27 Ağustos 2015 Perşembe

Neil Gaiman'ın Zümrüt Soruşturması Üzerine...


Bilmem hatırlar mısınız, bundan iki-üç yıl önce Neil Gaiman'ın Zümrüt Soruşturma (A Study ın Emerald) adlı hikâyesini çevirmek gibi çılgınca bir işe kalkışmıştım. O zamanlar henüz amatör sayılırdım (gerçi kendimi usta görmüyorum hâlâ) ve ilk uzun soluklu işlerimden biri olacaktı. Hikâye, Sherlock Holmes efsanesini Cthulhu mitosuyla çok başarılı bir şekilde birleştirmesiyle ünlü. Ben de bu iki evreni bir ayrı sevdiğimden öykünün bendeki yeri de bir ayrıydı/ayrıdır doğrusu. İşte bu nedenlerden dolayı bayağı heyecanlanmış, çok da özenmiştim hazırlarken.

Sonra büyük gün geldi çattı ve Yüce Eskiler, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dedektifiyle ilk Türkçe danslarına başladı Kayıp Rıhtım'da. Yorumlar geldi, tebrik edenler oldu, eleştirenler de. Her hâlükârda güzel bir deneyimdi kendi adıma.

Sonra derken, Periyodik Neşriyat adlı bir rıhtımperver (kendisi İngilizce öğretmenidir) hiç beklemediğim bir şey yapıp çevirimi enine boyuna, inciğine cıncığına, noktasına virgülüne kadar kesti, biçti ve inceledi. Çok şaşırmıştım doğrusu. Aynı zamanda da çok gururlanmış, mutlu olmuştum. Eleştirilerini de kulağıma küpe etmiştim elbette. O günden beri ne zaman aklıma bu hikâye gelse Periyodik Neşriyat'ın kulağını çınlatır, çok zorlandığım bir anda yazdıklarını hatırlarım. Motivasyon kaynağıdır benim için.

Ama nedense bugüne dek onu başkalarıyla paylaşmak hiç aklıma gelmemişti. Halbuki çevirim kadar sevgili Periyodik Neşriyat'ın bu özenli çalışması da göz önünde olmayı hak ediyordu. Hatta daha fazla. O nedenle hazır aklıma gelmişken hemen kendisini buraya taşıyayım dedim. Buradan kendisine kocaman teşekkürler!

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Çanlar Hugo Ödülleri İçin Mi Çalıyor?



Fantastik ve bilimkurgu edebiyatının en saygın ödüllerinden biri olan Hugo Ödülleri bu yıl politik savaşların gölgesinde kaldı. Sağcılar ve solcular arasındaki ezeli rekabet ödüllere de sıçradı ve ortaya belki de bir daha asla tamir edilemeyecek derecede hasarlı bir sonuç çıktı.

Önemli not: Bu yazı hazırlanırken hiçbir şekilde taraf tutulmamış, olaylara tamamen objektif bir bakış açısı getirilmeye çalışılmıştır. Amaç kesinlikle sağ ya da sol ağırlıklı bir görüş sunmak değil, tam aksine Hugo Ödülleri’nde yaşanan olayları en ayrıntılı şekilde aktarmaktır. Eğer okurken yazarın taraf tuttuğu gibi bir izlenime kapılacak olursanız lütfen samimiyetle yazılmış bu notu göz önünde bulundurun.


1953 yılından beri düzenlenmekte olan Hugo Ödülleri’nin bilimkurgu ve fantastik edebiyatı için önemi ve prestiji su götürmez bir gerçektir. Bugüne dek Isaac Asimov, Ursula Le Guin, Arthur C. Clarke, G.R.R. Martin ve Neil Gaiman gibi pek çok yetenekli ustanın hak ettiği ilgiyi görmesini sağladığı gibi Dune, Karanlığın Sol Eli, Ender’in Oyunu, Neuromancer ve Mülksüzler gibi ölümsüz eserlerin dünyanın dört bir yanındaki kitap tutkunlarıyla buluşmasına da önayak olmuştur. Hangimiz bu ödüle layık görülen bir eseri okuma listemize eklemedik ya da üst sıralara taşımadık ki?

Hugo’yu diğerlerinden farklı kılan en önemli unsur, adayların da galiplerin de okurlar tarafından belirlenmesidir hiç kuşkusuz. Örneğin Nebula Ödülleri, Amerikan Fantastik ve Bilimkurgu Derneği tarafından dağıtılır. Ama Hugo Ödülleri her yıl düzenlenen WorldCon’a (Dünya Fantastik ve Bilimkurgu Kongresi) katılan, o yıl çıkmış kitapların çoğunu okuyan ve 40 dolarlık üyelik ücretini ödeyecek kadar kendini bu işe adamış gerçek kitap kurtları tarafından belirlenir.

Ya da belirlenirdi… Bu yıla dek. Çünkü 2015 Hugo Ödülleri şimdiye kadar benzerine rastlanmamış bir politik çekişmenin savaş alanına dönmüş durumda. Hem de gerçek anlamda… Eğer sitemizde düzenli olarak paylaştığımız ödül haberlerini takip ediyorsanız bu yılki Hugo listelerini de görmüşsünüz demektir. Ve muhtemelen sizler de bizim gibi kafanızı kaşımışsınızdır. Evet, her ödül haberinde karşımıza çıkan Ancillary Sword’u ve sürpriz bir şekilde çok sevdiğimiz Dresden Dosyaları’nı orada görmek güzeldi ama… 6 farklı eserle 3 ayrı dalda birden aday olarak rekor kıran şu John C. Wright da kimdi? Diğer ödüllerde (Locus, Nebula, World Fantasy) karşımıza sık sık çıkan Peripheral (William Gibson), Lock In (John Scalzi), The Three-Body Problem (Cixin Liu), Bay Mercedes (Stephen King) ve övüle övüle bitirilemeyen tüm o diğer kitaplar neredeydi? Kimdi bu aday listelerini dolduran tanınmayan isimler?

Evet, Türk okurlar olarak ödül haberlerindeki isimlerin bir kısmını çoğunlukla tanımıyor oluruz zaten; fakat arada iki-üç tane tanıdık yazar illa ki satır aralarından bize el sallar. Ama bu yıl değil… Çünkü bu yıl aday olan isimlerin %90’ını Amerikalı okurlar bile tanımıyor. Bu bir şaka değil, acı gerçeğin ta kendisi. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Bu sorulara yanıt bulabilmek için DeLorean’ımıza atlayıp zamanda biraz geriye gitmemiz gerekiyor.

6 Ağustos 2015 Perşembe

Don Kişot - Kitap İnceleme


Don Kişot adlı hayalperest şövalyemizi tanımayanınız, duymayanınız yoktur herhalde. İspanyol yazar Miguel de Cervantes Saaverda’nın taaaa 1605 yılında yazdığı bu eser bugün bile gelmiş geçmiş en önemli klasiklerden biri sayılır ve şimdiye dek sinemadan tutun da çizgi-filmlere kadar pek çok uyarlamaya konu olmuştur. İşte Alman yazar/çizer Flix’in Don Kişot çizgi-romanı da onlardan biri. Ama çok daha farklı, komik ve bir o kadar da eşsiz bir uyarlama bu…

Don Kişot, Cervantes’in meşhur romanından serbestçe uyarlanarak karelere dökülmüş bir çizgi-roman. O nedenle okurken maksimum keyfi alabilmek ve göndermeleri kaçırmamak için kitapla ilgili hatıralarınızın üstündeki tozları biraz silkelemeniz gerekiyor.

Zaman makinenize atlayıp okul sıralarınıza döndüğünüzde ve çantanızdan Don Kişot’un MEB onaylı ince baskısını çıkardığınızda kendisinin aslında Alonso Quixano adlı, ellili yaşlarındaki bir İspanyol soylusu olduğunu hatırlayabilirsiniz. Alonso kafayı şövalyelik romanlarıyla o denli bozmuş, onları o kadar çok okumuştur ki sonunda kendisinin de bir şövalye olduğuna inanmaya başlamıştır.

Sonunda kendine Don Kişot adını veren kahramanımız Rosinante adlı yaşlı atına atlar, siyah eşeğinin üstündeki Sancho Panza’yı peşine takar ve sonu hüsranla biten bir dizi trajikomik serüvene atılır. Don Kişot maceraları sırasında dev sandığı yel değirmenlerine karşı ümitsiz bir savaşa girişir. Bir de aslında adını bilmediği ama o bulanık zihninde “Tanrı’nın güneşinin altındaki en güzel yaratık” olarak gördüğü Tobosolu bir kadına âşık olur ve ona Dulcinea adını takar. Ama onunla ne tanışır ne de bir kerecik olsun konuşur.