Geçen sene kuzenim Mehmet (evet,
o da Mehmet. Ahmet ile birlikte sülalemiz bünyesinde en çok kullanılan iki isimden biri olur kendisi)
yanında uzaktan bir akrabamızla birlikte bir iş toplantısı için İzmir’e
geliyordu. Gelmeden önce de bana telefon edip, “Bizi otogardan alıp otele kadar
bırakabilir misin?” diye rica etmişti. Ben de “Tabii ki, seve seve,” dedim
hâliyle. Nereden bilsin benim dört teker üzerinde şahane bir yön duygusuna
sahip olduğumu? Akşam sekiz gibi erkek kardeşim Metin’le birlikte aldık
arabayı, çıktık yola. Evden çıkmadan önce de kendimizce uyanıklık edip
Google’dan haritaya baktık. Zekiyiz ya… Kaybolmayacağız hesapta. İlk başta her
şey güzel gidiyordu; yol açıktı ve hava da güzel. Alsancak limanına kadar
sorunsuz bir biçimde gittik. Orada önümüze kocaman, beyaz bir minibüs çıktı.
Tam yolun ortasından tıngır mıngır gidiyor, diğer arabaların korna seslerine
aldırış bile etmiyordu. Derken biri minibüsü sollayıverdi, ardından da öbürü
derken bir tek biz kaldık kaplumbağa ruhlu aracın arkasında.
“Geç şunu ya! Geç kalacağız,”
dedi Metin.
Ben de verdim sinyali, kırdım
direksiyonu sola. Tam minibüsü sollarken sağımızda kalan “Otogar” tabelasını da tam gaz geçmeyelim mi? İkimiz de gözlerimiz ardına kadar açılmış bir vaziyette, ön camdan
dışarıya bakan iki heykel misali gittik bir müddet.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordu
benim kaybolmalarıma alışkın olan Metin, tedirgin bir şekilde.
“Bilmiyorum,” diye cevapladım cılız
bir sesle. Ardından o üstün yön bulma kabiliyetim devreye girdi. Hemen kafamdan
muhtemelen tamamıyla yanlış olan bazı hesaplamalar yaptım ve karşıma çıkan ilk
sağa saptım. Son hatırladığım sebebini tam olarak anlayamadığım bir nedenden
dolayı Çeşme istikametine doğru gitmekte olduğumuzdu.
Birkaç viraj, bir iki dönemeç ve
bir kavşağın ardından yönümüzü tekrar otogar tarafına çevirmeyi başardık. Ama
hâlâ oraya nasıl gideceğimizi bilmiyorduk. Bir müddet sonra, sürpriz bir şekilde kendimizi IKEA'nın önünde bulduk. Normalde gitmek isteyip de ailecek bir türlü yolunu bulamadığımız bir yerdir burası.
“Aaa, bak IKEA buradaymış. Bir
dahaki sefere yerini kolayca buluruz artık,” dedim Metin’e.
“İstesek bulamayız ki,” diye
yanıtladı Metin de, her zamanki iyimserliğiyle. Oradan başka bir yola saptık ve
bir-iki viraj daha döndük. Beş dakika sonra, nasıl olduğunu anlamadığımız bir
biçimde yine IKEA’nın önünden geçiyorduk.
“Aaa, bak IKEA buradaymış!” dedim
gülerek.
Bu sefer başka bir sokağa saptık.
Şimdi de Bornova’nın Manavkuyu adlı semtine varmıştık. Ortasında göbek olan bir
kavşaktan geçip yukarı doğru ilerledik. “Buraya hayatımda hiç gelmemiştim,”
dedi Metin.
“Ben de, ne tesadüf…” oldu
yanıtım.
Az gittik, uz gittik yine aynı
kavşağa geri geldik! Bu sefer sağa döndük, ama yol öyle izbe öyle ışıksız bir
yere gidiyordu ki o yöne gitmekten vazgeçip geri döndük ve böylece aynı
kavşaktan üçüncü kez geçtik (gülmeyin!). Sonra nasıl olduysa otogara giden
yolu bulduk, ama bu sefer de otogarın girişini bulamadık! Başladık onun da etrafında deli danalar gibi dolaşmaya. Neyse efendim, allem ettik kallem ettik içeri girdik.
Allah'tan evden erken çıkmıştık da fazla geç kalmadık. Biz otogara vardığımızda onların otobüsü de yeni giriş yapıyordu. Metin'le anlaşıp bu yaşadıklarımızdan kimseye bahsetmemeye karar verdik. Mehmetleri karşıladıktan sonra bagajlarını arabaya yerleştirdik ve otele giden yola koyulduk. Neyse ki dönüş yolunda herhangi bir kaybolma vakasıyla karşılaşmadık. Ama bizi daha büyük bir sorun bekliyordu, çünkü oteli kaybetmiştik. “Yok artık! Koskoca oteli kaybetmeyi
nasıl başardınız?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ama vallahi de billahi de
suç bizim değil! Otel, sahil yolunun üzerinde, karıştırmanıza imkân bile
olmayan bir yerdeydi aslında. Ancak o gün acayip bir şekilde yerinde yoktu.
Sahil yolundan geçerken solumuzdaki binalara bakıyorduk.
“İşte bilmem ne binası. İşte Falanca Otel. Ve hemen onun yanında da… Eee? Nerede bu otel? Burada olması lazımdı ama! Önünden geçtik de göremedik mi acaba?”
“İşte bilmem ne binası. İşte Falanca Otel. Ve hemen onun yanında da… Eee? Nerede bu otel? Burada olması lazımdı ama! Önünden geçtik de göremedik mi acaba?”
Az ilerideki bir dönemeçten
içeriye girdik ve binalara arkadan bakmaya başladık. Otelin bir yüzü de bu
tarafa bakıyordu çünkü. Ama tüm bakkallar, marketler ve eczaneler arasında
otelin o çok iyi bildiğimiz tabelasından eser yoktu. Tekrar sahile çıktık, yine
göremedik. İçeriden bir daha baktık, gene bulamadık. Sonunda bir taksiciye
sorduk. “500 metre geride birader,” dedi. 1 kilometre geriye gittik ama
göremedik. Bir bakkala sorduk, “Geldiğiniz yönde kaldı abi, geriye dönün,”
dedi. Döndük, gene aynı taksicinin yanına vardık. O gece bir ileri-bir geri
giderek Falanca Otel’in önünden en az beş kez geçtik ama bizim aradığımız
otelin izine bile rastlayamadık. Bu esnada amcamın oğlu arka
koltukta katıla katıla gülüyor, akrabamız ise “Nereye geldim ben?” edasıyla
sağa sola bakınıyordu.
“Artık akraba olduğumuza eminim
İhsan. Ben de hep kaybolurum,” dedi Mehmet, attığı kahkahalar arasından. Taksiciyi es geçip biraz
ilerideki manava sormaya karar verdik. Adamın cevabı aynen şuydu:
“Abi o otelin adı değişti.
Falanca Otel oldu.”
Hani şu önünden en az beş kez geçtiğimiz otel.
Yaaa...
Hani şu önünden en az beş kez geçtiğimiz otel.
Yaaa...
2 comments:
Pişmiş tavukla bir akrabalığın var mı senin mit :))))))))))) a aa otel yok heee :))
Olabilir valla :) Yarışıyoruz ne de olsa başımıza gelmeyen şeylerin kalmaması konusunda :)
Yorum Gönder