Ender’in Oyunu’nu hiç okumadıysanız bile adını mutlaka duymuşsunuzdur. Orson Scott Card’ın ilk kez 1977’de bir kısa hikâye olarak kaleme aldığı, daha sonrasındaysa 1985’te romanlaştırdığı bu eser askerî bilimkurgunun en başarılı örneklerinden biridir. Yazara hem Hugo hem de Nebula ödülü kazandırmış, ardından pek çok devam kitabına ve yan seriye kavuşmuştur. Hatta Card günümüzde bile seriyi devam ettiriyor.
Hem Ender’in Oyunu hem de ana serinin devam kitapları ülkemizde de hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip. Gel gelelim Altıkırkbeş Yayınları’ndan çıkan çoğu eserin muzdarip olduğu kötü çeviri sorunundan dolayı (eğer bu yayınevinden çıkan çeviri bir eseri anlamakta ve okumakta güçlük çekiyorsanız üzülmeyin, suç sizde değil) çok istememe rağmen ben bu seriyi hiç okuyamamıştım. Hep içimde bir ukde olarak kalmıştı desem yeridir hatta. O nedenle Pegasus Yayınları hiç beklemediğim bir anda benimle çalışmak istediklerini söyleyip, üstüne bir de Ender’in Gölgesi’ni teklif ettiklerinde acayip mutlu oldum. Sözleşme görüşmeleri devam ederken e-postalarda tüm ciddiyetimi korurken masanın altında şıkkıdı şıkkıdı oynuyordum hatta. Ama aramızda tabii bunlar, şşşt…
“Yahu, sen değil miydin Kim Stanley Robinson ve Ted Chiang gibi yazarları çeviren?” diyebilirsiniz elbette ama çevirmenlik böyle bir şey işte… Kaç tane usta yazarın eseri üzerinde çalışırsanız çalışın dünyaca ünlü başka bir üstadın bir o kadar ünlü bir kitabı karşınıza çıkınca bir amatör gibi seviniyorsunuz yine de.
Ama ortada büyük bir sorun vardı. Yazının başında da belirttiğim gibi daha önce Ender kitaplarının hiçbirini okumamıştım. Ve Ender’in Gölgesi, yani bu yazıya konu olan kitap, ilk romana paralel bir şekilde ilerliyor, hatta kimi yerlerde onunla aynı bölümleri paylaşıyor. Yani sizin anlayacağınız iki kitap da aynı karakterleri, aynı mekânları ve kısmen de olsa aynı olayları görüyoruz. Ama başka birinin, eski çevirilerde adı “Bean” olarak geçen karakterin bakış açısından…
O nedenle ilk yaptığım şey kendimi kurban edip dilimize çevrilmiş baskısını okumak oldu. Evet, İngilizcesini de okuyabilirdim ama görmem gerekenler sadece iki kitap arasındaki ortak noktalar değildi. İsim ve terim çevirilerini de görmem lazımdı. Tamam, bir Altıkırkbeş çevirisi asla baz alınmaz ama bir okur olarak en çok nefret ettiğim şeylerden biri daha önce dilimize bir şekilde kazandırılmış bir ismi, bir terimi vs farklı şekillerde görmektir. Örnek vermem gerekirse, Çıkın Çıkmazı’nı Bag-Yaka ya da Punisher’ı (İnfazcı) Mavi Kaplan olarak görmek bende karmaşık duygulara, hafif çapta depresyona ve bilimum ağız bozukluklarına neden olabiliyor. Bu yüzden Mazer Rackham’ın adının arada ısrarla “Mazhar” olarak yazıldığı, herkes kelimesinin “herkez” olduğu, –de ve –ki eklerinin bitişik mi yazılsak ayrı mı karmaşası yaşadığı bir çeviri okudum kolları sıvamadan önce. Evet, yaptım bu eziyeti kendime. Sizin için nelere katlanıyorum, bakın, görün! Öhöm…
Neyse efendim… siz deyin iş ahlakı, ben diyeyim mazoşistlik, bu çabamın karşılığını hem aldım hem de alamadım. Şöyle ki, eski çeviriyi okumuş olmam sayesinde Ejder Ordusu, Savaş Okulu, Böcekler, Parlayan Elbise, Taktik Okulu gibi isimler bu şekilde, okurların alışık olduğu hâlleriyle bırakıldı. Gel gelelim çok kritik hatalar ya da yanlış çeviri tercihleri de vardı. Bunların en başında da Bean karakterinin adı geliyor. Ender’in Oyunu’nu okuyanlar bilirler, Bean kitaplarda Savaş Okulu’ndaki en küçük ama en zeki çocuk olarak geçer. Sadece yaş bakımından değil, cüsse olarak da küçücüktür. Ender’in Gölgesi adlı kitabımızda da başrol tamamen kendisine ait. Ama gelin görün ki Bean bir isim değil, bir lakap. Karakterin bastıbacaklığına yapılan bir atıf. Ender’in Oyunu’nda Ender’le ilk kez karşılaşmalarında şöyle bir diyalog geçer:
“İsmini söyle çocuk?”
“Bu askerin ismi Bean Efendim.”
“Bu ismi cüssen için mi yoksa beynin için mi aldın?” Diğer çocuklar biraz güldü.
Soru işaretinin yanlış kullanımı ve “Efendim”in sebepsiz yere büyük harfle başlaması tamamen Altıkırkbeş’in güzellikleri… Neyse, burada dikkat etmemiz gereken asıl nokta Ender’in Bean’in adıyla dalga geçmesi ve diğer çocukların gülmesi. Ama neden? Komik olan ne? İsminin cüssesiyle ya da beyninin büyüklüğüyle ne alakası var? Eski çeviride bunun sebebini hiçbir zaman anlayamıyoruz. Üstelik kitapta bunun gibi birkaç yer daha var (Hatta hiç çevrilmeyip atlananlar da var ama o ayrı konu).
Sebebi, biraz önce de belirttiğim gibi, Bean’in aslında bir isim değil, bir lakap olması. İngilizcede “fasulye” anlamına geliyor ve karakterin kısa boyunu vurgulamak için kullanılıyor. Dolayısıyla Bean’in adı benim çevirimde “Bezelye” hâlini aldı. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, biz birinin beyninin küçüklüğünden bahsederken “fasulye beyinli” değil, “bezelye beyinli” deriz. Aynı şekilde, bir şeyin çok ama çok küçük olduğunu ifade etmeye çalıştığımızda “fasulye kadar” demeyiz. Bizim kültürümüzde fasulyeye daha mülayim bir anlam yüklüdür; fasulye gibi nimetten deriz mesela… Öte yandan küçüklük vurgusu yapmak istediğimizde “bezelye tanesi kadar” deriz. Son olarak, hem Bean’in hem de Bezelye’nin “Be” harfleriyle başlaması bu seçimi yapmamdaki bir diğer etken oldu. Dolayısıyla kitap boyunca Bezelye olarak göreceğiniz karakter ilk kitaptaki Bean ile aynı kişi.
Ender Serisi’nin sıkı bir hayranı olan Kemal Bey başlangıçta bu çevirimi reddetmeyi düşünmüş fakat daha sonra Yüzüklerin Efendisi’ndeki Strider – Yolgezer çevirisini anımsamış ve en sonunda da neden olmasın demiş. Kendisine bana tanıdığı bu esneklikten ötürü buradan tekrar teşekkürler. Ve umarım sizler de kitap boyunca Bezelye ismiyle yapılan kelime oyunlarını ve şakaları gördükçe bana hak verir ve bu zorunlu (ama doğru) değişiklikten ötürü beni mazur görürsünüz.
Bir diğer önemli değişiklik Ender’in Oyunu’nda I.F. Uluslararası Donanma ya da kısaca sadece I.F. olarak geçen askerî kurumun adı için yapıldı. Buradaki sorun I.F.’nin zaten hâlihazırda Uluslararası Donanma’nın (International Fleet) kısaltması oluşu. Yani I.F. Uluslararası Donanma yazdığınız vakit aslında iki kere “Uluslararası Donanma” yazmış oluyorsunuz. O nedenle eski çevirilerde I.F. olarak geçen kısaltma U.D. olarak değiştirildi.
Eski çeviriyle ilgili son büyük farklılık Savaş Okulu’ndaki çocukların lakaplarıyla alakalı. Tıpkı Bean/Bezelye’de olduğu gibi, diğer çocukların bazıları da aslında gerçek isimleriyle değil, takma adlarla çağrılıyor. Mesela Hot Soup, Fly Molo gibi isimler Sıcak Çorba ve Sinek Molo olarak değişti. Eski çeviride doğru bir biçimde Çılgın Tom olarak çevrilen Crazy Tom ise Türkçeleştirilmiş şekliyle bırakıldı elbette. Bir tek Achilles adlı karakterin adında Türkçeleştirmeye gitmekten ve “Aşil” olarak yazmaktan kaçındım. Nedenini soracak olursanız, kitabın ilerleyen kısımlarında “İsmi a-KİL-yus olarak değil, a-ŞİL olarak telaffuz ediliyor,” şeklinde birkaç bölüm ve açıklama çıkıyor karşımıza.
Dilimize artık iyice yerleşmiş olan ve bu saatten sonra değiştirilmesi mantıksız, hatta çirkin kaçacak “Ender” (Bitirici) lakabıysa olduğu gibi bırakıldı elbette. Derin bir oh çektiğinizi duyar gibi mi oldum ne?
Ender’in Oyunu ve Ender’in Gölgesi birbirlerine paralel olarak ilerlediklerinden Ender ile Bezelye’nin aynı anda sahne aldıkları bölümler her iki kitapta da yer alıyor. Bu sefer Bezelye’nin bakış açısından elbette. O nedenle ilk kitapta severek okuduğunuz bir bölümü burada da bir kez daha yaşamak gerçekten de güzel bir okuma tecrübesi sunuyor bizlere. Benim de çevirirken en çok keyif aldığım kısımlar bunlar oldu.
Gerçi Orson Scott Card’ın Bezelye’yi haklı çıkarmak ya da konuyu toparlamak adına kimi yerlerde Ender’in bazı şeyleri nasıl da yanlış anladığını, aslında sandığı kadar akıllı olmadığını göstermesi biraz sinirimi bozmadı değil. Ender’e gönülden bağlıysanız bu kısımlarda ikileme düşebilirsiniz, benden söylemesi…
Orson Scott Card, Türkçeleştirmesi uğraştırıcı bir yazar. Bunun sebebi kısmen üslubu. İngilizce kitap okumuşluğunuz varsa bazı yazarların devrik cümle kurarak yazma takıntılı olduğunu da bilirsiniz. İngilizce okurken dile şiirsellik katar bu. Card buna ek olarak çok fazla “that” takısı da kullanıyor. Öyle ki bir cümlede bazen beş, altı, hatta yedi kez that geçtiği oluyor. Örneğin:
That was the first moment that Bean realized that he even had such a goal.
Dat, dat, dat, dat… En sinir olduğum şeydir. Okuduğunuzda çok kolay bir biçimde anlarsınız ama iş çevirmeye geldiğinde oldukça uğraştırır. Bir de bunun koskoca paragraflara dağıldığını düşünün; ilk başta yazmanız gereken şey, genellikle tek cümlelik o uzun paragrafın en sonunda yer alır ve oradan başlayıp hepsini yapboz gibi birleştirmeye, cümlenin bütünlüğünü korumaya çalışırsınız. Bir de üstüne “Bölmeyeceğim işte cümleyi, bölmeyeceğim! Aslına sadık kalacak!” diye inat ederseniz benim gibi eziyet çekmeniz kaçınılmaz. O nedenle bazı yerlerde yazarın yazdığını değil de anlatmak istediğini yazdığım oldu. Aksi takdirde “Bu ne kötü çeviri! Bunlar ne kadar devrik cümleler böyle!” diyerek beni linç ederdiniz.
Aynı durum isimler için de geçerliydi maalesef. Card aynı cümlede aynı kişinin adını iki-üç kere yazmakta hiç beis görmemiş ne yazık ki. Ama akıcılığa aşırı derecede önem verdiğimden ben bu cümleleri olduğu gibi çeviremezdim. Cidden kötü duruyor, hatta okurken insanı yoruyordu çünkü. Mesela:
Bean looked him in the eye, even though he was about twice Bean’s height.
Şimdi bunu birebir Türkçeye çevirsek ortaya şöyle bir cümle çıkıyor:
Bezelye, Bezelye’nin boyunun iki katı olmasına rağmen onun gözlerinin içine baktı.
Siz böyle bir çeviri okumak ister misiniz? Şahsen ben istemem. Hatta muhtemelen bunu benim eksiğim gediğim sanıp “Çevirmen kitabı rezil etmiş!” diyenler bile çıkabilirdi. O yüzden gereksiz isimlerin çoğu atıldı, Orson Scott Card’a editörlük yapıldı ve kendisine bol bol sitem edildi.
Ender’in Gölgesi’nin beni en çok zorlayan yanlarından biri de Card’ın bu kitapta başlattığı “Savaş Okulu argosu” oldu. Aslında mantıklı ve gayet güzel bir detay. Okulda her milletten bir sürü çocuk olduğu için farklı dillerden farklı kelimeler dillerine geçiyor ve okula özgü bir argo oluşuyor. İspanyolca, Portekizce, hatta Arapça kelimeler çıkıyor bir anda karşınıza. İşin kötü yanı çoğunun açıklaması kitapta yok, daha da kötüsü bir kısmı orijinal dilinde yazıldığı gibi değil, İngilizcede okunduğu gibi yazılmış. O nedenle bu konuda bol bol araştırma yapmam ve bazı yerlerde dipnot kullanmam gerekti. Buna karşın kitapta açıklanan kelimelere dipnot koymadım ve yazarın hedeflediği gibi okurun Bezelye’yle birlikte öğrenmesini sağlamaya çalıştım.
Bir de bir bölümde “Did’ums wose um’s mama?” diye bir cümle vardı. Anlamını ilk seferde anlayan varsa beri gelsin, madalya takacağım. Neyse ki elimizin altında Google diye bir nimet var. Daha önce kitabı başka bir dile çeviren bir çevirmenin forumlarda sorduğu soru sayesinde bu cümlemsi şeyin aslında “Did baby lose his mama?” cümlesinin bebekleştirilerek yazılması olduğunu hayretler ve hakaretler eşliğinde keşfettim. “Bebecik anneşini mi kaybetmiş?” diye çevrildi.
Kitapta bol miktarda kelime ve isim oyunu vardı. Çoğunlukla Savaş Okulu öğrencilerinin lakapları uğraştırdı beni. Çünkü isimlerinin fonetiğiyle alakalıydılar ve küçük çapta bir hakaret anlamına gelmeleri gerekiyordu. Bu tür isimlerde anlamdan çok ses uyumunu ön planda tuttum. Örneğin Seamus (Şeymız) adlı bir çocuğun lakabı Shame (Şeym) yani utançtı; ama ses uyumu açısından bizim dilimize Semiz olarak çevirdim. Ducheval (döşval) adlı çocuğun lakabı da Shovel (Şavıl) idi. Bu da yine ses benzeşmesi ön planda tutularak Şaval olarak çevrildi.
Bezelye bir bölümde Ender’den “bir numara” olarak bahsedildiğini dile getiriyor. Ama Ender’in en büyük rakibi olan, kötücül oğlan Bonzo Madrid, “Number one is piss,” (Bir numara işemektir) deyiveriyor tam o noktada. İngilizlerde tuvalete gitmek isteyen küçük çocukların bunu kibarca ifade edebilmesi için kullanılan bir terimdir bu. “Bir numaram geldi!” Number two is poop, (İki numara, kaka) mesela. Bu noktada durumu dipnotla uzun uzun açıklamak yerine, “Ondan olsa olsa yüz numara olur,” şeklinde yerelleştirmeye gidildi (Yüz numara = Tuvalet).
Son olarak Bezelye duş aldığı sırada Ender’in ortak banyoya girdiği ve ikilinin arasında esprili bir diyaloğun yaşandığı kısım var. Ender bir noktada “I was pissed,” diyor. Buradaki piss kelimesinin İngilizcedeki asıl anlamı “işemek.” Ama Ender ikinci anlamını, yani “kızdığını” belirtiyor aslında. Sonra da Bezelye’ye dönüp “Are you pissed?” (Sen de mi kızgınsın?) diye soruyor. Bezelye ise espri yaparak, “Hayır, ben o işi duşa girmeden önce hallettim,” şeklinde cevap veriyor. Buradaki zorluk hem kızmak hem de duşa girmeden önce yapılabilecek bir eylem anlamına gelebilecek bir şey bulmakta yatıyor. Benim tercihim “Kızdım” yerine “Tepem attı,” kullanarak espriyi şu şekilde yansıtmaya çalışmak oldu:
“Hayır,” dedi Wiggin. “Tepem atmıştı.” Gitmek üzere döndü, ardından tekrar geri geldi. “Senin de mi tepen atık?”
“Hayır, duşa girmeden önce tepemi çıkardım.”
Böylece günahıyla sevabıyla bir Çevirmenin Çemberi yazısının daha sonuna gelmiş oluyoruz. Umarım hem bu yazıyı hem de kitabı okurken keyif almışsınızdır. Serinin ikinci kitabında görüşmek üzere…
Not: İlk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.
2 comments:
Merhaba, çeviri işinin mutfağına bizi de sokmuşsunuz. Büyük keyifle okudum yazınızı. Tebrik ederim.
Teşekkürler Ufuk Bey. Keyif aldıysanız ne mutlu. Sevgiler :)
Yorum Gönder