25 Haziran 2019 Salı

Çevirmenin Çemberi: Gökteki Çakıl Taşı


Gökteki Çakıl Taşı bende karışık duygular oluşturan bir kitap oldu. Bir yandan bir üçlemenin daha hakkından geldiğim ve seriyi kazasız belasız tamamladığım için seviniyordum. Diğer yandan da Asimov’a veda edecek olmanın üzüntüsü vardı içimde. Böylesine büyük bir ustanın kitaplarını çevirmek herkese nasip olmaz ne de olsa. Hele hele yayınlanışının üstünden bunca yıl geçtikten sonra…

İşin ilginç yanı, Gökteki Çakıl Taşı’nın (Pebble In The Sky) Asimov’un kariyeri boyunca yazdığı ilk roman olması. Üstat o güne dek hep kısa hikâyeler kaleme almış, bu kitapsa romancılığa attığı ilk adım olmuş. Nasıl yani, dediğinizi duyar gibi oluyorum. Sonuçta karşımızdaki bir üçlemenin üçüncü cildi, o zaman önceki iki kitaptan evvel yazılması gerekir, değil mi? Mantıken öyle… Ama işin aslı öyle değil işte.

Asimov, Gökteki Çakıl Taşı'nı 1950 yılında yayımlatmış. Toz Gibi Yıldızlar ve Vakıf ise bir yıl sonra, 1951’de basılmış. Bununla birlikte kitapta anlatılan olaylar kronolojik olarak Toz Gibi Yıldızlar’dan yaklaşık 7500, Uzay Akımları’ndan ise 1300 yıl kadar sonra gerçekleşiyor. Trantor İmparatorluğu artık iyice güçlenmiş ve Galaktik İmparatorluk hâline gelmiştir. Dünya ise artık hepten öksüz kalmış, galaksinin geri kalanı tarafından dışlanan bir yere dönüşmüştür. Dünyalılar dışında hiç kimse bu gezegenin insanoğlunun beşiği olduğuna inanmaz. Çoğu kişi için gökteki önemsiz bir çakıl taşından ibarettir yalnızca.

Derken, 1950’lerde yaşayan mutlu ve emekli bir terzi olan Joseph Schwartz gizemli bir kaza sonucu kendini gelecekte, bu dünyada buluverir. Ne olduğunu, oraya nasıl geldiğini bir türlü anlayamaz. Dünya yabancılaşmış, radyoaktif bir yer hâline gelmiştir. İnsanlarsa anlamadığı bir dil konuşmaktadır. İşin kötüsü nüfus fazlalığını azaltmak için 60 yaşını geçen herkese ötanazi uygulanmaktadır. Bildiğiniz, ilaçla uyutulup öldürülüyorlar yani. Ve Joseph altmış iki yaşındadır…









Üst üste iki Asimov çevirdikten sonra insan yazarın diline artık iyice alıştığımı, üçüncüyü daha kolay ve hızlı bir şekilde çevirebileceğimi düşünür, değil mi? Açıkçası ben öyle düşünmüştüm. Sonrasında da ağzımın payını bir güzel aldım. Hem de oldukça bilimsel bir şekilde…

Yazımın başında da belirttiğim gibi, Gökteki Çakıl Taşı üstadın yayımlanan ilk romanı. Dolayısıyla o alışık olduğumuz, akıcı ve sade üslubu burada henüz tam olarak oturmamış. İşte bu yüzden Asimov’un bu kitaptaki cümle yapıları öncekilere nazaran daha farklıydı. Ve bol miktarda, uzun uzun bilimsel açıklamalar içeriyorlardı. Özellikle üçüncü bölümden beşinci bölüme kadar olan yerler, yani yaklaşık 30 sayfalık bir kısım vardı ki düşman başına!

Aslında o noktaya gelinceye kadar gayet mutlu mesut çeviriyordum cümleleri. Schwartz’ın eski zamanlardaki günleri, yeni bir dünyaya gelişi, nerede olduğunu anlamaya çalışması… Gayet sade ve keyifli bir şekilde geçip gitti buralar. Ama meğersem bu kısımlar fırtınadan önceki sessizlikmiş. Çünkü üçüncü bölümde, kitabın henüz otuzlu sayfalarında proteinlerden, yaşamın oluşma biçiminden ve radyoaktif etmenlerin bunların üstündeki etkilerinden bahsetmeye başlıyor Asimov. Açılışı da şu cümleyle yapıveriyor:

“Temel olarak bütün yaşamlar tek bir kökenden gelir çünkü hepsi protoplazma dediğimiz kolloidal dispersiyon hâlindeki protein karışımlarından oluşur.”

Kolloidal dispersiyon hâlindeki protoplazmalara gelince yolda hızla giderken birdenbire arıza yapıp öksürmeye başlayan bir araba gibi şöyle bir tekledim zaten. Asimov ondan sonra tam dört sayfa boyunca – dört – koca koca, metin duvarlarından hallice paragraflar eşliğinde zincirleme reaksiyonlardan, organik ve inorganik maddelerden, radyoaktif izotoplardan ve protoplazmalardan bahsedip duruyor.

Tam bunları bir şekilde atlattım derken sadece birkaç sayfa sonra, dördüncü bölümde bu sefer de insanın beyin yapısından ve düşüncelerin nasıl oluştuğundan söz etmeye başlıyor. Ama tabii bunu işin bilimsel kısmı üzerinden yapıyor. Hâl böyle olunca da ortaya sinir hücreleriyle, beyindeki sinir sistemiyle, aralarında oluşan tepkimelerle alakalı uzun uzun paragraflar çıkıyor. Bu bölümde beni bilhassa zorlayan şey, Asimov’un sinir hücrelerinin arasındaki bir doku duvarından bahsetmesi oldu. Çünkü günümüzde sinir hücreleri arasında bir boşluk olduğu açıkça biliniyor. Herhangi bir doku duvarından söz edildiğiniyse hiç duymamıştım. Acaba ben mi yanlış biliyorum diyerek bu noktada sinir hücreleriyle ilgili pek çok makale karıştırdım ve söz konusu duvarla ilgili bir şey bulmaya çalıştım. Yaklaşık yarım gün debelendikten sonra da herhâlde o zamanlar, yani 50’li yıllarda öyle düşünüldüğüne ama artık geçerliliği olmadığına karar vermek zorunda kaldım. Bir hatam varsa affola.

Tabii şimdi burada böyle anlatılınca çevirirken yaşadığım zorluğu yansıtmak biraz zor oluyor. Hatta kitabı açıp bahsettiğim kısımlara bakabilir ve kolay anlaşıldıklarını bile savunabilirsiniz belki. Ama inanın metni İngilizce olarak okurken hiç de kolay olmuyor bu kısımları anlamak. Cümlenin tam ortasında bırakın bilmeyi, tek kelimesini bile anlamadığınız bilimsel bir terimle karşılaşınca zihninizde yerlerini değiştirip birbirine bağladığınız o cümle iskambil kâğıdından bir şato gibi dağılmaya başlayıveriyor. Siz de aman yüklemini tutayım, ay öznesini düşürdüm derken tam anlamıyla beyniniz sancımaya başlıyor.

İşin komik tarafı Asimov da okurlarının bazılarının bunlardan bir şey anlamayacağını düşünmüş olacak ki tam bu açıklamaların orta yerinde şöyle bir cümle kurmuş:

“Dediklerimi anlıyor musun?”

Ağlamaklı bir sesle, “Hayır, anlamıyorum!” diye haykırdığım sırada kitaptaki karakterin yaşadığım hisleri harfi harfine özetlemesi gerçekten de ironik bir andı.

“Yıldızlara şükürler olsun ki tek kelimesini bile anlamadım. Anlamaya çalışsaydım beynimin sancısından bir köpek gibi havlardım.”

Bir noktada artık iyice çıldırıp, “Yahu, ben bunları günümüzün imkânlarıyla çeviremiyorum! 80’li yıllarda bu cümleleri nasıl çevirmişler? Nasıl?” diye bağırıp her şeyi bir kenara attığımı hatırlıyorum. Sonrasında meraktan kitabın ilk Türkçe baskısını aramaya başladım. 1984 yılında, “Zamandan Kaçış” adıyla Altın Kitaplar’dan çıktığını gördüm. İndirdim kitabı, açtım ilgili bölümü ve baktım nasıl çevirmişler diye.

Çevirmemişler…

O koca koca paragrafların, o uzun uzun sayfaların hiçbiri eski kitapta yoktu. İşte o anda balataları sıyıran birinin yavaş yavaş başlayan, sonra da giderek yükselip hızlanan kahkahalarını attığım doğrudur. Eğer olur da ileride bir gün birisi bu iki kitap arasında bir çeviri karşılaştırması yaparsa neler diyeceklerini merak ediyorum doğrusu. Kendilerine şimdiden, geçmişten selam olsun.









Gökteki Çakıl Taşı’nın bir bölümünde Asimov’un atomlardan ve aralarındaki elektron alışverişinden bahsettiği bir yer vardı (Evet, yine). Orayı çevirirken şu elektron alışverişine bizim fen derslerinde ne dendiğini bir türlü hatırlayamadım. Düşündüm düşündüm, yok. Dilimin ucunda ama çıkmıyor. Google da tüm anlayışlılığı ve keskin zekâsıyla beni alışveriş sitelerine yönlendirmeye kalkınca (Elektronik alışverişi mi demek istediniz?) ben de çareyi bilimsel konularla haşır neşir olan arkadaşlara danışmakta buldum. Şansa bakın ki birkaç gün önce M4Y4’ün yazarı Yüksel Yılmaz’la konuşmuştuk. Böyle konularda takıldığım bir şey olursa kendisini arayabileceğimi söylemişti. “Kendi kaşındı,” diyerek telefona sarıldım ben de.

Kendisine durumu izah ettikten sonra Yüksel şöyle bir durdu, biraz düşündü, ardından bu konulara kendisi kadar meraklı olan eşine dönüp, “Özge, şu elektron alışverişinin başka bir ismi vardı, neydi o?” diye sordu. Özge uzaklardan gelen bir şey söyledi, Yüksel de ona cevap verdi, sonra bir anda ortalık karıştı! Bir baktım, kavga ediyorlar. Ben de her şeyi telefondan duyuyorum tabii. Yüksel bir noktada burnundan soluyarak, “Ben seni sonra arayayım!” deyip kapattı. Aradan beş dakika geçti. Sonra on dakika. On beş derken ne arayan oldu ne soran. “Eyvahlar olsun, karı-kocanın arasını açtık durduk yere,” dedim kendi kendime.

Yarım saat kadar sonra Yüksel beni geri aradı ama sesi nasıl öfkeli, nasıl sinirli… O daha bir şey söyleyemeden direkt, “Boşanıyor musunuz?” diye sordum. Önce bir sessizlik oldu, ardından ahizeden bir tıkanma sesi geldi, sonrasında da kahkahalar. Atomları böleyim derken bir aileyi yıkıyordum sizin anlayacağınız. Bu da böyle bir anımdır.








Asimov kitabın ortalarında bir yerlerde Schwatz’ın Grew adındaki başka bir karakterle yaptığı satranç maçını kaleme almış. Ve bunu yaparken her hamleyi kurallarına uygun bir biçimde, satranç tahtasında takip edebileceğiniz şekilde yazmış. Gelin görün ki bu kısımları anlatırken – doğal olarak – İngiliz terimlerini kullanmış. Eğer satrançla az çok alakanız varsa taşların hareketinin bizde a2, c3, d5 gibi ifadelerle belirtildiğini bilirsiniz. Yurt dışındaysa QR8, KB3, QN2 gibi farklı ibarelerle belirtiliyorlar. Dolayısıyla Asimov da hamleleri anlatırken, “Adam sağ taraftaki atını ileri sürdü,” dememiş de, “Grew brought out his King’s Knight to Bishop 3, Schwartz countered with Queen’s Knight to Bishop 3,” şeklinde yazmış.

Doğal olarak tüm bunları bizim kullandığımız sisteme uygun bir şekilde çevirmem gerekti. Tabii bunu en düzgün biçimde yapabilmek için de önüme bir satranç tahtası koymam ve her hamleyi bizzat yapmam icap etti. O nedenle bu satırlar, “Adam sağ taraftaki atını f3’e sürdü; Schwartz da buna sağ taraftaki kendi atını c6’ya getirerek karşılık verdi,” şeklinde yer aldı bizim sayfalarda.

Ek olarak taşların ismini de bizdeki hâllerine göre çevirmem gerekti. “Queen” yerine vezir, “bishop” yerine fil, “knight” yerine at… diye gidiyor. Hatta bir noktada, “Grew had no choice; he moved his Queen to Knight 2, and the two female majesties were now face to face,” şeklinde bir cümle de vardı. Adam başka şansı olmadığı için “queen” taşını ileri sürüyor ve iki dişi hükümdar karşı karşıya geliyor. Tabii “queen” denen taş bizde “vezir” diye geçtiğinden “iki dişi hükümdar” kelimelerinin Türkçe çeviride bir anlamı kalmıyor. Böyle kısımları da, “Grew’un başka şansı yoktu; vezirini g2’ye çekti ve böylece iki kraliyet danışmanı karşı karşıya geldi,” şeklinde değişikliklere giderek çözdüm.

Buna rağmen Asimov’un anlattığı hamleleri birkaç kez yanlış yorumlayıp tamamen farklı bir hamle yaptığım ve bunu ancak birkaç el sonra, çıkmaza düşünce fark ettiğim anlar da oldu. O zaman bütün taşları devirip her şeye baştan başlamak zorunda kaldım tabiiiiğğğğ. Ancak yine de eğlendiğimi söylemem gerek. Uzun lafın kısası, bu bölümleri okurken önünüze bir satranç tahtası koyup hamleleri takip ettiğiniz takdirde karşınızda gerçek bir satranç maçı bulacaksınız. Altın Kitaplar baskısında bu detaylı hamlelerin hiçbiri yok elbette, onu da not düşeyim buraya.

Kitapta çevirisine takıldığım tek kelime, uzaycıların dünyalılar için bir aşağılama sözcüğü olarak kullandığı “Earthie” oldu. Tam olarak bir küfür değil, daha çok bir hakaret anlamı taşıyor. Earth (Dünya) kelimesinden türetildiği için içinde dünya geçen ama aynı zamanda da kulağa rencide edici gelen bir şey bulmam gerekiyordu. Sonuçta dünya da kirli, aşağılık bir şey olarak görülüyor kitapta. Düşünüp taşındıktan ve bol miktarda kaşındıktan sonra buna “Dünya çocuğu” demeye karar verdim. Hangi malum ifadeyi çağrıştırmayı denediğimi bulmayı size bırakıyorum…

Kitabın bir bölümünde de Asimov zaman karmaşası yaşamış. Karakterlerden biri şehirdeyken vaktin “gece yarısını çoktan geçtiği” belirtilmiş. Ama gelin görün ki aynı karakter bir-iki paragraf sonra arabasıyla şehri terk ederken bu sefer de “akşam olduğu” yazıyordu. Aynı bölümün ilerleyen paragraflarındaysa sabah oldu, tekrar akşam oldu, yine gece yarısıydı şeklinde günün farklı saatlerinden bahsediliyor. O yüzden ilk baştaki “gece yarısını çoktan geçmişti” kısmını değiştirip “vakit bir hayli geç olmuştu,” şeklinde değiştirdim. Böylece metnin geri kalanına defalarca müdahale etmekten kaçındım.

Son olarak “Pebble In The Sky” ismini ben “Gökteki Çakıl” olarak çevirmiştim, editörlük sürecinde “Gökteki Çakıl Taşı” olarak değiştirilmiş.

Böylelikle Asimov’la olan üç kitaplık, çok özel maceramın sonuna gelmiş bulunuyorum. Böylesine büyük bir ustanın kitaplarını çevirmek benim için gerçekten ama gerçekten de tarif edilmez bir onur ve mutluluktu. Bana bu fırsatı sundukları için sevgili Alican Saygı Ortanca’ya ve İthaki Yayınları ailesine teşekkürü borç bilirim. Umarım sizler de okuduklarınızdan memnun kalırsınız. Sürçülisan ettiysek affola…

Not: Bu yazı ilk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.