30 Nisan 2009 Perşembe

Uzak diyarların birinde... ( Bölüm 3 )

Bakmasını bilen biri için kitapta cadılar ve cadalozlar hakkında istemeyeceğiniz kadar bilgi mevcuttu. Ne yerler, ne içerler, süpürgelerini nereden sipariş ettirirler, korkutucu bir kahkaha için nerede şan dersleri alırlar… ve tabii ki şövalye için en önemli kısım, nasıl yok edilirler. Fakat bakmasını bilmeyen biriyseniz muhtemelen cadılar için 1001 saç modeli gibi alakasız bir konu okursunuz, tıpkı şu anda şövalyenin yaptığı gibi…
“Hey, bu modeli sevdim!” diye ciyakladı kılıç, toka olarak minik hançerlerin kullanıldığı bir saç modeline bakarlarken.
“Ben hiç sevmedim. Asa ile yeterince tehlikeliler zaten. Bir de tutup fırlatacağı bıçaklara ihtiyacımız yok” dedi şövalye huysuzca.
“İyi canım, kızma. Yorum yapıp neşeni yerine getireyim dedim. Hem neden saç modellerine bakıyoruz ki? Ben onu nasıl yok edeceğimizi aradığımızı sanıyordum, nasıl baloya davet edeceğimizi değil.”
“Çeneni kapar mısın sen?” diye çıkıştı şövalye dişlerini gıcırdatarak.
“İyi de çenem yok ki” dedi kılıç muzip muzip.
“Off… Neden her şövalye gibi normal bir kılıcım yok ki? Ya da neden diyarlardaki onca sihirli kılıç arasında tek meziyeti çok konuşmak olan bir kılıç buldum ki?”
“Evet ya, kitaba sorsana… Ben de neden onca cesur ve zeki şövalye arasında tek meziyeti şikayet etmek olan bir şövalyeye rast geldiğimi merak ediyordum.”
Şövalye sinirinden kıpkırmızı olmuş bir yüzle kılıca döndü, bir an duraksadı sonra hem kılıç hem de şövalye kahkahalarla gülmeye başladı. Şövalye o anda, ne kadar kızarsa kızsın aslında içten içe kılıçtan hoşlanmaya başladığını fark etti.
“Özür dilerim. Bak, kurtarılmayı bekleyen çocuklar var ve her geçen saniye benim aleyhime. Çocuklar ve ebeveynleri bana güveniyorlar. Bu yüzden biraz asabiyim, başarısız olmamam lazım.”
“Önemli değil canım, böyle durumlarda benim de kabzamın tasının attığı çok olmuştur” dedi kılıç. “Ama daha önce çocuklardan bahsetmemiştin. Onları kurtaracağız ha? Bak bu hoşuma gitti işte. Ben de seni hazine peşinde koşan diğer savaşçılardan biri sanmıştım. Eh haydi. Şu cadıyı alt etmenin bir yolunu bulalım. Beni kitaba yaklaştır.”
“Neden?” diye sordu şövalye merakla. Bir taraftan da denileni yapıp kılıcı kitapla karşı karşıya gelecek şekilde hizaladı. Kılıç yüksek sesle “Başa çıkılması gereken bir cadı var, yol göster bana ey kadim kitap!” diye bağırdı. Kitabın sayfaları yine hızla dönmeye başladı. Sizin de çoktan anlamış olduğunuz gibi kitap, kütüphanedeki tüm kitapların içeriğini gösteren bir araçtı. Doğru soruyu sorduğunuzda doğru içeriği karşınıza getiriyordu. “Yani bunca zamandır nasıl çalıştığını biliyor muydun?” diye uludu şövalye.
“E hiç sormadın ki… Ayrıca seni izlemek oldukça eğlenceliydi” diyerek kıkırdadı kılıç. Şövalye yüksek homurtular eşliğinde kitabı aldı ve incelemeye başladı.


Cadıları yok etmenin pek çok yöntemi vardı. Çünkü her ne kadar hepsi aynı oranda çirkin görünse de cadıların da farklı farklı türleri vardı. Batı cadıları ıslandıklarında eriyorlardı mesela, Anglosakson cadılar ise ateşe karşı dayanıksızdı. Kimisi yemeğe düşkündü, kimisi güzelliğe…
“İyi de bizimki hangisi?” dedi kılıç.
“Bilmiyorum ama bu yöntemlerden biri işe yaramalı.”
“Deneme yanılma yöntemi mi yapacaksın yani?”
“Gidip ona soracak halim yok ya? (sesini incelterek) Bakar mısınız saygıdeğer cadaloz hanım, sizi yok etmek istiyorduk da. Acaba hangi türden olduğunuzu bağışlar mısınız? diyecek halimiz de yok!”
“Neden benim yöntemlerimi kullanmıyoruz anlamıyorum. Şöyle kafayı boyundan ayıracak temiz bir darbe hoş olurdu nı-ha-ha-ha!” diyerek sadiste güldü kılıç.
“Ya, ne demezsin? Bunu beni bir kurbağaya seni de bir kibrit çöpüne çevirmeden önce mi yoksa sonra mı yapmayı planlıyorsun? Hem kesip biçmek dışında bir şey düşünmez misin sen?”
“İyi de ben bir kılıcım, başka ne düşünebilirim ki?”
“O da doğru ya…” dedi Şövalye. Tekrar kitabın sayfalarına gömüldü. Her sayfayı dikkatle okudu ve işe yarar gibi görünen her yöntemi belleğine kazıdı. Okudukça kafasında bir plan şekillenmeye başlamıştı bile.


Bir müddet sonra tekrar köşkün karanlık koridorlarındaydılar. Şövalye ses çıkarmamak içi büyük çaba sarf ederken kılıçta sessiz kalmak için büyük bir çaba sarf ediyordu. Baykuş ise kütüphaneden çıktıkları anda onları terk edip gitmişti. Uyumsuz ikili, dikkatle tüm köşkü araştırmaya başladılar. Zemin katta orada burada Goblinlerin varlığından izlere rastlamalarına rağmen ne cadıdan ne de çocuklardan bir eser yoktu. İkinci kata çıkmaları konusunda fikir birliğine vardılar ve sessizce üst kata çıkan merdivenleri tırmandılar. Darmadağın koridorda ilerleyip odaları tek tek kontrol ederlerken geniş, içi kafeslerle dolu bir odaya denk geldiler. Büyüklü küçüklü bir sürü kafes sıralanmıştı odanın içinde.
“Burası da ne böyle?” dedi şövalye, kafeslere tiksinti ile bakarak.
“Ah, evet… Marvin’in minik hayvanat bahçesiydi burası. Çeşitli türleri toplar, üzerlerinde araştırmalar yapardı.” dedi kılıç eski zamanların hatırasıyla.
“Bana daha çok bir hapishane gibi göründü” dedi Şövalye, kafeslerin arasında temkinle dolaşmaya başlayarak.
“Hayır, hayır. Sevgili Marvin ne kadar çatlak olursa olsun asla zalim biri değildi. Hayvanlara zarar vermezdi o.”
“Onu kastetmedim zaten. Baksana şu kafeslere… İçerilerinde paçavralaşmış kıyafetler, tek kalmış pabuçlar var. Muhtemelen cadı burayı hapishanesi olarak kullanıyor.” Derken gördüğü bir şey şövalyeyi birden soluksuz bıraktı. Gözleri irileşmiş bir vaziyette tek bir noktaya bakakaldı.
“Ne oldu? Ne? Ne gördün? Savaşılacak bir şey mi? Dev bir örümcek mi? Koboltlar mı? Ne?” diye sormaya başladı kılıç heyecanla.
“Ejderha…” diye fısıldadı Şövalye.
“Bir ejderha mı? Bu en çılgın hayallerimin bile ötesinde…” diye sevinçten uludu kılıç. “İyi de nerde?” dedi sonra da.
Şövalye önce ağır sonra giderek hızlanan adımlarla kafeslerden birine girdi ve diz çöküp paçavraların arasında yatan bir şeyi yerden aldı. Bu kendi el emeği göz nuru olan ejderha oymasının ta kendisiydi. Ejderhayı hüzünle elinde evirip çevirirken gözlerinde biriken yaşlara engel olamadı. “Nedir o?” diye sordu kılıç merakla.
“Bu…” dedi şövalye üzüntüden çatallaşmış bir sesle “geç kaldığımızın kanıtı. Bu ejderhayı çocuklardan birine hediye etmiştim. Korkarım ki onları kurtarmak için artık çok geç.” Kılıç anlayışla sessizleşti.


Bir müddet orada çömelmiş bir vaziyette durdular. Şövalye boş gözlerle ejderhayı evirip çevirerek kayıpları için sessizce yas tuttu. Sonunda sessizliği bozan kılıç oldu. “Haydi…” dedi her zamanki cırtlak sesinin aksine halden anlar bir ses tonuyla. “Haydi kalk. Burada böyle dikilerek çocukları geri getiremezsin. Durdurulması gereken bir cadı ve alınması gereken bir intikam var.”
Şövalye bu sözlerle bir an duraksadı. Sonra bıraktı intikam hırsı üzüntüsünü süpürsün ve kendisine güç katsın. Kaşlarını çattı ve kararlı bir şekilde ayağa kalktı. “Haklısın.” dedi kılıca. “Alınması gereken bir intikam var. O cadaloza yaptıklarının hesabını ödeteceğim. Artık kimseye zarar veremeyecek. Tarih olmaya hazırlan cadı!” diyerek gürledi.
“İşte bu! Haydi gidip şu işi bitirelim” dedi kılıç heyecanla. “Sende de biraz erkeklik varmış anlaşılan” diyerek kıkırdadı ardından da.
Şövalye tek kaşını kaldırarak kılıca bir bakış attı, sonra kılıcın esprisine hüzünlü bir tebessümle yanıt verdi. Ejderha oymasını biraz daha elinde çevirdikten sonra onu da yanına almaya karar verdi. Çocukların hatırası için onu hep saklayacaktı. Minik ejderhayı kemerindeki kesesine tıkıştırdı ve odadan ayrılıp koridorlara geri döndü.


Cadı, köşkün en üst katına kurduğu odasında bir iksir hazırlamakla meşguldü. Odanın tam ortasında bulunan, altında mavi bir ateşle fokur fokur kaynayan irice bir kazanı karıştırıyordu. Bir taraftan yüksek sesle, anlaşılmayan bir dilde bir şeyler söylerken diğer yandan kaynayan kazanın içine yarasa kanadından tutun ebegümecine kadar çeşitli malzemeler atıyordu. Bir müddet daha kaynayan kazanı karıştırdıktan sonra durdu ve pembe renkli karışıma burnunu kırıştırarak baktı. Sonuçtan hiç de memnun olmadığı her halinden belli oluyordu. İksirden yayılan pırıltı o kadar kuvvetliydi ki odadaki her şey pembenin tonlarında görünüyordu. “Neyi eksik yaptım acaba?” diyerek kancalı burnunun üzerindeki iri bir ben tanesi ile düşünceli düşünceli oynadı. Sonra ufak bir zafer çığlığı atarak odanın uzak tarafındaki tozlu raflara doğru yöneldi. Asasının ufak bir hareketiyle üst raflardaki minare şeklindeki kavanozun uçarak kendisine gelmesini sağladı. “Azıcık Minare tozu gerekli… hep unutuyorum heh-heh-heh!” diyerek cadısal bir kahkaha attı. Bir avuç tozu elinin içinde evirip çevirdikten sonra kazanın içine savuruverdi. Toz, iksire değer değmez etkisini gösterdi ve pembe renk yerini yeşilin hastalıklı bir tonuna bıraktı. Şimdi tüm oda yeşilin tonlarında görünüyordu. “İşte bu çok daha iyi” diyerek neşeyle kıkırdadı cadı, ellerini ovuşturarak. Tam yüzünü kapıya dönmüştü ki birdenbire başından aşağı sırılsıklam oluverdi. “Neler oluyor?” diyerek hırladı gözlerini ovuşturarak. Gözlerini kırpıştırarak açtığında bir elinde içi boş bir kova diğer elinde ise parıldayan bir kılıç olan şövalyenin şaşkın yüzü ile karşılaştı.
“Erimedi” dedi kılıç
“Görüyorum.” dedi şövalye boğuk bir sesle.
Cadı yüksek perdeden bir öfke çığlığı attı ve değneğini doğrulttuğu gibi arka arkaya lanetler yağdırmaya başladı. Ama şövalye çoktan tabanları yağlamıştı bile.
“Seni lanet olası budala!” diye bağırdı cadı, şövalyenin arkasından demet demet büyü ışınları yollarken. Şövalye ise koridorda tam gaz koşarken bir taraftan da “Budala değil, Şövalye!” diye bağırıyordu. Kırmızı bir büyü demeti büyükçe bir vazoya çarpıp onu onlarca kurbağaya çevirirken hızla bir köşeyi dönüp son anda kurtuldular.
“Sana onun bir Batı Cadısı olmadığını söylemiştim” diye ciyakladı kılıç, yeşil bir huzme yanlarından geçtikleri heykeli tuzla buz ederken. “Bir Batı Cadısı için fazla çirkin”
“Kapa çeneni ve koşmaya devam et!”
“Asıl sen koşmaya devam et, ömrümün geri kalanını bir kürdanlıkta geçirmeye hiç niyetim yok benim.”
“Merak etme, işte geldik” dedi şövalye basamakları ikişer ikişer inerek bir alt kata vardıklarında. Hemen merdivenlere en yakın odaya dalıp daha önce oradaki örtülerin altına gizlediği bir iki nesneyi çekip çıkardı. Ucuna bez bağlanmış dolu bir şişeydi bu. Cadının öfkeli çığlıklarına bakılırsa neredeyse köşeyi dönmek üzereydi. Hemen duvardaki meşalelerden birini kapıp bezi tutuşturdu ve cadı tam kapının önünden geçerken şişeyi tüm kuvveti ile fırlatıverdi. Cadı bir dehşet çığlığıyla anında alev aldı. Şövalye yumruğunu sıkarak bir zafer nidası attı. Tam o anda alevlerin ortasından mavi bir ışın fırlayarak şövalyeyi göğsünden vurdu. Şövalye büyük bir hızla geriye doğru savrularak arkasındaki duvara setçe çarptı. Sonra yavaşça aşağı kayarak olduğu yere yığılıverdi. Cadı korkunç bir kahkaha atarak odaya girdi. Şövalye inleyerek, acıdan yaşarmış kısık gözlerle cadıya baktı. Cadı, asasının basit bir hareketiyle üzerini kaplayan alevleri söndürdü. Hiç zarar görmemişti. “Sana onun bir Anglosakson olmadığını da söylemiştim, aksanı yok bir kere” diye ciyakladı kılıç.
“Budala… Beni bu basit numaralarla alt edebileceğini mi sandın?” dedi cadı.
“Budala değil, şövalye…” dedi yıkık kahraman, acıdan çatallaşmış bir sesle. Yattığı yerden doğrulmaya çalıştı ama başaramadı.

Sessizce cadının son darbeyi indirmesini bekledi.

Ama o bitirici darbe gelmedi.

Meraklı ve sabırsız gözlerle cadıya baktı. Fakat cadı ona bakmıyordu. Gözleri eğleniyora benzer bakışlarla başka bir şeye odaklanmıştı. “Bak sen bak… Burada ne varmış he-he-he-he!” diyerek kıkırdadı. Şövalye, cadının bakışlarını takip ettiğinde odanın zemininde duran küçük bir figür gördü. Figür tam cadı ile şövalye arasında duruyordu. Ejderha oymasıydı bu. “Demek beni yakmak istedin ha? Şimdi yanmanın ne olduğunu öğreneceksin. Biraz eğlenmeye ne dersin saygıdeğer budala?” dedi cadı ve asasını havada döndürerek garip kelimeler fısıldamaya başladı. Şövalye sinirle “Budala değil, şövalye” diyecek oldu ama lafı gördüklerinin etkisi ile yarım kaldı. Minik ejderha az önce kanat mı çırpmıştı yoksa gözleri ona oyun mu oynuyordu? Hayır, bu bir göz yanılsaması değildi, ejderha basbayağı hareket ediyordu işte. Hatta giderek büyüyordu da! Şövalye acısını falan unutarak, korku ile hızla ayağa kalktı. Cadı korkunç bir kahkaha daha attı ve bir pop! sesi ile ortadan kayboluverdi. Şimdi odada sadece şövalye ve giderek büyüyen ejderha kalmıştı. Ejderhanın boynu ve kuyruğu hızla uzuyor, dersinin rengi parlak bir kırmızıya dönüşüyordu. Kısa bir süre sonra odaya sığmayacak kadar büyüyecekti. Üstelik kahramanımızın çıkış yolu da kapalıydı çünkü ejderha tam kapı ile şövalye arasındaydı. Ejderha kuvvetli bir kükreme koyuverdi.
“Eyvahlar olsun. Bunu hiç ama hiç beğenmedim” diye ciyakladı kılıç.
“En çılgın hayalinin bir ejderha ile kapışmak olduğunu sanıyordum” dedi gözleri hızla bir çıkış yolu aramaya başlamış olan şövalye.
“En güzel hayaller ulaşılamayan hayallerdir, bilmez misin sen?” diye yanıtladı kılıç ciyaklayan sesi ile. Ejderha, ağzından bir alev huzmesi fışkırtıverdi ve odadaki perdeler hızla tutuştu.
“Perdeler!” diye bağırdı kılıç.
“Perdeler?” dedi şövalye soran bakışlarla.
“Perdeler tutuştu. Hemen çıkalım buradan”
“Perdeler…” dedi şövalye ve sevinçle perdelere doğru koşmaya başladı.
“Hayır, hayır o tarafa değil! Ateşten tarafa değil, ateşten uzağa koşman gerek. Senin ciddi bir yön problemin var biliyor musun? Senin başını biraz fazla bilemişler… Dursana, haaaaaayııııııııır!” Ama şövalye kılıcı dinlemiyordu bile. Hızla perdelere doğru koştu ve ateşin ortasına atlayıverdi. Bir cam kırılma sesi ve kılıcın cırtlak çığlığı eşliğinde köşkün pencerelerinden birinden dışarıya atlamışlardı. Çimlerin üzerine yumuşakça düştü şövalye, ufak bir takla attı ve hızla ayağa kalkıp gözlerini pencereye dikti. Ejderhanın boynuzlu başı buradan oldukça net görünüyordu. “Dikkat et! Arkanda!” diye bağırdı kılıç aniden. Şövalye çevik bir hareketle arkasına döndü ve başarılı bir hamle ile bir kılıç saldırısını engelledi. Goblinler buradaydı. Birkaç başarılı savunma hamlesi ile saldırılarını biraz yavaşlattı. Ama düşmanın sayıları oldukça fazlaydı, etrafı sarılmıştı. Tam ümidini kesmişken köşkten büyük bir gümbürtü yükseldi. Hem şövalye hem de Goblinler dövüşmeyi bırakıp dehşetle o yöne baktılar. Kanatlı dev, köşkün yan duvarlarını yıkarak pencereden bahçeye atlamıştı. Ayakları yere değmeden birkaç saniye önce kayış gibi olan kanatlarını açarak yıldızlı gökyüzüne doğru havalandı. Muazzam bir kükreme ile köşkün etrafında bir tur attıktan sonra yavaşça tekrar bahçeye, şövalyenin tam önüne iniş yaptı. Goblinler dehşetle dört bir yana dağıldılar, ejderha ise arkalarından bir iki alev gönderdi. Sonra mağrur başını yavaşça şövalyeye çevirdi.
“İşte şimdi yandık” diye inledi kılıç.

Red dragon by hardcolico
Books by Carnegie Library of Pittsburgh

20 Nisan 2009 Pazartesi

Bir Vergi Dairesinin Anatomisi

Yine bir devlet dairesi vardı önümde. Elimde ise yine yapılması gereken önemli bir iş… Neden böyle işler hep beni bulur anlamam ki? Bu kez Vergi dairesindeydi işim, gecikmiş bir vergi borcunu ödemem gerekiyordu. Vakit neredeyse öğle vaktiydi. Dairenin kapısına yaklaşırken güneş tam tepedeydi ve amansızca yakıyordu. Neyse ki hedefime varmıştım. Dik merdivenleri ağır ağır tırmandım. Bu arada merdivenlerin yanında, çürümeye bırakılmış yürüyen merdivenlere acıma ile karışık kızgınlık duygusu ile baktım. Boşa yapılmış bir harcama daha… Tam kapıdan girecekken içeriden koşarak çıkan bir adama rastladım. Adam o kadar hızlı koşuyordu ki az kalsın çarpışacaktık. Kendimi son anda kenara atarak çarpışmadan kurtuldum. Adam ise bir özür bile dilemeden son hızla koşarak gözden kayboldu. “Deli midir nedir?” diyerek kendimi vergi dairesinin serin koridorlarına attım.

Üzerinde ‘Danışma’ yazan geniş, turuncu renkli bir tabela karşıladı beni. Nedense bu tabelaların genellikle ikinci anlamlarını daha iyi yansıttıklarını düşünmüşümdür hep. Yani “Buraya danışınız” anlamında değil de “Bana danışma kardeşim, işin gücün yok mu senin” anlamında asılmış gibidirler hep. Başka bir alternatifim olmadığı için adımlarımı danışmaya yönelttim. Yavaşça masanın arkasında oturan güvenlik görevlisine doğru yaklaştım ve kibar bir şekilde “Gecikmiş vergi borcumu nereden ödeyebilirim?” diye sordum. Adam yüzüme bakma zahmetine bile katlanmadan “Bilmiyorum, danışmaya sorun” diye cevapladı sorumu. Bir anlığına güvenliğin yüzüne bakakaldım. Sonra gözlerim üzerinde ‘Danışma’ yazan tabela ile adamın arasında gidip geldi. Bu adamda benim gibi düşünüyor olmalıydı herhalde… Adam hiç oralı olmadı ve son derece mühim bir işle uğraşıyormuşçasına tırnaklarının arasındaki ne olduğunu bilmek bile istemediğim bir şeylerle oynamaya başladı. O sırada başka bir bey geldi danışma bankosuna ve “Buyurun” dedi kibarca. Sonunda… Gerçek bir danışman… Aynı kibarlıkta sorumu tekrarladım, adam aynı kibarlıkta cevapladı, ben de aynı kibarlıkta teşekkür ettim, güvenlik de aynı öküzlükle boğazını temizleyip tükürerek muhabbetimize son noktayı koydu.

Sicil takip masasına gidecektim. Salonun ortasında hızlı bir tarama ile gideceğim masayı kolayca buldum. Koridorun en sonundaydı. Şansıma memur yerinde oturuyordu. “Merhaba” dedim, “Merhaba” diyerek selamladı beni, yarım ağızla, oldukça bezgin bir ses tonuyla. “Vergi borcumu ödeyecektim” diyerek direkt konuya girdim. Adam, “Gecikmesi var mı?” diye sordu, yine gayet uyuşuk bir şekilde. “Evet” dedim. Demez olaydım. Cevabımı vermemle o sakin, bezgin adam gitti yerine kükreyen bir aslan geldi sanki. “Gene mi kardeşim! Bu kaçıncı ya, olmaz ki bu kadar da!” diye bağırarak ayaklandı. O ani tepkiyi beklemediğimden (korktuğumdan falan değil yani, yanlış anlaşılmasın) olduğum yere büzüşüverdim. “Şey... Bu daha ilk gecikmemiz bizim” dedim salak gibi. Memur, önce garip garip baktı yüzüme, sonra bıyık altından gülmeye başladı. İşte o zaman memurun bugün içerisinde gelen gecikmiş vergilerden bahsettiğini kendimden utanarak anladım. Adam ise omuzlarını silkip tekrar bezgin adam duruşuna geçti ve elimden kağıtları sökercesine aldı. Bilgisayarda birkaç işlem yapıp kağıdın orasına burasına 3-4 kaşe vurdu ve “Gelen Evrak bölümüne git” dedi. Kağıtları alıp Gelen Evrak bölümüne gittim, yani giriş kapısının tam yanına. Orada oturan kadın da kağıdı biraz inceledi ve 3-4 kaşe de o vurdu. “Geldiğiniz bölüme geri gidin” dedi baygın bir sesle. Baygın sesle konuşmak burada moda olsa gerekti. Geldiğim yolu tekrar geri yürüyerek koridorun sonundaki masaya ulaştım. Adam kağıtları alıp bir müddet inceledi ve birkaç kaşe daha vurdu. “Üst kata çıkıp müdüre imzalatın” dedi.

Üst kat da üst kattı hani, çık çık bitmeyen merdivenlerle ulaşılıyordu müdürün odasına. Nefes nefese müdürün kapısına vardım ve tıklattım. Ses yoktu. Kapıyı açmaya çalıştım ama kitliydi. Nedendir bilinmez, (yalan, daha önceki yazılarımı okuyanlar bilir) gözümün önünde üzerinde ‘Halkla İlişkiler’ yazan bir kapının hayali canlandı kısa bir süreliğine. Sinirle merdivenleri tekrar indim ve memura gidip müdür beyin yerinde olmadığını söyledim. O da beni müdür yardımcısına yönlendirdi. Yani hemen yanındaki odaya… Onca basamağı bir hiç için çıkmıştım anlaşılan. Sinirlerim iyice gerilmiş bir biçimde müdür yardımcısının odasına girdim. Bir on dakika boyunca müdür yardımcısı ile misafiri arasındaki ayak kokusu ve ayak kokusunu giderme ile ilgili ilginç muhabbeti dinlemeye maruz bırakıldıktan sonra müdür yardımcısı tarafından da bolca kaşelenmiş evraklarımı alıp yeşermiş bir yüzle odadan çıktım. Şimdi herkesin ayaklarına tiksinerek bakıyordum, kendiminkiler dahil. Üstelik diğerleri neyse de kendi ayaklarımdan kaçmak gibi bir şansım da yoktu, nereye gitsem takip ediyorlardı beni.

Kağıtlarımı memura uzatıp beklemeye başladım. Adam tam tahmin ettiğim gibi evrakları biraz evirip çevirdikten sonra üzerlerine 3-4 kaşe daha bastı. “Giden Evrak bölümü…” dedi bayık bir sesle. Giden Evrak bölümü ise Gelen Evrak bölümü ile aynı yerdeydi, yani taa girişte… Tekrar bütün o yolu yürüyüp girişe vardım. Giden Evrak bölümü boştu, içerde kimsecikler yoktu. Yan tarafta oturan Gelen Evrak memuresine doğru başımı uzattım ve “Şey, arkadaş yok mu acaba?” dedim. “Biraz bekleyin” dedi memure, benden tarafa bakmayarak. “Eh, bekleyelim bakalım.” dedim içimden. 1-2 dakika sonra şaşkın bakışlarım arasında Gelen Evrak memuresi bir ara kapı vasıtası ile Giden Evrak kısmına geçti ve “Evet, buyurun.” dedi yüzsüzce. Sinirle kağıtlarımı kendisine uzattım. Zavallı evraklarıma birkaç kaşe darbesi de o vurduktan sonra “Tekrar geldiğiniz yere geri gidin” dedi memure. Kağıtlarımı alıp tekrar koridora döndüm. Bir taraftan da sesimi inceltip kadının sesini taklit ettim sinirle; “Geldiğiniz yere geri gidin.” İçimde doğan, çılgınca kahkahalar atarak ve evrakları sağa sola saçarak koridorda koşma dürtüsünü zorlukla bastırarak ilk başladığım noktaya geri döndüm.

Bezgin memur kaşelenecek başka bir yeri kalmadığını zannettiğim kağıtlarımda ustalıkla birkaç boş yer daha buldu ve oraları da itina ile kaşeleyerek “Vezne” dedi. “Çok şükür ya Rabbi…” diyerek vezneye yöneldim. Yani sizinde tahmin edebileceğiniz gibi girişe, Gelen/Giden evrak bölümlerinin yanına… Veznenin kapalı olması ise koridorlarda çıplak koşma dürtülerimi azdıran ayrı bir muhteşemlikti. Tam “Hayııııır!” diye bağırmaya hazırlanırken arkamdan “Hayır!” diye bir ses geldi. Bozularak “Hey o benim repliğimdi!” demek için dönüp arkama baktım ve danışmadaki kibar adamın “Hayır, hayır! O vezne kapalı, açık olanı diğer tarafta.” dediğini duydum. Adama minnetle teşekkür ettim. Bir koşu diğer vezneye varıp parayı hemen yatırdım. Kaç para tuttuğuna aldırmadım bile. Muhtemelen tüm paramı, hatta başka bir şeylerimi bile istese onu bile seve seve verirdim. Belki de tüm bu karmaşa bunun içindi. Belki de bu özenle kurulmuş bir düzendi. Hatta belki de burası Vergi Dairesi bile değildi. Vergi Dairesi de yoktu aslında. Ben de yoktum aslında. Ni-ho-ha-ha… Kafayı üşütmeden önce buradan çıkmam lazımdı. Koşarak binayı terk ettim. Giyinik olarak…

Tam kapıdan çıkarken içeriye girmeye hazırlanan biriyle hafifçe çarpıştık. Adamdan özür dilemeyi bile akıl edemeyecek durumda olduğumdan koşmaya devam ederek oradan uzaklaştım. Adamın arkamdan “Deli midir nedir?” dediğini duydum hayal meyal. Yarım saat içinde anlayacaktı nasıl olsa…

Hayatın 1 Nisan Şakası

Her şeye karşı hazırdı… Bir şey hariç... Hayatın ta kendisinin ona 1 Nisan şakası yapacağı aklına bile gelmemişti. 

O sabah güne her zamanki gibi çalar saatime bilgi haznemdeki naçizane kelimeleri ardı ardına sıralayarak başladım. Onu her akşam yatmadan önce itina ile kurar sonra da sabahları görevini kusursuz yerine getirdiği için bir güzel söverim. Zavallı saat… İsteksiz bir şekilde yatağımdan kalktım ve mahmur gözlerle üzerimi giyindim. Başımı kazağımın yakasından geçirirken üzerimde belli belirsiz bir tedirginlik olduğunu fark ettim. Sonra hatırladım. Çünkü o gün 1 Nisandı. Yani global sululuk günü… 

Başınıza her an her şey gelebilirdi böyle günlerde. Bu yüzden kendimi kafa olarak hazırlamalı, olası şaka tehlikelerine karşı uyanık olmalıydım. Aynanın karşısına geçip De Niro hesabı “Bana mı dedin? O şakayı bana mı yaptın?” diyerek hazırlık yapma fikri oynaştı bir an aklımın karanlık köşelerinde. Sonra bu saçma sapan fikri kafamdan uzaklaştırdım ve perdeleri aralayarak dışarıya baktım. 

Hava bir 1 Nisan sabahı için oldukça güzeldi. Yine de daha önceki acı ve oldukça ıslak olan deneyimlerim ışığında evden çıkarken şemsiyemi almayı ihmal etmedim. Ne de olsa İzmir’in en güvenilmez olan ikinci şeyi havasıydı. Hazırlıklarımı tamamladıktan sonra aşağı indim ve her sabah beni şirketin arabasıyla alan iş arkadaşımı beklemeye başladım. 

Sabahları işe arabayla gitmek her ne kadar kulağa keyifli ve rahat geliyorsa da aslında hiç de öyle değil. Bunun tek sebebi ise az önce bahsettiğim iş arkadaşım. Şimdi bazılarınız “Öyle söyleme, yazık. Bak adamcağız her sabah seni evinin önünden alıp işe götürüyor” diyeceksiniz biliyorum. Bende sizi yarım saat bu adamla baş başa kalmaya davet ediyorum. Yarım saat yeterli… Ondan sonra hepiniz böyle bir iş arkadaşınız olmadığına dua edecek hatta ve hatta onu ömrü hayatınızda bir daha karşınıza çıkarmaması için diz çöküp Allah’a yalvaracaksınız, emin olun. 

Her neyse, konuyu fazla dağıtmayayım. Apartmanın önünde kısa bir bekleyişin ardından çok muhterem iş arkadaşım şirketin arabasıyla teşrif etti. Suratı her zamanki gibi bir karış asıktı. Aksini de beklemiyordum zaten. Yolculuğumuz da her zamanki gibi geçti. Yani bol oranda birbirinden enteresan küfürler ve hiç kesilmeyen korna sesleri eşliğinde... Bu adamın araba sürüşü bir videoya çekilip kurslarda “Araba nasıl sürülmez” adı altında ders olarak gösterilse ülkemdeki kaza oranları bir hayli düşer diye düşünmüşümdür hep. Ezilmekten son anda kurtulan yayalara endişe ile bakarken, her zamanki gibi yorum yapmayıp sessiz kalma hakkımı kullandım. Çünkü bu adamın her şeye verecek bir cevabı vardı. Normal bir şey söylemeniz, sohbet etmek için ortaya bir laf atmanız bile sizi terslemesi ve kavga çıkarması için bir sebepti. Üstelik kendisine sorduğunuzda dünyanın en mülayim, en ılımlı insanı kendisidir, etrafındakiler geçimsizdir. 

Ya iş arkadaşımın düşündüğümden daha iyi bir şoför olmasından ya da her döndüğümüz virajda getirdiğim kelime-i şehadetlerden dolayı her zamanki gibi kazasız belasız işyerimize vardık. Ve artık bir rutin haline gelmiş arabadan inme, kavga, kepenkleri kaldırma, kavga, kahvaltıda ne yiyeceğimize karar verme, kavga döngüsünü başarıyla gerçekleştirdik. Kahvaltı faslını da aradan çıkardıktan sonra arkadaş günlük “Şu şöyle yapılsa daha iyi olur. Ben olsam daha iyisini yapardım. Ben senin şimdi yaptığın işi kaç sene yaptım. Senin gibi bilmem kaç tanesini cebimden çıkarırım. Ben… Ben…” vaazına başlamadan ortadan toz olmaya karar verdim ve apar topar üst kata kaçtım. 

Sırf o gün içerisinde yapacağım işlerin listesini çıkarmak bile beynimin kafatasımın içinde taklalar hatta parendeler atmasına yetmişti. Bir taraftan da sürekli çalan telefonlarla da uğraşmak zorundaydım. Bu telefonların yarısının aşağıdan, çok saygıdeğer iş arkadaşımdan geldiğini söylememe gerek var mı bilmiyorum. En sonunda zar zor da olsa hazırlıklarımı tamamlayıp kendimi Yenişehir’in güzide sokaklarına atmayı başardım. Bir yandan allak bullak olmuş kafamı toparlamaya çalışırken bir yandan da her şeyi alıp almadığımı kontrol ediyordum. Banka defteri cebimde, telefon çantamda… Tamam, süper. Şemsiye… Şemsiye??? Şemsiyemi unutmuştum! 

Bir anlığına sokağın köşesinde durakladım. Geriye dönmek istemiyordum. Çünkü bu, iş arkadaşımla tekrar bir diyaloğa gireceğim, şemsiyeyi unuttuğum için hiçbir işi tam yapamadığım şeklindeki konuşmalarına maruz kalacağım ve kıymetli dakikalarımı kaybedeceğim anlamına geliyordu. Hem hava hala bir 1 Nisan günü için oldukça güzel görünüyordu. Aman canım, unutulan sadece şemsiye olsundu, önemli olanlar yanımdaydı ya. Aklımda bu düşüncelerle yoluma hızla devam ettim. Karşıdan karşıya geçmek için kaldırımın kenarında durdum ve küçükken aynen bize öğretildiği gibi önce sağa sonra sola sonra da tekrar sağa baktım. 
Yoksa önce sola mıydı? Her neyse gelen giden yoktu zaten, sakince sokağa adımımı attım. Sonra birdenbire tam arkamda bir şey olduğunu hissettim. Hızla başımı çevirip arkama baktığımda tam ‘hassas bölgelerimin’ dibine yanaşmış turuncu bir vosvos ile burun buruna geldik. Telaşla kendimi kaldırıma zor attım. Vosvos ise bir gıdım bile yavaşlamadan yoluna devam edip gitti. O tosbağanın nasıl bu kadar sessiz bir şeklide bana arkadan yanaştığına hayret ederek arkasından bakakaldım. Bir anlığına şoförün dikiz aynasından kötü kötü bakan bakışlarını yakalar gibi oldum. Bende o bakışlara aynı kötücül ifade ile karşılık vermeye çalıştım ama yüzüm korkudan kasıldığı için muhtemelen Yenişehir sokaklarının tarihi boyunca görülmüş en bön ifade vardı yüzümde. Araba bön bakışlarımın altında hızlıca uzaklaşarak gözden kayboldu. 

 Az sonra bankadaydım. Seri adımlarla müşteri temsilcilerine yöneldim ve görevli bayanın karşısındaki koltuğa kuruldum. Kısa bir selamlaşma ve hatır sorma faslından sonra “Buyurun” diye sordu temsilci yüzünde büyük ve sahte bir sırıtışla. Kafam ne derecede karışmış bilemiyorum, ağzımdan aynen şu kelimeler dökülüverdi. “Bir belgemin vergi iadesini kontrol ettirecektim de…” Kadının yüzündeki geniş sırıtış yerini yavaş yavaş aptalca bir ifadeye bırakırken ben de “Ne dedim ben?” diye düşünmekle meşguldüm. Sonra çabucak lafı toparladım ve “Ay, şey… Bir belge teslim edecektim diyecektim…” dedim hafifçe kızararak. Kadın yüzünde zeka yaşımdan şüphe ettiğini açıkça belli eden bakışlarla hafifçe başını salladı ve “Alayım o halde belgeleri” dedi soğuk bir gülümsemeyle elini uzatarak. Karizmayı daha fazla çizdirmemek adına şık bir hareketle elimi paltomun iç cebine attım ve… Belgeler yoktu. 

O anda korku filmlerinde çalan o esrarengiz ses efekti eşliğinde evrakları kasadan çıkarıp masanın üzerine koyuşumu sonra da onları almadan odadan ayrılışımı ağır çekimde izledim. Anlaşılan tek unuttuğum şey şemsiyem değildi. Müşteri temsilcisinin kibarca çıkardığı boğaz temizleme sesi ile kendime geldim. Kadın, bir eli hala havada evrakları teslim etmemi bekliyordu. Telaşla ayağa fırladım ve evrakları unuttuğumu açıklamaya çalıştım. Kadın artık sadece zeka yaşımdan değil düpedüz akıl sağlığımdan şüphe ediyormuş gibi bakıyordu bana. Dalgınlığıma lanetler okuyarak hızlı adımlarla bankadan çıktım. Ve şıp! Tam gözümün içine bir su damlası düşüverdi. İşin ilginç kısmı o damlanın gözüme düşmesi değildi tabi. Gözlük kullanan biri olarak o damlanın kaşımla gözlüğüm arasındaki o küçücük boşluğu nasıl tutturduğu… Şıp! Bir damla da kafamın ortasına iniverdi. “Hayır, bu olamaz” diyerek kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Güneş tam tepemde pırıl pırıl parlıyordu, yağmur yağıyor olamazdı. Şıp! Ama basbayağı yağıyordu işte! Koşar adımlarla mağazaya yöneldim. Bu sırada yağmur yavaşça hızını arttırıyor, güneş ise alay edercesine tepemde parlamaya devam ediyordu. 

Mağazaya geri döndüğümde sırılsıklam olmuştum bile. Artık beni öyle görmeye alışan çalışma arkadaşlarım hiçbir şey yokmuş gibi çalışmaya devam ettiler. Unuttuğum evrakları ve şemsiyemi aldığımda en güzel sıfatları hangisine yakıştıracağıma karar veremez bir şekilde tekrar dışarı çıktım. Tam şemsiyemi açmaya hazırlanıyordum ki şaşkın bakışlarla yağmurun durmuş olduğunu fark ettim. Şaka gibiydi… Üzerimden damlayan sular ve yerde bulunan su birikintileri olmasa aklımı kaçırdığımı düşünmeye başlayacaktım. Donald Amca’nın kulaklarını çınlata çınlata tekrar bankanın yolunu tuttum. Bir taraftan da yan gözlerle havayı kontrol ediyor, olası bir yağmura karşı tetik kolluyordum. Ama tek bir bulut bile yoktu. Hava pırıl pırıldı, üstelik güneş hafiften yakıyordu da ve ben elimde bir şemsiye ile dolaşıyordum. Adımlarımı elimden geldiğince sıklaştırdım ve bankaya doğru yürümeye başladım. Tekrar karşıdan karşıya geçmem gereken yere vardım. Bu kez daha da dikkatli bir şekilde önce sağa sonra arkama, sonra sola sonra tekrar arkama iyice baktım. Son bir kez daha arkama bakıp gelen giden olmadığından emin olduktan sonra dikkatlice kaldırımdan indim. Tam geçeceğim sırada arkamda sessiz ve ani bir hareket hissettim ve son anda kendimi geri çektim. Tam ağzımı açmış, bağırmaya hazırlanırken yanımdan geçip giden arabaya bakakaldım. Bu sabahki turuncu vosvos değil miydi? Ta kendisiydi… Şoför yine dikiz aynasından kötücül bakışlarla beni izlemekteydi. Neydi bu adam, sapığım falan mı? Üstelik yine sessiz ve derinden yaklaşmıştı külüstürüyle. Şaşkın bakışlarım altında, araba yine yavaşlamadan hızla uzaklaştı. 

 Bankaya vardığımda müşteri temsilcisi beni gördüğüne hiç de memnun olmamış gibi geldi nedense. Yüzünde geniş, sahte bir sırıtışla ürkek bir şekilde masasının arkasında oturup tedirgin bir şekilde beni süzmekteydi. Evrak teslim etmeye geldiğimi belirttiğimde ise söylediklerime hiç de inanmış gibi görünmüyordu. Aslında ben bile kendime inanmıyordum. İçimden sessizce “Lütfen bu sefer bir terslik çıkmasın, lütfen…” diye dua edererek endişeyle ve oldukça gösterişsiz bir şekilde elimi paltomun cebine attım ve… Oh! Evraklar cebimdeydi. Kibarca kağıtları temsilciye uzattım. Kısa bir tereddütten sonra onları aldı, tek tek açtı, dikkatle inceledi ve “Tamam” dedi “Hiçbir eksikleri yok.” Müşteri temsilcisi de bu işe en az benim kadar şaşırmış görünüyordu. “Teşekkür ederim, teşekkürler…” diyerek sesli bir şekilde dua ettim bu kez. Temsilci ise kendisine teşekkür ettiğimi sanarak “Bir şey değil, yine bekleriz” dedi yine o geniş, sahte gülümsemesiyle. Elinde olsa “Mümkünse bir daha görüşmeyelim.” diyeceğine emindim. 

Rahatlamış bir şekilde kalktım, derin bir oh çektim ve çıkışa ilerledim. Sokakta dalgın dalgın ilerlerken bugün başıma gelenleri düşünüyor ve bunları nasıl yazıya dökebileceğimi düşünüyordum. Bütün bu olanların gerçek olduğuna kimse inanmazdı herhalde ama olsun, yine de yazacaktım. En azından sonu farklı bitecekti, bu kez öykünün sonunda yağmur yağmamıştı. Derken… İşte o an yağmurun başladığı andı. Gülmeden edemedim, ufak bir kahkaha attım kendi kendime. En azından bu kez hazırlıklıydım. Şemsiyem yanımdaydı. Neredeydi şu şemsiye? Şemsiyem??? Okura Not : İster inan ister inanma, burada anlattıklarımın hepsi gerçektir sevgili okur. Şey… De Niro sahnesi hariç tabii ki :)

11 Nisan 2009 Cumartesi

Uzak diyarların birinde... ( Bölüm 2 )

Şövalye burnunda sert bir acı darbesi ile uyandı. Gözlerini açtığında soğuk, taş bir zeminin üzerinde sırtüstü yatıyordu. Tam göğsünün üzerinde ise yine aynı baykuş vardı. Sızlayan burnunu sıvazlayarak kuşa baktı. Baykuş onu uyandırmak için burnunu gagalamış olmalıydı. Şövalye’nin gözlerini açtığını gören kuş karanlığın içine karışarak havalandı. Ne kadar zamandır baygın olduğunu merak ederek doğruldu ve oturdu. Etraf zifiri karanlıktı, uzaktan damlayan su şıpırtıları haricinde etrafta hiç ses yoktu. Goblinlerden de bir iz yoktu üstelik… Başını kaldırıp yukarı baktı ve oldukça yüksekte bir yerlerde, içine düştüğü çukurun ağzını gördü. Zırhı çarpmanın şiddetini hafifletmiş olmalıydı, yoksa böyle bir düşüşten sağ çıkması pek mümkün görünmüyordu. Başının sağ üstünde bir yerlerde baykuşun kanat seslerini duydu ve bakışlarını o yana çevirdiğinde kuşun kendisini izlemekte olan iri gözleriyle karşılaştı. “Oldukça zeki bir kuşsun değil mi?” diye sordu kuşa. Usulca öterek yanıtladı iri baykuş bu soruyu. Şövalye yavaşça oturduğu yerden kalktı ve kafasını kaldırıp tekrar yukarıdaki deliğe baktı. Şimdi tam tepede, çukurun ağzında soluk bir dolunay görünüyordu, demek ki vakit gece yarısını biraz geçmişti. Tahmininden de uzun bir süre baygın kalmış olmalıydı. Eğer baykuş kendisini uyandırmamış olsa kim bilir daha ne kadar süre orada yatıp kalacaktı. Bu düşüncelerle birlikte bakışlarını tekrar kuşa çevirdi. Onu ay ışığı altında netçe görebiliyordu artık. Aynı zamanda baykuşun üzerine tünediği şeyi de netçe görebiliyordu. “Bir meşale… Ne yazık ki yanımda hiç çakmaktaşı yok, bu haliyle pek bir işime yaramaz.” dedi meşaleye bakarak. Baykuş, söylenileni anlamışçasına bir meşaleyi gagalamaya bir şövalye bakıp ötmeye başladı. “Almamı mı istiyorsun?” diye sordu şövalye. “Pekala” diyerek meşaleyi aldı ve “ama ateş olmadan ışık yakmamız imkansız” diye ekledi. ‘Işık’ kelimesi ağzından çıkar çıkmaz meşale keskin bir çatırtı ile alev aldı ve yanmaya başladı. Şövalye ağzı bir karış açık, meşaleye bakakaldı. Omzuna tüneyen baykuşa şaşkın şaşkın bakıp “İçimde senin sıradan bir baykuş olmadığına dair bir his var” dedi. Kuş tekrar Huuu! diye ötmekle yetindi. Halbuki konuşmaya başlasa şövalye hiç yadırgamayacaktı.


Şimdi, parlak meşale ışığı altında nerede olduğunu iyice görebiliyordu. Uzun ve geniş bir tüneldeydi. Sağda solda görünen devasa örümcek ağlarına bakılırsa uzun zamandır kullanılmayan bir tünelde… Dikkatli bir şekilde tünel boyunca ilerlemeye başladı. Bir müddet sonra tünel, üzerinde garip bir amblem olan eski bir kapı ile son buldu. Kapıyı hafifçe araladı ve içeriye hızlı bir şekilde göz attı. Görünürlerde kimsecikler yoktu. Oda eski bir kütüphaneye benziyordu. Güvenli olduğundan emin olduktan sonra şövalye içeri girdi ve kapıyı ardından kapattı. Hemen kapının yanında meşaleyi yerleştirebileceği bir bölme dikkatini çekti. Daha rahat hareket edebilmek için meşaleyi oraya yerleştirdi. Meşale yerine yerleşir yerleşmez keskin bir klik! sesi duyuldu ve her iki duvar boyunca sıralanmış 5 meşale daha aynı anda yanarak odayı aydınlattı. “Güzel numara” diye kıkırdadı şövalye. Baykuş omzundan havalanarak odanın sonundaki çalışma masasına kondu. Gerçekten de eski bir kütüphanedeydi. Yoksa bir çalışma odası mıydı? Belki de her ikisi birdendi. Aradaki farkı söylemek zordu. Duvarlar boyunca kalın ciltli, üzerlerinde garip rünler olan kitaplarla dolu bir sürü raf vardı. Masalar ve tezgahlar üzerinde de yığın halinde notlar ve çalışma kağıtları… En sonda ise üzerinde garip eşyalar bulunan büyük bir çalışma masası ve masanın hemen arkasında da bir şömine. Yürüdüğü zaman tozlu halı üzerinde ayak izleri bıraktığını fark etti şövalye. Demek ki çok uzun zamandır kimse girmemişti bu odaya. Çalışma masasına ilerledi ve üzerindeki notlardan birini okumaya çalıştı. Ama okuyamadı. “Tam tahmin ettiğim gibi, büyü rünleri…” diye mırıldandı kendi kendine. Burası bir büyücünün çalışma odasıydı. Belki de o alçak cadıya aitti ama içinden bir his öyle olmadığını söylüyordu. Çok karmaşık olmasına rağmen kendi içinde bir düzeni vardı bir kere… Oysa dışarıda gördüğü köşk oldukça deforme görünüyordu. Sonra bir hastalık hissi yayılıyordu evden, halbuki burada bir huzur, bir sükunet vardı havada. “Ve oldukça da toz” diyerek öksürdü şövalye. “Kim var orada?” diye cırtlak bir ses geldi birdenbire odanın içinden bir yerlerden. Şövalye hızla yüzünü odaya döndü ve hemen elini kılıcına attı. Kılıç bu kez kınından çıkmıştı, yani hemen hemen… kılıcın sapı elinde kalmıştı şövalyenin. “Lanet olsun!” diye bağırdı. Sonra ne yaptığının farkına vararak ağzını eliyle kapadı. “Lanet olsun” diye fısıldadı bu kez… “Orada olduuuğunuuu biliiiyoooruuuum” diye geldi cırtlak ses. “Haydiiiii… Saklanmayı kes ve beni şu lanet kutudan çıkar! Birinin buraya gelmesi için ne kadar bekledim haberin var mı?” Ses, köşedeki büyük sandıktan geliyordu sanki. Baykuş masanın üzerinden havalanıp sandığa doğru uçtu ve üzerine tüneyip yine şövalyeye manalı manalı bakmaya başladı. Şövalye tedbir ile merak arasında gidip geldi ama merak her zamanki gibi ezeli rakibine üstün geldi ve şövalye yavaşça sandığa yaklaştı. “Evet, evet! Bu tarafa ha-ha-ha!” dedi ses çılgınca bir kahkahayla… Şövalye dikkatle sandığın kapağını açtı ve o da ne? Pırıl pırıl parlayan harika bir kılıç yatıyordu sandığın dibinde. Bir ıslık koyuverdi ve kılıcın güzelliğini seyretti şövalye. Meşale ışıkları metal yüzeyinde kızıl kızıl parlıyordu. Kabzası kaliteli deridendi ve etrafına bir ejderha motifi işlenmişti. “Eeee? Bütün gün orada dikilecek misin yoksa beni alacak mısın?” dedi kılıç. Şövalye şaşkınlıktan kekeleyerek “S-se-sen… sen konuşuyorsun!”
“Ne tesadüf, sen de öyle...” dedi kılıç alayla.
“Ama sen bir kılıçsın!”
“Hiç sana çok zeki olduğunu söyleyen oldu mu? Şimdi çıkar beni şu sandıktan!!” diye bağırdı kılıç, sabırsız bir sesle.
“Tamam, tamam. Umarım dilinden daha keskinsindir.” dedi şövalye kılıcı sandıktan çıkartırken. Silahın dengesi kusursuzdu, sanki kolunun doğal bir uzantısı gibi rahatça havada döndürdü kılıcı. Birkaç kesme ve biçme hareketi yaparak kılıcı denedi sonra da memnun bir ifadeyle kılıca tekrar baktı.
“Tatmin oldun mu” dedi kılıç, cırtlak sesiyle.
“Eh, sayılır” diye yanıtladı onu şövalye.
“Sayılır mı? Sayılırmış! Hah, sen kendini çok matah sanıyorsun herhalde. Söylesene kılıç kullanmayalı kaç sene oldu? Bende zırhını görünce seni geçek bir şövalye sanmıştım” dedi sinirle.
“Hey hey hey… Orada dur bakalım. Ben gerçek bir şövalyeyim anladın mı?”
“Gerçek bir şövalyeymiş, sen onu benim kabzama anlat”
“Bana baksana sen…”
Derken kütüphanenin kapısı büyük bir gümbürtüyle açıldı ve küçük bir goblin çetesi hızla odaya daldı. “Al işte tartışmamızın gürültüsü tüm goblinleri başımıza topladı. Hepsi senin yüzünden” dedi şövalye rakibinin ilk hamlesini başarı ile savuştururken.
“Benim yüzümden mi? Sen başlattın bir kere…” dedi kılıç isabetli bir darbeyle bir goblini öbür tarafa gönderirken.
“Bir de sen başlattın diyor!” Ve tartışma böylece sürüp gitti. Kılıç ve şövalye bir taraftan hararetli bir şekilde tartışırken diğer taraftan da düşmanlarını tek tek haklıyorlardı. Birkaç dakika içinde goblinlerin çoğu ya öbür dünyayı boylamıştı ya da kendi kendine konuşup sinirinden hop hop hoplayan bu şövalyenin gazabından kaçıyordu. “Eh, pek de fena bir takım olmadık sanki.” dedi kılıç zevkten dört köşe olmuş bir halde. “Esaslı bir dövüşe girmeyeli yıllar olmuştu.”
“Evet, sanırım iyi iş çıkardık.” dedi şövalye etrafında yatan ölü goblinlere bakarak.
“Sanırmış, hıh… Gururlu budala” diye mırıldandı kılıç. Bu, şövalyenin hayatta en çok sinirlendiği sözdü. Gözlerini kısarak kılıca baktı. “Budala değil, Şövalye” dedi sıkılı dişlerinin arasından ve kılıcı aldığı sandığa doğru sert adımlarla ilerlemeye başladı. Şövalye’nin niyetini anlayan kılıç korkuyla “Hey, hey ne yaptığını sanıyorsun? Beni o sandığa tekrar koyamazsın. Bir yüzyıl daha beklemeye hiç niyetim yok” diyerek bağırmaya başladı cırtlak sesiyle. Şövalye hiç oralı olmadı ve kılıcı sandığın dibine fırlatıverdi. “Hey, ah! Kibar olsana biraz, bir kılıç olmam duygularımın olmadığı anlamına gelmez. Ya da gelir, bilemiyorum. Bak… bana ihtiyacın var!” dedi son bir hamle yapma umuduyla. Şövalye “Hıh!” demekle yetindi ve sandığın kapağını kapamaya başladı. “Lütfeeeeen….” diyerek yalvardı kılıç. Şövalye’nin eli bir an için duraksadı. “Lütfen, beni bu küflü sandıkta bırakma. Harekete ihtiyacım var, acı bana. Ne olur, lütfen, lütfen…”
Sıkıntıyla başını kaldırıp bakışlarını sandıktan uzaklaştırdı. Baykuşun bir köşeye tünemiş, oldukça eğleniyora benzer bir bakışla kendilerini seyrettiğini fark etti. Kılıç ise hala konuşmaya devam ediyordu. Sinirle “Sen ne geveze şeysin böyle?” diye çıkıştı kılıca, “Benim bildiğim kılıçlar konuşmayı bilmezler, oysa sen susmayı bilmiyorsun. Senin gibi geveze bir kılıca ihtiyacım yok”
“Tamam, tamam, sustum. Bak susuyorum. Mmmm… sustum gördün mü? Tek kelime bile duymayacaksın benden. Lütfen, lütfen, lütfen… Ay, tamam sustum, mmmm…”
Şövalye gözlerini devirip başını iki yana salladı ve eğilip kılıcı tekrar aldı. “Ha-ha! Bana ihtiyacın olduğunu biliyordum!” diye cırtladı kılıç.
“Şansını zorlama” dedi şövalye, geveze kılıcı kınına yerleştirirken. Bu bile kılıcın konuşmasını kesmeye yetmemişti. Şimdi kının içinde olduğundan sesi biraz daha boğuk geliyordu o kadar. “Eee… Şfimdi nefeye gidiyofruz?”
“Eğer sesini kesmezsen en yakın demirciye gidip seni bir güzel dövdürmeye” dedi şövalye sinirli bir şekilde.
“Hah… hiçbirf demirfci bana zarar feremez ki… beni büyücü Marvin…”
“ Büyücü mü?” diye sözünü kesti şövalye ve kılıcı tekrar kınından çıkardı.
“Oh beee… dünya varmış” dedi kılıç. “Ne diyordum? Ha, evet. Burası Büyücü Marvin’in çalışma odası ve bende onun çalışmalarının ürünlerinden biriyim. Burada, bu konakta yaşardı. Bilge bir büyücü olduğu söylenirdi. Bana sorarsan biraz çatlaktı. Eşyaları büyüleyip dururdu. Bir keresinde konuşan bir kalkan yapmaya çalıştığına şahit olmuştum. Ne gerek varsa…”
“Sadede gel”
“Ah, evet. Ne diyordum? Uzun, çok uzun zaman önce burada yaşardı. Birlikte çok hoş maceralarımız oldu. Ama bir gün ortadan kayboluverdi. Nereye gittiğini kimseler bilmez. Sanırım kendi deneylerinden biri onun sonu oldu. Zavallıcık, çatlak falandı ama severdim onu. O gün bugündür konak goblinlerle ve diğer vahşi yaratıklarla dolu”
“Peki ya yaşlı cadaloz?”
“Ha, evet. Birde o var. O da büyücünün ortadan kaybolmasından kısa bir süre sonra ortaya çıktı. Hatta bir keresinde buraya gelip beni kullanmaya kalkıştı. İzin vermedim tabi. Yüreği kara olanlar bana dokunamaz, Marvin sağ olsun. Üzerime bir koruma büyüsü yerleştirmişti. Cadının çığlıkları hala kulaklarımda he-he-he…” diye kıkırdadı kılıç çılgınca.
“Hmmm…” dedi şövalye çenesini sıvazlayarak. “Büyücünün kaybolmasında cadının bir parmağı olabilir mi sence?”
“Hey… evet, ya! Bu neden benim aklıma gelmedi ki daha önce?”
“Muhtemelen beyin yerine bir kabza taşıdığın içindir” diyerek güldü şövalye.
Kılıç tam başka bir şeyler daha söylemeye niyetleniyordu ki şövalye bir parmağını dudaklarına götürerek sus işareti yaptı. İkili dikkatle kulak kesildiler. (Şey… En azından şövalye kulak kesildi.) Bir sürü çıplak ayağın taş zemin üzerinde koşarak çıkardığı sesler geliyordu koridordan. “Goblinler… Hem de bir sürü” dedi şövalye telaşla.
“Yaşasın!” dedi kılıç sevinçle.
“Hemen buradan çıkmamız lazım”
“Evet, koridordalar. Çıkıp biraz eğlenelim ha-ha-ha-ha!”
Şövalye kılıca kulak asmayarak telaşla odada başka bir çıkış yolu aramaya başladı.
“Hey, ne yapıyorsun? O tarafa değil diğer tarafa! Ah, inanamıyorum buna. Onca cesur şövalyenin arasında bir korkağa denk geldim.” diye söylenmeye başladı kılıç.
“Korkak değilim ama aptal hiç değilim” diye çıkıştı şövalye. “Yüzlercesi ile aynı anda başa çıkacağımızı düşünmüyorsun herhalde?” dedi bir taraftan çıkış bulma ümidiyle oradan oraya koştururken.
“Aslında tam olarak bunu düşünüyordum. Eğlenceli olmaz mı? Ha-ha-ha… Hadi, hadi, hadi…”
Şövalye, kılıca tam usturuplu bir küfür sallamak için ağzını açmıştı ki başının yan tarafından hızla bir şeyin geçtiğini fark etti. Baykuştu bu… Şömineye doğru uçtu ve şömine rafının üzerinde duran eski bir kafatasının üzerine kondu. Onun temasıyla birlikte kafatası ürkütücü bir kahkaha attı ve şömine yavaşça yana doğru kayarak gizli bir geçidi ortaya çıkardı. Şövalye baykuşu izlemekte tereddüt etmedi.


Gizli geçidin kapısı onlar girer girmez arkalarından kapandı. Tam zamanında… Arkada bıraktıkları odadan bir kapı kırılma sesi ve odaya dolan yüzlerce goblinin savaş çığlıkları duyuldu. Şövalye orada olmadığına şükrederek içinde bulunduğu geçide baktı. Tam önlerinde uzun, upuzun, döne döne yukarı doğru çıkan taş merdivenler yükseliyordu. İçerisi aydınlıktı çünkü etrafta mavi alevlerle yanan bir sürü uçan şamdan vardı. “Vay be…” dedi kılıç hafif bir ıslıkla “Burayı daha önce hiç görmemiştim. İhtiyar sandığımdan daha zevkliymiş”
“Artık hiçbir şey beni şaşırtmıyor” dedi şövalye basamakları tırmanmaya başlarken. Onlar tırmandıkça şamdanlar da onlarla beraber yükseliyordu. “Söylesene, cadılarla daha önce hiç karşılaştın mı? Çünkü ben pek çok maceraya atılmış olmama rağmen daha önce hiçbir cadı ile savaşmadım."
“Ben mi? Hayır… Ama yukarıda bir yerlerde bir kütüphane olması lazım. Bizim ihtiyar ne zaman yeni bir tehditle karşılaşsa kütüphaneye gidip oradaki kitapları inceleyerek rakibi ile ilgili tüm bilgileri kontrol ederdi. Böylece asla hazırlıksız yakalanmazdı.”
“Hmmm… Denemeye değer. Gidip şu kütüphaneyi bulalım bakalım”
Kısa bir süre sonra merdivenler bir kapı ile son buldu. Şövalye kapıyı hafifçe araladı ve bir zamanlar son derece şık döşenmiş fakat şimdi harap bir halde bulunan bir koridorda buldu kendini. Etrafta kimsecikler görünmüyordu. Dikkatli bir şekilde kapıdan süzülerek koridora adımını attı. Ardından gelen mekanik ses ona gizli kapının kapandığını haber veriyordu. Omzunun üzerinden dönüp baktığında bir duvardan başka bir şey göremedi. Kapı çok iyi gizlenmişti, muhtemelen büyü ile… Artık geriye dönüş yoktu, en azından geldiği yoldan… Baykuş koridorda süzülmeye başladı, şövalye yine düşünmeden onu takip etti. Az sonra aradıkları yerdelerdi. Kütüphane gerçekten de büyüktü. Sonsuza kadar uzanıyormuş gibi görünen raflar ve binlerce kitap vardı içeride. Tam odanın ortasında ise küçük bir kürsü ve üzerinde açık bir kitap bulunuyordu. “Bu kadar kitap içerisinden aradığımızı nasıl bulacağız peki?” diye sordu şövalye umutsuzca.
“Kürsünün üzerindeki kitaba bakmalısın” dedi kılıç. Şövalye denileni yaptı ve kürsüye yaklaşarak kitabı eline aldı. Hayretle kitabın altın kaplama olduğunu fark etti ve merakla sayfalarını karıştırmaya başladı. Ama kitap boştu… “Bu boş. Lanet olsun. O cadıyı yenmenin yolunu nasıl öğreneceğim?” dedi ümitsiz bir şekilde. Birdenbire kitabın sayfaları sanki sorulan soruyu duymuşçasına hızla dönmeye başladı. Şövalye kitabı izlerken sayfalar yavaşladı ve “Cadılar, Cadalozlar” yazan bir sayfa çıktı ortaya.
“Senin ihtiyar gerçekten de esaslı bir büyücüymüş” dedi şövalye kılıca ve kitabı dikkatle okumaya başladı.



( Devam edecek... )

10 Nisan 2009 Cuma

Şehirlerarası Parodi

Bundan yıllar yıllar önce, üniversite yıllarımdı sanırım, İstanbul'dan İzmir'e bir otobüs yolculuğu yapmıştım. Gidenler bilirler, bu iki şehir arası normal koşullarda en fazla 8 ila 9 saat arası bir yol tutar. Ama şans bu ya, ya da olayın içinde ben varım ya ondandır büyük ihtimalle, ben o yolu tamı tamına 14 saatte gitmiştim. Nasıl mı?

Metro Turizm o zamanlar yeni açılan bir şirketti. Haliyle müşteri çekebilmek için de bilet fiyatlarını oldukça düşük tutuyorlardı. Babamda sağolsun, böyle fırsatları hiç kaçırmaz. Zaten kendisi de ne zaman bir otobüs yolculuğuna çıksa daima en ucuz tarifeli olanları tercih eder. Benim biletimi de Metro'dan almış o zaman. İyi dedim bende, bi deneyelim bakalım, nasılmış... Başıma gelecekleri bilseydim o bileti Harem Otogarı'nın ortasında yakar, arkama bakmadan da kaçardım herhalde.

Yolculuk başlar başlamaz şoför amcam en arabeskinden bir kaset taktı, müziğe o yanık ve eşsiz sesiyle eşlik ederek sürmeye başladı otobüsü. Ben de şoförün tam arkasındaki koltukta, böyle sese sahip başka insanlar yaratmadığı için Rabbimizin ne kadar merhametli olduğunu düşünerek başladım yolculuğuma. İlk şokumu otogardan çıkar çıkmaz yaşadım. Otobüs, yolda elini kaldıran herkese duruyordu. Sanki şehirlerarası yolculuk yapmıyorduk da dolmuş seferindeymişiz gibi… Önce biri, 500 metre sonra başka biri derken Harem'den çıkıp Eskihisar'daki Araba Vapurlarına varıncaya kadar saatler geçmişti. Tam daha fazla dayanamayacağımı düşünürken iskeleye vardık ve çok fazla beklemeden vapura bindik. Artık nasıl bunalmışsam araç yanaşır yanaşmaz kendimi anında otobüsten atıp hava almaya çıktım. Deniz manzarası beni her zaman rahatlatmıştır. Deniz’in o engin maviliği, hafifçe esen rüzgar, suların gemiye çarpmasıyla çıkan o ses… Hele martılar, martılara bayılıyorum! Derken deniz manzarasına karşı stres atma sevdam iri bir martının yeni montuma pislemesiyle son buldu. Otobüse sinirli bir şekilde dönerken “Deniz manzarasından, hele hele martılardan nefret ediyorum” diye sayıklıyordum.


Vapur yolculuğumuz olaysız bir şekilde geçti ve otobüsümüz kısa sürede tekrar asfaltlara döndü. Bu arada yol boyunca şoför amcam bize repertuarından seçmeler sunmaya devam ediyordu. Hostes hanım ise yolculara servise başlamıştı. “Sen ne alırdınız? Ya siz? Sen ne alırdınız?”

Balıkesir’in ortasında bir yerde şoför, otobüsü kenara çekip indi gitti. Ne oluyor anlamadık tabi. Yarım saat kadar sonra geri döndü ve hiçbir açıklama yapılmadan yolumuza devam ettik. Şoför amcam Balıkesir'de oturuyormuş meğer. Evine yemeğe gitmiş. Onu da yol boyunca elinden düşürmediği telefonu ile bir arkadaşı ile konuştuğunda anladım.

Aradan yaklaşık 13 saat geçtikten sonra nihayet İzmir’in dağları önümüzde yükseldi. Dağları gördüğümde sevinçten yaşaran gözlerim otobüsün motorunun dağların tepelerindeyken bozulmasıyla bir kez de sinirden yaşardı. Şoför ve muavini uğraştılar didindiler ama motoru tekrar çalışır duruma getiremediler bir türlü. En sonunda vazgeçtiler ve son çare olarak dağdan aşağı boş vitesle inmek zorunda kaldık. Birden bire tüm yolcular aşırı dindar kesilmişlerdi. İniş boyunca ne kadar dua biliyorlarsa okudular. Dağdan indiğimizde ise tam Bornova’ya girmiştik ki motor aniden alev aldı. Can havliyle otobüsten nasıl indiğimizi tahmin edersiniz sanırım. En son hatırladığım elimde bavulumla, gideceğim yere 1 saat uzaklıkta şehrin ortasında kalakaldığım. Sonrasını hatırlamıyorum, hatırlamak da istemiyorum sevgili okur. Siz siz olun, her firmanın otobüsüne binmeyin.

7 Nisan 2009 Salı

Uzak diyarların birinde... ( Bölüm 1 )


Uzak diyarların birinde, çok eski bir krallığın sınırlarında bir orman vardı. Google ormanları denirdi buraya. Uçsuz bucaksız bir ormandı çünkü ve içerisinde aradığınız hatta aramadığınız her şeyi bulmanız mümkündü. Bu ormanda yaşıyordu Şövalye. Uzun zaman önce ülkesini terk etmiş (daha doğrusu zorla terk ettirilmiş), amaçsız bir şekilde dolaşırken buralara kadar gelmişti. Daha önceleri de gelmişti bu ormana, ama o zamanlar ormanın güzelliği dikkatini hiç çekmemişti. Büyük ihtimalle görevini her zaman her şeyin üstünde tuttuğu içindi. Ama bu sefer bir görevi yoktu. Hoş, artık kendisine görev verecek kimse de yoktu. Ve ilk defa o gün, ormanın güzelliği dikkatini çekmişti Şövalyenin. Çok sakindi bir kere, çok sessiz, çok doğal… Tam da emekliliğine ayrılmış ve artık kafasını dinlemek isteyen eski bir kahramanın isteyeceği gibi bir yer… O gün bu gündür orada yaşıyordu emekli kahraman. Ormanın ortasında kendisine ufak bir kulübe inşa etmişti. Tam kulübesinin yanında durgun, üzeri nilüferlerle bezeli geniş bir göl vardı. Altavista gölü diyordu halk buraya. Çünkü gölün içinde de ne ararsanız bulabiliyordunuz ama ormana kıyasla pek fazla değildi bu. Hemen arkasındaki ufak bir dağdan küçük bir şelale akıyordu göle. Şövalye uzun zamandır olmadığı kadar huzurluydu burada. Tek sıkıntısı yalnızlıktı. O da pek uzun sürmedi.


Ormanın hemen kıyısında küçük bir yerleşim birimi vardı. Şövalye, yerli halkın kendisini hoş karşılamayacağından kokuyordu. Ne de olsa bir yabancıydı ve ormanlarına izinsiz girmiş, hatta utanmadan bir de ev inşa etmişti. Ama korktuğu gibi olmadı. Köyün insanları sevecen bir halktı. İlk başta bu yabancıya kuşkuyla yaklaştılar elbette. Ama onu ve soylu ruhunu biraz tanıyınca bu sürgün edilmiş kişiyi hemen bağırlarına bastılar ve kısa zamanda ona kendilerinden biriymiş gibi davranmaya başladılar. Hatta kendisine yiyecek ve giyecek yardımı yapmayı bile teklif ettiler. Fakat Şövalye bunu kibarlıkla reddetti. Elbette yiyecek ve giyeceğe ihtiyacı vardı ama ne olursa olsun o hala soylu bir şövalyeydi ve böylesine bir yardımı kabul etmeyi gururuna yediremezdi. Şeref ve gurur bir şövalyenin her şeyiydi. Bu cevabı alan köylüler üzüntü ve anlayış mırıldanmaları ile karşıladılar şövalyenin yanıtını. Sonra içlerinden en yaşlısı ileri doğru bir adım attı ve bir teklifte bulundu. Şövalye bunları karşılıksız almak zorunda değildi. Eğer köyün sınırlarını ve ormanı köylüler için korumayı kabul ederse… Şövalye teklifi minnetle kabul etti. Böylece Şövalye ile köylüler arasında sıkı bir bağ kurulmuş oldu. Köylüler yakınlarda bir yerde böyle birinin olmasından çok memnundular. Şövalye de yeni hayatından oldukça memnundu. Memnun olmayanlar ise bu ufak köyü gözlerine kestirmiş olan goblinler ve kurt sürüleri idi. Çünkü hiçbiri gözüpek şövalyenin koruduğu bu yere yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Cesaret edebilen birkaçı ise çoktan atalarının salonlarını boylamıştı.

Böylece mevsimler mevsimleri, yıllar yılları kovaladı ve Şövalye yeni hayatına iyice alıştı. Artık kurt sürüleri de rahatsız etmiyordu onları. Goblinler ise uzun zamandır görülmüyorlardı civarda. Anlaşılan Şövalyenin namı kendinden önce yürüyordu. Bu durumdan hiç kimse şikayetçi değildi elbette. Bazen eski macera dolu günlerini özlese de kahramanımız da bu yeni, huzurlu hayatı daha çok seviyordu. Zaten sıkılmıyordu da… Köyün çocukları onu hiç yalnız bırakmıyordu çünkü. Sık sık ziyaretine gelip, onlara bir hikaye anlatması için yalvarıyorlardı. O da onları kıramıyor, her seferinde birbirinden farklı maceralar anlatıyordu çocuklara. Çoğu eskiden yaşadığı şeylerdi, bazılarını da kafasından uyduruyordu. Elbette biraz abartı sanatını da kullanıyordu anlatırken. Ama çocukların bir karış açık kalan ağızlarını görmek ve neşeyle kendisine tezahürat etmelerini duymak kendisine oldukça keyif veriyordu. Ufacık, küçük yalanların kimseye zararı olmazdı, özellikle de çocukları mutlu etmek için söyleniyorlarsa… Bunların dışında yeni bir hobi de edinmişti kendine, tahta oymacılığı… Ormanda geçirdiği yıllar ona ağaçları yakından tanıma fırsatı sunmuştu. Artık hemen hemen her ağacı tanıyor, her türlü bitkinin zarar ve faydalarını biliyordu. Tahta oyma işinde en çok gül ve ceviz ağaçlarını tercih ediyordu. Dalları özenle topluyor, dikkatli bir şekilde kulübesine getiriyor ve günler hatta gecelerce üzerlerinde çalışıyordu. İlk başta basit şekillerle yetiniyordu. Fakat ustalaştıkça daha güzel eserler çıkmaya başlamıştı ortaya. Atlar, çiçekler, kulübeler ve çeşitli küçük oyuncaklar yapıyordu tahtadan. Ama en büyük gözdesi, şaheserim dediği küçük ejderha oymasıydı. Ejderha, gerçeğine o kadar çok benziyordu ki Şövalye bile oyma işi bittiğinde elinden çıkan esere şaşkınlıkla bakakalmıştı. “Herhalde çok fazla ejderha gördüğündendir” diye yorumlamıştı ufaklıklardan biri bu durumu. “Sanırım haklısın” diyerek cevaplamıştı Şövalye, gevrek bir kahkaha eşliğinde. Oysa hayatı boyunca topu topu bir ejderha görmüştü, o da uzaktan. Zaten yakından görse şu an burada olamazdı, değil mi ama? Tabi ki bu küçük bilgi kırıntısını çocuklarla paylaşmak yerine kendisine saklamayı tercih etti. O, onların kahramanıydı ve bunun böyle kalmasını istiyordu. Genellikle tahtadan oyduğu şeyleri kendisini ziyarete gelen çocuklara hediye ederdi. Ama ejderha oymasına ayrı bir önem veriyordu ve onu öylesine birine vermek de istemiyordu. Bu yüzden çocuklar arasında ufak bir yarışma düzenledi ve birinci olana ejderhayı hediye etti. Kazanamayanlara da yine kendi oyduğu küçük oyuncaklardan dağıttı. Böylece herkes mutlu ayrıldı evine.


Günlerden bir gün bir öğle vakti, Şövalye kulübesinin önünde kestiriyordu. Çocuklar bugün ziyaretine gelmemişti ama biraz yalnız kalıp kafasını dinlemeye hiç mi hiç itirazı yoktu. Özellikle de böyle güzel bir havada… Harika bir bahar öğleden sonrasıydı. Kuşlar etrafta cıvıldıyor, bir meltem tatlı tatlı esiyordu. Tam kendinden geçmişti ki kulaklarına koşarak yaklaşan bir çift ayak sesi geldi. Tek gözünü açıp baktığında bunun köyün gençlerinden biri olduğunu gördü ve gerinerek oturduğu yerde doğruldu. Herhalde yaşlılar meclisiden bir haber getiriyordu, büyük ihtimalle yine o yemeklerden birine davetliydi. Sonra farklı bir şeyler sezdi havada, ters bir şeyler vardı. Koşuşunda bir telaş vardı gencin, yüzünde ise bir panik. Hemen ayağa kalktı ve delikanlıya doğru ilerledi. Haberci yanına vardığında soluk soluğaydı. Henüz ergenliğe yeni ulaşmış, çilli bir delikanlıydı. Konuşmaya başlayabilmesi için elleri dizlerinde bir müddet soluklanması gerekmişti. Sonra telaşla anlatmaya başladı.
“Cadı… çocuklar… gitmiş!”
“Hey hey, sakin ol bakalım delikanlı. Yavaş yavaş anlat bakalım, gel otur şöyle” dedi ve delikanlın koluna girerek onu kulübeye doğru yöneltti. Ama delikanlı karşı çıkarak Şövalyenin kolundan çıktı ve irileşmiş gözlerle anlatmaya devam etti.
“Oturmak için vakit yok soylu kişi. Çocuklar kayıp, hepsi gitti!” dedi telaşla
“Çocuklar kayıp da ne demek?” diye sordu Şövalye çatık kaşlarla.
“Kayıp… Hepsi gitti. Dün gece köye bir yolcu geldi. Yaşlı bir kadın. Bir geceliğine kalacak bir yer istedi, uzun yoldan geliyorum dedi. Biz de kıyamadık, kendisini buyur ettik. Her zamanki gibi akşam yemeği için büyük salonda toplanmıştık. Konuğumuzu başköşeye oturttuk. Her şey oldukça normaldi, hep beraber yiyip içtik ve konuğumuz şerefine geleneksel dansımızı yaptık. Gecenin ilerleyen saatlerinde konuğumuz ayağa kalktı ve bir konuşma yapmak istediğin söyledi. Bir teşekkür konuşmasıydı bu. Misafirperverliğimiz için bizlere teşekkür etti ama daha önemli işleri olduğunu ve bu kokuşmuş köyde daha fazla kalamayacağını söyledi. Hepimiz yüzümüzde geniş bir sırıtışla donakaldık. Bu resmen hakaretti. Sonra birden o sevimli yaşlı kadın gitti yerine çirkin, kanca burunlu bir kadın geldi. Yo bir kadın değil, bir cadı…” Birden o korku verici hatıranın etkisiyle genci bir titreme aldı. “O ko-ko-konuşurken salondaki ışıklar sönmeye başladı. O ise gittikçe büyüyordu sanki. Sonra anlayamadığım bir dilde bazı kelimeler söyledi ve avucundaki bir avuç tozu üzerimize üfledi. Sonrasını ise hatırlayanımız yok. Hepimiz uyumuşuz. Sabah uyandığımızda cadı gitmişti, tüm çocuklar ise kayıptı. Ne yapacağımızı bilemedik, her tarafı aradık, isimleriyle çağırdık ama…” delikanlının sesi gözyaşları ile kesildi. Şövalye nazik bir biçimde tekrar gencin koluna girdi ve oturması için yardım etti. Genç utangaç bir şekilde gözyaşlarını kuruladı. “Üzgünüm soylu kişi, bir erkek ağlamamalı biliyorum ama kardeşim… henüz üç yaşında ve onun için endişeleniyorum.”
“Sevdiğimiz biri için gözyaşı dökmenin utanılacak bir yanı yoktur evlat” diye teselli etti onu Şövalye. Genç minnettarlıkla baktı kendisine, biraz da olsa toparlanmış görünüyordu.
“Neden hemen bana gelmediniz?” diye sordu Şövalye.
“Büyülü uykudan çok geç uyandık. Saat neredeyse öğleni geçiyordu. Çocukların yokluğunu fark ettiğimizde ise aklımız başımızdan gitti. İçimizden biri doğru dürüst düşünene kadar epey bir vakit geçmişti. Yaşlılar birimizin sana haber vermesi gerektiğine karar verdi ve ben seçildim. Köyün en hızlı koşucusuyumdur” diyerek şişindi delikanlı. Bununla gurur duyduğu belliydi. Şövalye gülümsedi ve “İyi iş çıkardın evlat” diyerek delikanlının sırtını sıvazladı. “Git yaşlılar heyetine haber ver. Onlara de ki Soylu Şövalye hayatı pahasına da olsa çocukların peşinden gidecek ve onları kurtarmak için elinden geleni yapacak.” Genç ışıl ışıl, umut dolu bakışlarla baktı ona ve elini sıkarak ayağa kalktı. “Yaşlılarımızın dediğine göre cadının kulübesi ormanın karanlık tarafında. Buranın güneyinde kalan bir bölge. Biz oraya pek gitmeyiz. Senin de gitmemeni isterdim ama yolun oradan geçiyor maalesef. Bahtın açık olsun şövalyem.” dedi ve koşarak köyün yolunu tuttu.


Şövalye genç habercinin uzaklaşmasını seyretti. Delikanlı gözden kaybolduktan sonra bir müddet daha oturdu ve kendisine getirilen haberleri ölçüp tarttı. Eğer anlatılan hikaye doğruysa bu kez karşısında gerçekten de güçlü bir rakip vardı. Cadılarla hiç savaşmamıştı üstelik. Aslında kurtlar ve vahşi hayvanlar dışında hiçbir şeyle savaşmamıştı yıllardır. Kendini böyle bir mücadele için oldukça hazırlıksız hissediyordu. Kulübe duvarına yaslanmış bir şekilde duran, yer yer paslanmış, çentiklerle dolu kılıcına baktı. Kılıç da uzun süredir çalı çırpı toplamak dışında kullanılmamıştı, bir cadıya karşı pek bir yararı dokunmazdı doğrusu. Ama kendine güvenen bu insanları ve çocukları yüzüstü bırakacak değildi. Özellikle de çocukları… Yavaşça kalktı ve eski kılıcını alıp belindeki kınına yerleştirdi. Birden kanında dolaşan adrenalini hissetti. Bu huzurlu yaşamı ne kadar sevse de aslında için için yeni bir macera yaşamaya can attığını inkar edemezdi. Ve işte… yeniden bir maceraya atılıyordu. Heyecanlı ve kararlı adımlarla ormanın derinliklerine doğru yürümeye başladı.


Ormanın içerisinde saatlerce ilerledi. O yürüdükçe ağaçların şekilleri yavaş yavaş çarpılmaya ve deforme olmaya başladı. Kuşların neşeli cıvıltıları ve sağda solda koşuşan sincaplar da yerlerini şüpheli karaltılara bıraktılar. Şövalye daha önce bu bölgeden bahsedildiğini duymuştu ama bu taraflara hiç gelmemişti hayatında. İlerledikçe de ‘iyi ki gelmemişim’ demeye başlamıştı zaten. Gençlik günlerinde olsa, hele bir de kendine verilmiş bir vazife ile gelse bana mısın demez, gözü kara bir şekilde dalardı ormana. Ama şimdi belinde paslı bir kılıç ve üzerinde yılların yorgunluğu ile orman hiç de davetkar görünmüyordu. Hani gururuna yedirebilirse korkuyorum diyecekti. Sinirle “Ne yaptığını sanıyorsun sen budala?” dedi kendi kendini azarlayarak. “Sen bir şövalyesin. Cesur… Yürekli… Korkuyorum da ne demek? Şimdi git ve o yaşlı kokonaya gününü göster!” Tam o anda arkasından bir huuu! sesi geldi ve şövalye olduğu yerde zıplayarak geri döndü. “Kim var orda?” diye bağırdı korkuyla. Sesi çok zayıf çıkmıştı, titremekten zırhı tangırdıyordu. Hu-uuu! diye geldi ses tekrardan, ardından karanlık dalların arasından iri bir baykuş havalanarak uzaklaştı. Şövalye etrafta bu utanç dolu anı gören kimse olmadığına büyük bir memnuniyet duyarak alnındaki terleri sildi ve karanlık orman yolunda dikkatli bir şekilde ilerlemeye devam etti.



Bir saat kadar sonra hava iyice kararmıştı. Artık ağaçların arasından kuşku dolu, parlak kırmızı gözler görünüyordu. Bu gözlerin neye veya kime ait olduğunu bilmek dahi istemiyordu şövalye. Tek isteği kendisini rahatsız etmemeleriydi o kadar. Sonra orman birden bire sona erdi, yol ise aşağı doğru bir meyil alarak genişledi. Yolun sonunda, pencerelerinde sıcacık, pırıl pırıl ışıklar yanan büyük, lüks bir köşk çarptı şövalyenin gözüne. Köşkün çok davetkar bir görüntüsü vardı, sanki insanı kendisine doğru çekiyordu. Ormanın karanlığını arkada bıraktığına sevinerek, dost bir yüz bulma ümidiyle eve doğru adımlarını hızlandırdı. Yolun ortasında birdenbire midesinde çok büyük bir açlık hissetti. Öyle bir açlıktı ki bu, yiyecek bir şeyler bulma hevesiyle evin kapısına doğru koşmaya başladı. Demir parmaklıklı, çift kanatlı geniş bir kapı karşıladı kendisini. Kapının her iki yanında, büyük sütunlar üzerinde, kanatlarını açmış iki melek heykeli vardı. Kapının tam ortasında ise kocaman bir kek amblemi vardı. Bu resim iyice iştahını açmıştı kahramanımızın. O yaklaşırken kapılar kendiliğinden açıldı. Hayretle kapıların şekerden yapılmış olduğunu fark etti, duvar tuğlaları ise çikolatadandı! Hevesle duvardan bir parça koparmak için ileri atıldı. Tam iri bir parça tuğlayı mideye indirecekken Huuuu! diye bir ses geldi tepesinden. Şaşkın gözlerle yukarı baktı şövalye ve ormanda kendisini az kalsın korkudan zırhının dışına fırlatacak olan baykuşla göz göze geldi. Huuu! diyerek öttü baykuş tekrar usulca, gözlerini şövalyeye dikmiş vaziyette. “Şapşal kuş! Şimdi seninle uğraşamam, inanılmaz derecede açım” dedi şövalye ve çikolata parçasını yemek için ağzını açtı. Baykuş tünediği sütundan havalandı ve şimşek gibi bir hareketle çikolata parçasını şövalyenin elinden kaptı, tekrar yükseldi ve eski yerine geri kondu. Şövalye ağzı bir karış açık kalakalmıştı. Birdenbire içinde bir öfke patlaması hissetti, açlık maçlık kalmamıştı aklında. O anda tek düşünebildiği o aptal baykuştan intikamını almaktı. Yumruklarını kuşa doğru sallayarak bağırmaya başladı. “Seni geri zekalı tüy torbası, sen ne…” Sözü gördüğü manzara karşısında yarım kaldı. Sütunların üzerindeki melek heykelleri gözünün önünde yavaş yavaş çirkin birer Gargoyle’a dönüştü. Az önce rengarenk olan kapılar şimdi paslı demirlerle kaplıydı, ortasındaki amblem ise kaynayan bir kazana dönüşmüştü. Hızla arkasındaki köşke doğru çevirdi bakışlarını ve az önce gözüne oldukça davetkar görünen köşkün geçirdiği değişim karşısında şok geçirdi. Köşkün yerinde şimdi tamamen deforme olmuş bir yapı vardı. Camlarından hastalıklı yeşil bir ışık yayılıyor, bacasının etrafında iri yarasalar uçuşuyordu. Baykuş tekrar öttü ve şövalye anladı. Cadının büyüsü etkisindeydi. Bu, duyduğu o büyük açlık hissini açıklıyordu. Herhalde bunaltıcı ormandan çıkan herkes uzaktan ferahlatıcı görünen köşke doğru çekiliyordu. Köşke yaklaşınca da cadının büyüsüne yakalanıyor, müthiş bir açlık hissediyor ve evden bir parça koparıp kim bilir hangi karanlık sona doğru sürükleniyordu. Sahi, az önce yemeğe çalıştığı duvara ne olmuştu? Başını çevirip duvara baktı ve tiksinti ile geriledi. Çikolatadan tuğlalar yerlerini garip, yeşilimsi bir maddeye bırakmıştı. Ve az kalsın onu yiyecekti, eğer baykuş onu engellemeseydi… Sinirlendiği zaman açlık fikri tamamen aklından çıkmış, bu sayede de büyünün etkisinden kurtulmuş olmalıydı. Aklına yatan en mantıklı açıklama buydu. Başını kaldırıp merakla baykuşa baktı. Baykuş hala kendisini seyretmekteydi. “Teşekkürler” diye mırıldandı şövalye. Kuş sanki anladığını belirtmek istermiş gibi tek bir kez öttü ve havalanarak gözden kayboldu.


Birdenbire korkunç bir kahkaha duyuldu. Bir kadın sesiydi bu, tabi ne kadar kadınca olduğu tartışılırdı. Köşkün üst pencerelerinden biri açıldı ve Cadı konuşmaya başladı. “Demek çocukların bahsedip durduğu şu meşhur şövalye sensin.” dedi çatlak, çatallı bir ses. Bakıyorum da küçük tuzağımdan kurtuldun. Hmmm… Etkilendim doğrusu. Bu tuzaktan kurtulmayı başarabilenlerin sayısı yok denecek kadar azdır. Gerçekten de değerli bir rakipsin. Ne yazık ki ölmek zorundasın!” Son kelimelerini bağırarak söylemişti cadı ve o bağırdığı anda bir grup goblin köşkün ön kapılarını savurarak dışarı çıktı. Şövalye “Goblinler mi? Hah… en iyi numaran bu mu?” dedi ve küçümseyerek rakiplerine baktı. Goblinler, şövalyenin kendinden emin tavırları ve parlayan zırhı karşısında bir anlığına duraksadılar. Şövalye hızla paslı kılıcını kınından çekmek için harekete geçti. Ama o da ne? Kılıç sıkışmıştı. “Lanet olsun!” diye bağırdı ve koşabildiği kadar hızlı bir şekilde kaçmaya başladı. Goblinler ise savaş çığlıkları atarak onu kovalamaya başladılar. Bir taraftan da mızraklarını fırlatarak avlarını yakalamaya çalışıyorlardı. Ağır zırhının elverdiği kadar çabuk bir şekilde dış kapılara yöneldi ama o yaklaşır yaklaşmaz kapılar büyük bir gümbürtüyle kapanıverdi. Okkalı bir küfür salladı ve tam zamanında eğilip başına hedef alınmış bir mızraktan kıl payıyla kurtuldu. Duvar boyunca can havliyle koşmaya devam etti, goblinler ise hemen arkasındaydı ve hızla yaklaşıyorlardı. Tam daha fazla dayanamayacağını düşünürken birdenbire ayaklarının altındaki zemin çöküverdi ve dipsiz bir karanlığa doğru düşerek gözden kayboldu…


( Devam edecek... )