25 Haziran 2014 Çarşamba

Gülümseyin

Sene 1999, üniversite yıllarım... Bugünlerde hemen hemen herkeste 2 tane olan cep telefonlarının yeni yeni yaygınlaştığı, MSN’e burun kıvrılıp ICQ’nun kullanıldığı, dijital fotoğraf makinelerinin esamesinin bile okunmadığı zamanlar. Hazır yemekten bıkıp ev yemeğine hasret kaldığımız günler. 

Sınıf arkadaşımız Fatih’in annesi, hâlimizi tahmin etmiş olacak ki, bir akşam hepimizi yemeğe davet etti sağ olsun. Biz de 9-10 kişilik, kızlı erkekli bir grup olarak soluğu onların evinde aldık. Bir saat kadar muhabbet ettikten sonra sıra geldi günün anlam ve önemine, yani yemek faslına. O zaman doğalgazın de’sinden bile haberimiz olmadığından masanın hemen yanı başında bir de kömür sobası vardı. O yüzden biraz sıkış tıkış geçtik sofranın başına, ama zor da olsa yerleşmeyi başardık. Derken, tam da çatal bıçaklarımızı hevesle kuşanmışken, “Bir dakika!” dedi Fatih, ev sahiplerine has o özgüven dolu sesle. “Başlamadan önce bir fotoğraf çekilelim de hatıra olsun.”
“Tabii,” dedik, “harika bir fikir.” Yüksek sesle yanıt verdik ki karnımızın gurultusu duyulmasın. 

Hemen bir fotoğraf makinesi bulundu, bu ulvi görev Fatih’in annesi Hicran Teyze’ye verildi ve yüzlerdeki aç ifadeler geniş gülümsemelerin arkasına saklandı. Amma velâkin, birkaç dakikalık zorlu uğraşının ardından Hicran Teyze makineyi indirdi ve, “Hepinizi almıyor, biraz yanaşın,” dedi. Böylece zar zor yerleştiğimiz sandalyelerden kalkıp hep birlikle sobanın yanına, masayla büfenin arasına sıkıştık. Hicran Teyze makineyle biraz daha uğraşıp bir iki adım yana geçtikten sonra, “Cık!” dedi, “biraz daha sıkışın.” Böylelikle adam adama markaja giriştik bizde. Sen kafanı eğ, siz aynı sandalyeye oturun, biraz daha sıkışın, biraz daha derken hepimizin hevesle beklediği o, “Hah, tamam,” duyuldu en nihayetinde ve ardından garip bir biçimde Ramazan toplarıyla özdeşleştirdiğim flaş sesi geldi kulaklarımıza. Sonrası malumunuz... Allah Allah sesleriyle sofraya yumuluş. 

Hicran Teyze’nin yemeği de konukseverliği de her zamanki gibi harikaydı. Çok güzel bir akşam geçirdik o gün. Güldük, yemek yedik, konuştuk, yemek yedik, Fatih gitar çaldı, yemek yedik... bir de yemek yedik. Unutulmaz bir akşamdı. Fakat o geceye damgasını vuran ve bugün bile hatırlamamızı sağlayan şey Hicran Teyze’nin fotoğrafçılık maharetiydi. Çünkü bir hafta sonra fotoğraflar baskıdan çıkınca karşılaştığımız poz buydu:


İşte 9-10 kişilik grubumuz :P

19 Haziran 2014 Perşembe

Dünya Kupası hatırası

Dünya Kupası başladı malumunuz. Akabinde de yer gök futbol oldu. Babam da, her ne kadar bu tür turnuvalardan zerre haz etmediğinden yakınsa da hiçbir maçı sektirmeden izlemeye devam ediyor. Tüm skorları, puan durumlarını, fikstürü vs her şeyi TRT spikerlerinden iyi biliyor maşallah.

Geçen gün de Avustralya – Hollanda maçı vardı. Spiker Tim Cahil adlı oyuncudan bahsediyordu, arada 35 yaşında olduğunu söyledi. Bunu duyan babam da, “Yuh!” dedi. “İhtiyarlamış, kocaman adam olmuş, hâlâ top oynayacağım diye uğraşıyor. Moruk!”

Sonra şöyle bir durdu (34 yaşında olduğumu hatırladığını hemen fark ettim, ama renk vermedim), ağzını yavaş yavaş kapadı, gözleri hafifçe irileşti, bana kaçamak bir bakış attı ve hemen kıvırdı: “Ya, aslında o kadar da ihtiyar değilmiş canım! Daha genç sayılır.”

10 Haziran 2014 Salı

Laptopunuz boğulursa...

Şu sıcak yaz günlerinde çalışmak zorundaysanız laptopunuzu kucağınıza çekip yanına bir bardak serinletici içecek almak gibisi yoktur. İstediğiniz yerde oturabilir, masa başının kısıtlamalarından kurtulabilir ve çalışıyormuş gibi görünüp çaktırmadan keyif çatabilirsiniz. Ama... laptopunuz da sıcaktan bunalıp, "O içtiğinden ben de istiyorum!" derse, elinizin hafif bir dokunuşuyla bardağınızın içindekiler tamamen klavye takımınıza dökülürse... işte o zaman serin sulardan sıcak kumlara kafa üstü çakılmış gibi olursunuz! Nereden mi biliyorum? Bizzat yaşadım da ondan! Peki böyle bir durumla karşılaştığınızda ne yapmalı? Gelin size Yorgun Savaşçı farkıyla, adım adım anlatayım!

2 Haziran 2014 Pazartesi

İmdat!

Nedendir bilinmez, şu son birkaç haftadır teknolojik aletlerle aram tuhaf bir biçimde ters. Hatta "ters" kelimesi durumumu özetlemekte bir hayli yetersiz kalıyor desem yeridir. Aslında her şey Turkcell hattımın aniden sıfır çekmesiyle başladı. Evde nereye gidersem gideyim, soluğu hangi odada alırsam alayım telefonum bir türlü çekmiyor. Bunun sonucunda da ne zaman biri beni arasa ulaşamıyor. Eğer ulaşacak kadar şanslıysa da telefonun yüzüne kapanması şerefine nail oluyor. Böylece başlangıçta oldukça sevecen konuşan dostlarım, beş dakikalık zorlu uğraşların ve yüzlerine kapanan sayısız aramanın ardından pek bir nemrut oluveriyorlar. "Nasılsın canım kardeşim?" diye başlayan konuşmalar, "Senin deee.... Telefonunun daaa...!" gibi sevgi (!) dolu cümlelerle bitiyor. 

Gel gelelim eğer ön balkona çıkıp kafamı camdan 45 derece açıyla dışarı sarkıtır ve İzmir'in deniz manzarasına bakarak o şekilde, 3 kat aşağı düşmeden durabilirsem o zaman telefonum çekiyor. Ama bu sefer de internetim çekmiyor ve gelen e-postaları, whatsup mesajlarını vs kaçırıyorum. Bu yüzden haftalardır ön balkon ve arka oda arasında mekik dokuyup duruyor, bir taraftan da Turkcell'e saygı ve sevgilerimi iletiyorum. Bir ay önce ettiğim şikayeti hâlâ değerlendiriyorlar. Hâlâ... Neyi bekliyorlar emin değilim. Sanırım bir Selocan kapıp öldürmekle tehdit etmemi falan...

Bu yetmiyormuş gibi yıllar sonra paraya kıyıp yükselttiğim bilgisayarım aşırı derecede ısınma problemi gösteriyor. İçini açtım, temizledim, fanlarını kontrol ettim ama ı-ıh... bana mısın demiyor. Boş durumdayken bile 50 dereceyi görüyor. Sebebini anlamadım gitti. 

Bu da yetmiyormuş gibi geçen gün yaşadığım ufak bir kısa devre kazası sonucunda flash-diskim nalları dikti. Tüm yarım kalmış öykülerim, hikaye fikirlerim, roman taslaklarım... hepsi ama hepsi bir anda yok olup gitti. Yedeğini de en son 1 yıl önce almış olmam tuzu biberi oldu. Evlat acısı gibi oturdu desem yeridir a dostlar!

Bu da yetmiyormuş gibi geçen gün çevirilerimi yaptığım laptopuma meyve suyu döktüm! Yaralı parmağa işemeyen kardeşim Metin sağ olsun, nasıl olduysa o gün bana meyve suyu getireceği tutmuş. Bardağa yanlışlıkla şöyle bir değmemle içindeki tüm sıvının laptopun üzerine dökülmesi bir oldu. Allah'tan cihaz çalışıyor ama tuşları yapış yapış! Bir tuşa basıyorum, oraya yapışıp kalıyor. Üç gündür içini açıp temizlemekle, tuşları silmekle vs uğraşıyorum Daha da kötüsü bir-iki tuşu sizlere ömür. İnternetten yeni tuş takımı sipariş etmek zorunda kaldım. Daha daha daha kötüsü ise yeni gelen klavyenin bozuk çıkması oldu!!! Şimdi de onu geri kargolamakla ve garanti işlemleriyle uğraşmam gerekecek. Sorunumu çözememiş olmam da cabası!

Kısacası... İmdaaaaaaaaat!!!

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Gündüz Nöbeti - Kitap İnceleme

Pegasus Yayınları, 2014, 520 Sf.
Çevirmen: Ferda Yaraş
Gündüz Nöbeti, Sergey Lukyanenko’nun kaleme aldığı Nöbet serisinin ikinci kitabı. Serinin ilk kitabı Gece Nöbeti’nin aksine, bu cildin sayfaları arasında yaşanan maceralara Karanlık Varlıklar’ın gözünden şahit oluyoruz.

Kitap toplamda yine üç ayrı bölümden oluşuyor. İlk bölümde… şey, gelin ilk bölüm hiç yokmuş gibi davranalım. Çünkü ilk kitapta en çok nefret ettiğim karakterlerden biri olan Cadı Alisa ile baş başa bırakıyor sizi bu bölüm ve üzülerek söylemeliyim ki uzun zamandır okuduğum en sıkıcı hikâyeye sahip kendisi. Tamam, burada anlatılanlar kitabın ilerleyen bölümlerinde, özellikle de son kısımlarında oldukça önemli bir yere sahip. Ama yine de gereksiz yere uzatılmış gibi geldi bana. Çok daha kısa ve sade bir biçimde anlatılabilir, ufak bir ara bölüm gibi sunulabilirmiş.

İkinci bölüm ise… Ah, ikinci bölüm! İddia ediyorum, şimdiye kadar okuduğum tüm Nöbet maceralarının arasında en iyisi bu bölümdü! Hikâye daha en başından itibaren sizi avcunun içine öyle bir alıyor ki kendinizi bir anda sayfaları hızlı hızlı tüketirken buluyorsunuz ve maceranın sonunu görene dek kitabı elinizden bırakmak istemiyorsunuz. İçerdiği gizem unsuru, Anton ve arkadaşlarının geri dönüşü, hikâyenin baş kahramanı… hepsi ama hepsi ustalıkla kaleme alınmış.

Üçüncü ve son bölüm ise, Gece Nöbeti’nde olduğu gibi tüm bölümlerin birbirine bağlandığı ve her şeyin açıklığa kavuştuğu bir kapanış macerası. Yazarın bu özelliğini, yani kitabın başından itibaren anlattığı tüm açık uçları yine başarılı bir macera eşliğinde toparlama yöntemini gerçekten beğendiğimi söylemem gerek. Bu son hikâye de Nöbet serisine yakışır bir öyküydü. Son, son, son kısımlarda işi Hıristiyanlık öğelerine bağlamayıp durumu gereksiz yere aşırı dramatikleştirmeseymiş çok daha iyi olurmuş kanımca. Onun haricinde güzel bir ‘satranç’ oyunuydu.

Üçüncü kitabı merakla bekliyorum. Şehir fantastiği ve az aksiyon bol entrika dolu maceraları sevenlere tavsiye olunur.

1 Mayıs 2014 Perşembe

Silo - Kitap İnceleme



Silo, ya da orijinal adıyla Wool, çok uzun zamandır radarımda olan bir kitaptı. Sıkı bir Fallout hayranı olduğum için kıyamet sonrası bir dünyada geçen herhangi bir şeyin gözümden kaçmak gibi bir şansı yok zaten. Bundan iki yıl kadar önce Kayıp Rıhtım’ın “Biz Bunu İstiyoruz” projesi için düşünmüştük kendisini, ön okumasını bile hazırlamıştık hatta; fakat hazırlıklarımız tamamlanmadan önce kitabın telif haklarının alındığını öğrenmiştik. Böylece projeyi rafa kaldırmış ve basılsa da okusak diye beklemeye başlamıştık iştahla. Gel gelelim, kaderin bir cilvesinin sonucu, kitap döndü dolaştı ve editörlük için yine benim önüme geldi. Böylece hem bu çok merak ettiğim eseri herkesten önce okuma şansı buldum hem de gerçekten de beğendiğim bir kitabın hazırlık aşamasında benim de imzam oldu.

Dışarı çıkmak istiyorum! 

Silo, günümüzden yüzlerce yıl sonra, yeryüzünün zehirli gazlar yüzünden artık yaşanılamaz bir hâle geldiği bir zaman evresinde geçiyor. Hayatta kalan bir avuç insan yeraltına gömülü, yüzlerce kat derinliğindeki bir silonun içinde yaşıyor. Dışarıyla olan tek bağlantıları silonun en üst katındaki (buraya En-Tepe diyorlar) ekranlara kameralar vasıtasıyla yansıtılan görüntüler: uçsuz bucaksız, bomboş ve tozla kaplı bir arazi. 

Her toplulukta olduğu gibi silonun da kendine özgü kuralları var. En önemli kural, dışarıdan asla bahsetmemek. Eğer dışarısıyla ilgili herhangi bir düşüncenizi yüksek sesle dile getirirseniz, dışarıya karşı bir merakınızın olduğundan bahsederseniz ya da dışarıya çıkmak istediğinizi söylerseniz temizlik cezasına çarptırılıyorsunuz. Yani içerisinde sadece yirmi dakikalık oksijen barındıran bir radyoaktif elbiseyle dışarıya yollanıyor, dış dünyanın görüntüsünü sağlayan silo kameralarını yün bir bezle temizliyor ve sürgün ediliyorsunuz. İşin ilginç tarafı şimdiye dek sürgün edilip de temizliği yapmamış tek bir kişinin bile olamaması.

Peki ama neden? Sizi sürgüne gönderen, sizi ölüme gönderen bu insanlara neden iyilik yapıyorsunuz? Dışarıdan bahsetmek neden yasak? İnsanları yeraltında bu şekilde yaşamaya iten şey nedir? İşte kitabın size sordurduğu sorular ve macera boyunca oldukça başarılı bir şekilde cevapladığı, okudukça size inanılmaz bir tatmin hissi veren ve merak unsurunu bir an için bile yitirmeyen konusu bu.

Şeytan, ayrıntılarda gizlidir

Monokl Yayınları, 2014, 520 Sf.
Çevrimen: Gökhan Sarı,
M. Rasim Emirosmanoğlu
Kitabın bir diğer başarılı yanıysa karakterleri. Önce silonun şerifi Holston’la tanışıyoruz ve nedendir bilinmez, kendisine çok kısa bir sürede derin bir saygı duyarken buluyorsunuz kendinizi. Ardından eşi Allison’la başından geçenlere tanık oluyoruz. Hemen ardından Başkan Jahns ve Şerif Yardımcısı Marnes’ın keyifli yolculuğu bekliyor bizleri. Yolculuk silonun içinde gerçekleşiyor elbette, En-Tepe’den En-Derin’e yapılan uzun bir iş seyahati. Sonra acar kızımız Juliette ile Mekanik Departmanı’nın iyi insanları sahne alıyor ve macera bu şekilde akıp gidiyor. Sürekli yeni bir şeyler öğrenip yeni yerler görüyor, yeni karakterlerle tanışıyor ve hem öykünün geçtiği evren hem de silo hakkında durmadan yeni şeyler öğreniyoruz. Alış-veriş için jeton kullanılması, ağaç yetiştirilmediği için çok değerli olan kâğıtlar, toprak çiftlikleri, IT departmanının gizemli dokunulmazlığı, geçmişteki isyanlar, doğum kontrol yöntemleri derken kitap alıp başını gidiyor ve siz de peşinden keyifle sürükleniyorsunuz.

Kitabın mutfak kısmı da çok başarılı. Yazarımız Hugh Howey, her karakteri öyle güzel ele almış ki uzun zamandan beri hayali bir kahraman için bu kadar üzüldüğümü ya da bu kadar öfkelendiğimi hatırlamıyorum. En sevdiğim karakterler Holston ile Solo oldu kuşkusuz. Gel gelelim böyle söyleyince de Juliette, Bernard, Knox, Jahns, Marck ve Walker’a haksızlık yapmışım gibi geliyor. Ne kadar çok isim saydığımın farkında mısınız? Karakterlerin ne denli başarılı olduğunu varın, siz düşünün. Bunun yanı sıra gizemlerin ortaya çıkış şekli ve arkalarında yatan mantık da gayet başarılı. Çoğu şeyin cevabını öyle pattadanak değil de gayet mantıklı bir şekilde öğreniyorsunuz. Üstelik tüm sırlara vakıf olduğunuz andan itibaren kitap sıkıcılaşmak yerine apayrı bir dönemece giriyor ve kendinizi olaylara iyice kaptırmış bulunuyorsunuz.

Kısacacı Silo, son yıllarda okuduğum en başarılı post-apokaliptik romanlardan biriydi. Hem de içinde bir tane bile zombi ya da benzeri yaratık olmamasına rağmen. Eh, Ridley Scott kitabın film haklarını alırken ne yaptığını kesinlikle çok iyi biliyormuş.

Keyifli okumalar…

Not: İlk olarak Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır.

29 Nisan 2014 Salı

Gece Nöbeti - Kitap İnceleme

Pegasus Yayınları, 2013, 528 Sf.
Çevirmen: Ferda Yaraş
Bu Rusların nasıl bir kafa yapısı var arkadaş? Adamların doğaüstü şeylere kafası çok feci basıyor. Atmosferinden tutun ince detaylarına kadar her şeyi o kadar iyi dokuyorlar ki kıskanmamak elde değil! Mesela S.T.A.L.K.E.R. ya da Metro 2033… ve tabii ki bir de Gece Nöbeti.

Sergey Lukyanenko’nun kaleme aldığı Gece Nöbeti, bugüne dek okuduğum en orijinal kurgulardan birine sahip. Her şeyden önce bu bir şehir fantastiği, yani çoğu fantastik romanda karşılaştığımız kurtadamlar, vampirler, iblisler ve büyücüler gibi doğaüstü varlıklar günümüzde, şehirlerde, bizim aramızda yaşıyorlar. Kitapta bu varlıkları birer polis gibi izleyen iki gizli kurum var. Birincisi, Karanlık Varlıkları (kurtadamlar, kara büyücüler, vampirler) takip eden ve Antlaşma’nın dışına çıkmamalarını sağlamaya çalışan Gece Nöbeti. İkincisiyse, Aydınlık Varlıkları (ak büyücüler, şifacılar) kontrol eden ve yine  Antlaşma’nın dışına çıkmadıklarından emin olan Gündüz Nöbeti. Yani her şey Antlaşma’da, bir tür ateşkeste bitiyor. Peki nedir bu Antlaşma? Basit olarak açıklamak gerekirse; eğer bir Karanlık Varlık güçlerini kullanarak normal bir insana kötülük ederse, bu durum Gece Nöbeti’ne olaya müdahale etme ve bir iyilik yapma hakkı kazandırıyor. Ne kadar adil, değil mi? Hiç de bile! Bir de madalyonun öteki tarafından bakın. Eğer bir Şifacı, güçlerini kullanıp ölüm döşeğinde olan bir insanı iyileştirerek kadere etki ederse bu da Gündüz Nöbeti’ne karışma hakkı ve eşit derecede bir kötülük yapma imkânı veriyor. Kısır döngü…

Bir de Alacakaranlık var tabii… Gece Nöbeti evreninde Aydınlık ve Karanlık Varlıklar, gölgelerini çağırıp içlerinden geçerek Alacakaranlık denen bir dünyaya geçiş yapabiliyorlar. Bir nevi Limbo olarak adlandırabileceğimiz bu yerde gerçek dünyanın gölgelerden oluşan, paralel bir yansıması karşılıyor bizleri. Bu, kitaptaki derin kurgudan sadece bir örnek. Lukyanenko gerçekten de çok sağlam temellere dayanan, karmaşık ve bir o kadar da ilgi çekici bir kurgu oluşturmayı başarmış.

Kitapla ilgili çok beğendiğim bir diğer husus da olayları bize sunuş şekli. Kitaptaki olaylara Anton adında, acemi bir Gece Nöbeti ajanının gözünden tanıklık ediyoruz. O da tıpkı okur gibi çoğu şeye yabancı ve maceraları, arkadaşlarıyla sohbetleri, patronuyla gerçekleştirdiği konuşmalar sırasında yeni yeni şeyler öğreniyor. Tabii onunla eş zamanlı olarak biz de bu dünya hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaya başlıyoruz. Böylelikle “şu şudur, bu budur,” şeklindeki uzun ve boğucu bilgilendirme metinleri olmadan, macera içindeki konuşmalar sırasında pek çok şey öğreniyoruz. Hatta, dikkatli bir okursanız, satır aralarını da okuyup Anton’un gözünden kaçan pek çok küçük ayrıntıyı yakalayabiliyorsunuz. Ayrıca her hikâyenin (toplamda 3 ayrı bölümden oluşuyor ve son hikâyede hepsi birbirine bağlanıyor) kendi içinde bir gizeme sahip olması ve bunun ne olduğunu son ana kadar tahmin edememeniz de bir diğer güzel yanı.

Kitabın aldığı olumsuz eleştiriler genelde içinde az aksiyon olması ve espri barındırmamasına yönelik. Ama ikisi de tam olarak doğru değil. Evet, hikayelerin büyük bir kısmı boyunca Anton’un kendi kendine konuşmasını ve olaylar üzerine kafa patlatmasını okuyoruz. Ama bu esnada da pek çok şey öğreniyor, pek çok ipucu yakalıyoruz. Ayrıca kitapta yeteri kadar aksiyon sahnesi olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında gerçekten de çok zekice ve ince esprilere de sahip, birkaç yerde sesli güldüğümü rahatlıkla söyleyebilirim. Fakat ikisi de dozunda. Bu biraz da beklentilerinizle alakalı bir durum. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki bir film, bir oyun ya da bir kitap çıkmadan önce onunla ilgili sayısız yoruma ve incelemeye ulaşma imkânımız var. Bu da merak ettiğimiz eseri elimize alamadan önce beklentilerimizin tavan yapmasına ve hakkında iyi olan birçok şeyi de önceden bitirip tüketmemize neden oluyor. Sonuç, kaçınılmaz hayal kırıklığı…

Benim bu kitaptan beklentim yepyeni bir yazarın yepyeni bir kurgusuyla tanışmak ve Moskova’da geçen bir şehir fantastiği okumaktı. Bunu da fazlasıyla aldım.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Bir sınav günü hatırası...

Doğup büyüdüğünüz yerin dışında araba sürmek nedense hep maceralı bir iş olmuştur. O yerde kaç yıl yaşarsanız yaşayın, mutlaka bilmediğiniz, hatta adını bile duymadığınız bir yer illa ki çıkar karşınıza. Ben de neredeyse on yıldır İzmir’de yaşamama rağmen konu araba sürerek bir yere gitmek olduğunda istisnasız her seferinde kaybolurum. Öyle böyle değil… Bornova’ya gidiyorum derken kendimi Karşıyaka yolunda bulan biri insanım ben. Suratta afallamış bir ifade, bakışlar Küçük Emrah modunda… Artık bu durumu o kadar kanıksadım ki, evden çıkarken acaba bu sefer nasıl kaybolacağım diye düşünmek âdetten oldu. En çok da kardeşim Metin’i Açık Öğretim sınavlarına götürürken yaşıyorum bu durumu. Kaybolmanın stresi tek başına yetmiyor, işin içine bir de sınava geç kalma telaşı eklensin ki iyice şenlikli hâle gelsin dermiş gibi…

Geçtiğimiz hafta sonu yine sınavlar vardı malumunuz. Ben de ailenizin şoförü olarak yine direksiyon başındaydım. Cumartesi günü sınav yeri Buca’daydı. Her nasıl olduysa giderken çok fazla sorun yaşamadık, ben de içten içe sevindim hatta. “Bu sefer kaybolmadım işte, ha-ha!” nidaları attım arabanın içinde. Sen misin erken konuşan? Biz o Buca’dan bir türlü çıkamadık! Artık nerede yanlış yöne saptıysam kendimizi ortasında boş bir lunapark bulunan, genişçe bir meydanda buluverdik. Etrafta ne bir tabela var, ne de bir yaya. Tabii ikimiz de yiğitliğe şokella sürdürmemek için hiç bozuntuya vermiyoruz, sanki her şey çok normalmişçesine konuşuyoruz, şakalar yapıyoruz o sırada. Kaybolduğumuzu birbirimize çaktırmıyoruz güya, öyle de zekiyiz!

Ben: “Metin, bak lunapark!”
Metin: “Aaa, ne güzel! Lunaparklara bayılırım.”

Lunaparkın etrafında zorunlu bir tur attıktan sonra (yol tek yöndü) meydanın solunda kalan başka bir ara sokağa sapıverdim. Aksi gibi buradaki yollar iyice dardı ve manevra yapmak biraz zordu. Neyse efendim, bir sağ, iki sol, sonra bir daha sağ derken karşımıza bir tek yön tabelası çıkıverdi. Mecburen takip ettik tabii ve o da ne? Lunaparklı meydan yine karşımızda!

Ben: “Metin, bak lunapark…”
Metin: “Aaa, ne güzel. Lunaparklara bayılırım…”

Lunaparkın etrafındaki mecburi turumuzu bir kez daha attıktan sonra bu sefer başka bir ara sokağa saptık. Bu yol yokuş aşağıydı ve içimden bir ses caddeye çıkması için yalv… öhöm… caddeye çıkacağını söylüyordu. Ama bu sefer de karşımıza bir dozer çıkıverdi, yol çalışması varmış. Pos bıyıklı, görevli bir amca kırmızı bir bayrak sallayarak üzerimize koşturdu.

Adam: “Yassah hemşerim! Geçemezsiniz! Yukarı dönün.”
Ben: “Abi biz yokuştan indik zaten. Aşağı inmek istiyoruz biz!”
Adam: “Olmaz! Yukarı didim!”

Kendisine en derin saygı ve sevgilerimizi sunarak (tabii ki içimizden) mecburen yokuş yukarı devam ettik. Az sonra kaçınılmaz olarak lunaparkın etrafındaki üçüncü turumuzu atıyorduk.

Ben: “Ay gene mi bu lunapark?!”
Metin: “Allah kahretsin bu lunaparkı! Lunaparklardan nefret ediyorum!”


Kurtulana kadar kaç tur attığımızı sormadığınız için şimdiden teşekkürler…

15 Nisan 2014 Salı

Şok Dalgası Süvarisi - Kitap İnceleme

Metis Yayınları, 1999, 274 Sf.
Çevirmen: İrma Dolanoğlu Çimen
Şok Dalgası Süvarisi bildiğimiz romanlardan biraz farklı. Bir maceradan ziyade bir fikir anlatıyor çünkü.

Nick Haflinger uzun zamandır sistemden kaçan ve sürekli kimlik değiştirerek farklı hayatlar süren biri. Kimi zaman mütevazı bir rahip rolünü üstleniyor, kimi zamansa havalı bir iş adamı. Kitap Nick'in yakalanmasıyla ve bir tür sorgu odasında sorgulanmasıyla başlıyor. Gelişmiş bilgisayar teknolojisi sayesinde Nick'i hafızasında geriye döndürüyorlar ve geçmişini tekrar yaşamasını sağlarken bunca zamandır nasıl kaçtığını keşfetmeye çalışıyorlar.

Kitabın en ilginç kısmı da burada ortaya çıkıyor. Yazar bu romanı 1975'te yazmasına rağmen ta o zamandan günümüzde kullanılan pek çok teknolojiyi inanılmaz bir isabetlilikle tahmin etmiş: internet, görüntülü telefon, solucan virüsler, 3D televizyon, cep telefonu ve daha neler neler. Okudukça şaşkınlığınıza şaşkınlık katılıyor. Neuromancer'dan 10 yıl kadar önce yazıldığını da hesaba katarsak cyberpunk türünün ilk atalarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Gelgelelim ne Nick'in başından geçen olaylar ne de bunca mucizevi teknolojik öngörü kitabı şahlandırmaya yetmiyor. Başta da belirttiğim gibi, bu bir fikir romanı ve yazar sayfalar boyunca baskıcı, sansürcü, yozlaşmış hükumetleri konu alıyor. Bu da sürekli olarak karakterler arasındaki uzun konuşmalar, konu arasındaki uzun metinler, araya eklenmiş haber metinleri (bunlardan bolca var) boyunca sürekli olarak bir eleştiri, bir fikir diktesi ile karşılaşmanıza neden oluyor ve çoğu zaman neden bahsedildiğini tam olarak kavrayamıyorsunuz. Bir de bazı şeyler hiçbir zaman tam olarak açıklanmıyor (4GH'ın açılımı nedir, bilen var mı?). Sanırım bunun nedeni kitabın aslında bir üçlemenin bağımsız devamı olması. Pek çok kaynakta kitabın üçlemeyle zayıf bir bağlantısı olduğu söyleniyor, belki de açıklanmayanlar birer göndermeden ibaret olabilir diye düşünmeme sebep oldu bu da.

Bir de çeviri hataları var ki zaten anlaşılması zor olan konuyu iyice bulandırıyorlar. Gerçi 90'lı yıllarda kısıtlı araştırma imkanlarıyla bu kitabı çevirmek çok çok çok zor olmuştur. O yüzden fazla eleştirmek istemiyorum, ama uyarmadı da demeyin.

Kısacası bitirdiğimde "İyi ki okumuşum, muhteşemdi!" de demedim, "Bu muydu yani? Tam bir vakit kaybı," da. Kitap bir şekilde kendini okutmayı başarıyor çünkü. Muğlak bir başlangıcı var ve biraz geç açılıyor ama her şeyi ustaca toparlamayı başarıyor. Yine de türün müdavimleri dışında herkese kolay kolay tavsiye edebileceğim bir eser değil.

6 Nisan 2014 Pazar

Oumpah-pah - Kitap İnceleme

YKY, 2014
192 Sf.
Yıllaaaar yıllar önce şimdi adını unuttuğum bir çocuk dergisinin (Bando ya da Milliyet kardeş olabilir) verdiği ek sayesinde tanışmıştım Oumpah-pah'la. O zamanlar kahramanımızın adı Kalınbeden'di tabii. Asteriks'in yazarı Goscinny ile çizeri Uderzo'nun birlikte imza attıkları ilk çalışma... Ta o zamanlarda bile Asteriks'in espri anlayışına ve görsel kalitesine sahip bu çizgi-romanı çok sevmiştim. Ne yazık ki ilk macerası dışındaki kitaplarını okumak kısmet olmamıştı. Bugüne kadar...

YKY sağ olsun, Kızılderili dostumuzun şimdiye dek basılan tüm maceralarını, eskizlerini ve çalışma notlarını içeren bu tek cildi dilimize kazandırmış. Kitabın hemen başında Goscinny ve Uderzo'nun tanışma hikayesinden tutun da Oumpah-pah'ın bugüne dek gün yüzü görmemiş ilk sayfalarına kadar güzel bir bölüm var. Bu kısımlardaki İngilizce-Türkçe çeviriler beni pek memnun etmedi gerçi, metinde yazanla bizim dilimize çevrilenler pek bir alakasızdı. Lakin yer darlığından dolayı böyle bir şeye başvurduklarını düşünüyorum.

Bu bölümlerin ardından Oumpah-pah'ın şimdiye dek yayınlanmış altı macerası karşılıyor bizleri. Hepsi birbirinden komik, eğlenceli ve her zamanki gibi küçük detaylarla dolu. Goscinny'nin tarihi olaylara gönderme yapma merakı ve tuhaf isimlere dayalı esprileri o zamandan kendini belli etmeye başlamış. Keza maceralarda da korsanlar, konuşan hayvanlar, batılıların tuhaf adetleri gibi pek çok Asteriks-vari şeyle karşılaşıyorsunuz okurken.

Kısacası, başından sonuna kadar yüzümde geniş bir sırıtışla okuduğum, kimi yerlerinde kahkaha attığım, bitirdiğimdeyse Şavaşavaların savaş çığlığını attığım (Yak yak yak yak!) harika bir derleme var elimizde. Goscinny ve Uderzo'nun tarzını seven herkese tavsiye olunur.

Yak yak yak yak yak!!