıralım.”
Hayatta olmaz!” diyor babam. “Öldürseniz de gebertseniz de yaptırmam!”
Sanırım yarın eve kimin geleceğini hepimiz biliyoruz…
Tahmini kafayı sıyırma süresi bilinmiyor.