22 Ocak 2014 Çarşamba

John Scalzi Öyküsü Türkçede!

Yaşlı Adamın Savaşı serisiyle tanıdığımız yazar John Scalzi’nin ilk kez 2007 yılının şubat ayında Subterranean Magazine Online’da yayınlanan ve En İyi Alternatif Tarih hikâyesi dalında Sidewise Ödülleri’ne aday gösterilenMuhtemel Geleceklerden Mektuplar #1: Alternatif Tarih Araştırmaları Sonuçları öyküsü Türkçe olarak Kayıp Rıhtım’da!

Hatırlayacağınız üzere geçen yıl Scalzi ile yine yaş kutlaması sebebiyle bir röportaj gerçekleştirmiştik. Bu yıl da kendisiyle ilgili bir şeyler yapmak istedik ve bir öyküsünü çevirmeye karar verdik, kendisine ulaştık. Sizler için ilk kez 2007 yılının şubat ayında Subterranean Magazine Online’da yayınlanan ve En İyi Alternatif Tarih hikâyesi dalında Sidewise Ödülleri’ne aday gösterilen Muhtemel Geleceklerden Mektuplar #1: Alternatif Tarih Araştırmaları Sonuçları öyküsünde karar kıldık!

Umuyoruz bu güzide öyküyü sizler de seversiniz. Scalzi’ye yardımı ve izni için bir kez daha teşekkür edelim. Dilerseniz sözü daha fazla uzatmayalım ve öyküyü okumanız için sizleri BURAYA alalım!

İyi okumalar.

13 Ocak 2014 Pazartesi

Yazar Adaylarına Ustalardan Tavsiyeler


Yazar olmak zor, bu dalda ustalaşmak ise çok daha zor. Yine de hemen hemen her kitap kurdunun kalbinde kendi kaleminden dökülen satırları günün birinde basılı olarak görmek yatar. Küçük bir çoğunluk öyle veya böyle bunu başarır, geri kalanlarıysa o kadar şanslı değildir. Bunun pek çok sebebi olabilir: imkânsızlıklar, tembellik, korku… Ama en büyük nedenlerinden biri yol gösteren kimsenin olmamasıdır kuşkusuz. Çünkü, her ne kadar bazı kesimler aksini iddia etse de, bu iş mektepte ya da eğitici bir kitap okuyarak öğrenilmez.

Peki nedir bu işin sırrı? Mavi yerine kırmızı hapı yutmak mı? Havlunuzu yanınızdan ayırmamak mı? Yoksa saatte 88 mile çıkan DeLorean’ınızla geleceğe gidip ünlü yazarların bizim zamanımızda henüz basılmamış kitaplarını alıp onlardan önce basmak mı? (Hmm, bu fikir fena değilmiş) Tabii ki hayır. Ama kalkıp da burada sizlere ahkâm kesecek değiliz. Her işte de olması gerektiği gibi bu konuyu da ustalarına soralım dedik ve sizler için bu makaleyi derledik.

Kayıp Rıhtım 6. Yıl Projeleri kapsamında gerçekleştirdiğimiz bu dosyamızda, bakın yazarlar ne tavsiye etmişler. Özellikle bizleri kırmayıp görüşlerini sunan yerli yazarlarımıza sonsuz teşekkürler! Projemize ulaşmak için BURAYA tıklayabilirsiniz.

İyi okumalar!

8 Ocak 2014 Çarşamba

Kömür ateşi

İnsan ne dilediğine çok dikkat etmeli; özellikle de dilediği şeyin nerede ve nasıl gerçekleşebileceğini bilmiyorsa...

Ayıptır söylemesi, geçen cuma annem bize köfte pişirdi. Hani şu marketlerde satılan hazır köftelerden. Lakin bu etine solgun arkadaş her ne kadar kendisinin İnegöl köftesi olduğunu iddia etse damağımız bunun aksini gösteren sağlam delillere sahipti. Kısacası pek de memnun kalmadık. Bunun üzerine annem, “Hiçbir şey mangalda pişen etin yerini tutmuyor. Şöyle kömür ateşinde pişecek...” minvalinde bir şeyler söyledi, hepimiz de onunla hemfikir olduk.

Ertesi gün, yani cumartesi akşamı ise yemekte kereviz vardı. Erkek kardeşim Metin’le beraber sıkı bir Zeki Alasya & Metin Akpınar hayranı olduğumuz için “Erkek adam kereviz yemez!” repliğine de sonuna kadar bağlıyızdır. Başka repliklerini bilmiyoruz zaten, o derece... Velhasılıkelam yemek sofrasında soğuk savaş rüzgarları esiyordu o akşam. Bunun üzerine babam, “Çocuklara pizza söyleyelim bari,” dedi, biz de hevesle kabul ettik tabii. Ardından şöyle bol malzemelisinden bir tane sipariş verdik. Yarım saat sonra pizzalar kapımızdaydı. Hemen içeri aldık, masaya yerleştik, kapağı açtık ve... o da ne? Pizzanın altı ve kenarları kömür gibi olmuştu! Somurttuk, ettik, arada küfür dağarcığımızı geliştirdik ama aç olduğumuzdan ve beklemek istemediğimizden yedik onu yanık haliyle. Annemle babam da yedi bu arada, sanmayın ki bize özel...

Bir sonraki akşam yemeğimizin kağıt kebabı olması gerekiyordu (annem arada böyle deneysel şeyler yapmayı çok sever, çok hamarattır maşallah), fakat fırınımız çok ateşli bir delikanlı olduğundan tabaklarımızda duran şey daha çok kömür kebabıydı... “Vallahi tarifinde en az 1 saat pişirin yazıyordu!” deyip duruyordu annem, 30 dakikada kül olan yemeğe şaşkın şaşkın bakarak. Bir gün önceki tartışmadan dolayı, “Doğrudur, hiç önemli değil, canın sağ olsun,” benzeri cevaplar veriyorduk haliyle biz de. Boynumuz bükük, ağzımız buruk bir şekilde yangından kurtarabildiğimiz kadarını yedik yine...

Amaaa... Pazartesi günü pırasalar da modaya uyup yanınca, pilav da ona eşlik edip dibini tutturunca, üstüne bir de elektrik kesilince bizim makaralar da salınıverdi.

İhsan: (Tabağındakilerle oynarken) “Ne yediğimi bile göremiyorum.”
Metin: “Hepsi kapkara da ondan... karanlıkta gözükmüyorlar.”
Annem: “Hep Metin’in yüzünden! Pırasayı görünce somurttu.”
Metin: “Bak ya! Suç yine bana kaldı!”
Babam: (Hınzırca gülerek) “İtiraf et, gelip fırının altını sonuna kadar açtın, di mi?”
Annem: “Gitti güzelim pırasa!”
İhsan: “Valla ya... Güzel de kokuyordu halbuki, kokusunu almıştım.”
Annem: “Niye gelip bakmadın o zaman? Hep senin yüzünden!”
İhsan: “Haydaaa! Şimdi de suç benim mi oldu?”
Metin: (Parmağıyla beni göstererek) “Hahahahaaa!”
Babam: “Olsun, alıştık artık.”
Annem: “Ne demek şimdi bu?”
Babam: “Eh, üç gündür yanık yemek yiyoruz nasıl olsa “
Annem: “Hain adam! Yapmıyorum işte size bundan sonra yemek!” Kısa bir sessizlik... “Hep babanızın yüzünden!” Ardından ailecek atılan kahkahalar…


2 Ocak 2014 Perşembe

Çevirmenin Çemberi: Ötekiler Arasında


Jo Walton'un bol ödüllü kitabı (Hugo, Nebula ve BFS ödüllerini toparladı kendisi) Ötekiler Arasında, arkasında birbirinden değişik bir sürü hatıra bırakan bir çalışma oldu benim için. Kitabın kendisini herhangi bir kategoriye tam manasıyla oturtamadığımız için bu durum o kadar da şaşılacak bir şey değil elbette; çünkü bu roman, sayfaları arasında hem bir peri masalı, hem bir aşk hikâyesi, hem yazarının hayatından kesitler, hem fantastik öğeler hem de bilimkurgu romanlarına bir tür saygı duruşu içeriyor. (Bir de siz bilmeseniz de bir çevirmenin dramı yatıyor arkasında...)

Kitabımızın kahramanı Morwenna Phelps (kısaca Mori), perilerle konuşabilen ve hayattaki tek dostu kitaplar olan, on beş yaşındaki genç bir kız. Aynı zamanda da tıpkı annesi gibi Mori de bir büyücü; ama ellerinden şimşekler atan ya da asasıyla kıvılcımlar saçan büyücüler gelmesin hemen aklınıza. Çünkü kitabın içinde alıştığımızdan oldukça farklı bir büyü sistemi var. Yazarın kendi kurduğu cümlelerle açıklamak gerekirse:
"Hemen hemen her zaman büyünün varlığını inkâr edebilecek bir tesadüfler zinciri bulabilirsiziniz. Çünkü kitaplardaki gibi gerçekleşmez. Tesadüfler zincirini oluşturan şey büyünün ta kendisidir. Doğası böyledir. Parmaklarınızı şaklatarak bir gül yaratabilirsiniz ama bunun asıl nedeni uçakla geçen birinin tam o esnada düşürdüğü gülün elinize konmasıdır. Gerçek bir kişi, gerçek bir uçak ve gerçek bir gül vardır, ama elinizde bir gül tutuyor olmanızın sebebi büyü yapmamış olduğunuz anlamına gelmez."
Mori, yarı deli annesiyle girdiği büyülü bir savaş sonucunda topal kalmış ve ikiz kız kardeşini kaybetmiş biri olarak çıkıyor karşımıza. Evden kaçan Mori, onlar henüz yeni doğmuş bir bebekken kendilerini terk eden, fotoğraflar haricinde hiç görmediği babasının yanına sığınır. Fakat babasıyla aynı evde yaşayan üç tane de halası var ve kardeşlerinin evliliğini hiçbir zaman tasvip etmemiş olan halalar Mori'yi apar topar bir yatılı okula göndermekte gecikmez. Böylelikle küçük kitap kurdumuz kendisini büyüden ve perilerden tamamen soyutlanmış, kendisiyle hiçbir ortak yanı bulunmayan kızlarla dolu, hapishane benzeri bir okulda bulur. Ve olaylar gelişir, diyerek bundan sonrasını kitaba bırakıyorum ki hem sizi daha fazla sıkmayayım hem de okumak isteyenler beni sopalarla kovalamasın.


Ötekiler Arasında baştan aşağı fanastik ve bilimkurgu romanlarıyla dolu bir eser; çünkü Mori hiç durmadan kitap okuyan biri ve bitirdiği her kitabın beğendiği ya da beğenmediği yerlerini günlüğüne mutlaka not ediyor (Bu arada belirtmeyi unuttum, roman bir günlük şeklinde yazılmış). Aslında bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü yazar Jo Walton'ın asıl mesleği zaten kitap eleştirmenliği ve zekice bir biçimde en iyi olduğu şeyi romanına yedirmeyi başarmış. Hâl böyle olunca da kitabın neredeyse son sayfasına kadar adeta bir yazarlar geçidiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Kimler yok ki? Tolkien, Le Guin, Asimov, Zelazny, Silverberg, Heinlein, Delany ve daha onlarcası... Şahsen sevdiğim yazarların adını ve eserlerini görmek, "Acaba sonraki sayfada hangi yazardan/kitaptan bahsedecek?" diye merak etmek ve o romanlardan alıntılarla karşılaşmak benim için gayet eğlenceliydi.

Bunun dışında adını hiç duymadığım birkaç yazar ve çokça kitapla da karşılaştım çeviri boyunca. Ayrıca okumaya henüz fırsat bulamadığım birkaç eser hakkında da bilgi birikimim oldu. Jo Walton bunlardan bazılarını o kadar ballandıra ballandıra anlatıyor ki bir yerden sonra hepsini not alıp okunacaklar listenizi kabartırken buluyorsunuz kendinizi. Eğer siz de benim gibi bir kitap kurduysanız sırf bunun bile ne kadar zevkli bir şey olduğunu çok iyi tahmin edebilirsiniz zaten... 


İronik bir biçimde çeviriyi en çok zorlaştıran şey az önce keyifle bahsettiğim kitapların ta kendileri. Neden mi? Çünkü Ötekiler Arasında'da tamı tamına 154 tane farklı kitaptan bahsediliyor! Kimi adıyla, kimi yazarıyla, kimi bir alıntıyla, kimiyse bir göndermeyle anılan 154 kitap... Üstelik bunların sadece yarısı dilimize çevrilmiş durumda. Bunun yol açtığı iki zorluk vardı.

Birincisi, çevrilmiş kitaplar ve onlardan yapılan alıntılar. Ötekiler Arasında'nın asıl numarası önceden okuduğunuz kitaplara göndermeler yaparak hatıralarınızı kıpraştrımakta yattığı için bunları ülkemizdeki çevirilerine sadık biçimde yazmanız gerekiyor. Hatta mümkünse birebir aynı cümleyi almalısınız ki okuyan kişi o satırı daha önce de gördüğünü anında hatırlayabilsin ve kitap doğru etkiyi bırakabilsin.

Örneğin bir yerde granfalloon ve karass terimlerinden herkesin bildiği bir şeymiş gibi bahsediliyor; fakat bunların ne anlama geldiğini yalnızca Kurt Vonnegut'ın Kedi Beşiği adlı romanını okuyan biri anlar ve kitapta da ilk okuduğu çeviriye sadık olarak (granfalun ve karass imiş, bulana kadar ter aktı) görmek ister. Ya da ne bileyim, Gandalf'ın ettiği bir lafı Yüzüklerin Efendisi'ndeki hâliyle görmek ister. Veya Le Guin'in Mülksüzler romanı okumuş olan biri, Ansible adlı hayali cihazı bizdeki baskılardaki adıyla, yani Yanıtlayıcı olarak görmek ister. Aksi takdirde yazarın o noktada neden bahsettiğini, neye gönderme yapıldığını da anlayamaz zaten.

İşte bu yüzden çeviri boyunca sık sık (hemen hemen her sayfada) durup masamdan kalkmak, eski kitaplarımı karıştırıp birebir çevirileri bulmak, arada dalıp elimdeki kitabı okumaya devam ederek bol bol vakit kaybettikten sonra kendime söverek yeniden çeviriye dönmek, bir sayfa sonra ise aynı işlemi başka bir kitapla gerçekleştirmek rutin hâlini aldı bir yerden sonra. Tabii 154 kitabın hepsine de sahip değilim maalesef, o nedenle bol bol Kayıp Rıhtım'dan Hazal'ın, Yosun'un, Hakan'ın ve Tarık'ın da başının etini yem... öhöm... yardımını almak zorunda kaldım. Kendilerine buradan bir kez daha teşekkürler.

Allah'tan sadece isim olarak geçenlerde çok fazla sıkıntı yaşamadım, çünkü internet sağ olsun artık elimizin altından onlarca kitap sitesi var ve yazarların dilimize çevrilen eserlerine birkaç saniyede şıp diye ulaşabiliyorsunuz. Böyle bir imkân olmasaydı ne yapardım, düşünemiyorum bile. Herhâlde elimde bir listeyle kapı kapı, kütüphane kütüphane, sahaf sahaf dolanır dururdum. Siz de kitabı 2020 civarında falan okurdunuz muhtemelen...

İkinci zorluksa çevrilmeyen kitaplardaki üstü kapalı göndermeleri çözme kısmıydı. Mesela kitabın hemen başlarında Mori babasını Lazarus Long'a benzetiyor. İyi ama neden? Lazarus Long da kim, babasıyla ne alakası var? Uçurmuş herkes, o da kim oluyor, sen kimsin, kim bunlar? Çeviri yine orada bırakılır, internet alemine dalınır, sayfa sayfa araştırma yazısı okunur, arada eliniz çağımızın hastalığı Facebook'a kayar ve vakit kaybedersiniz. Sonra... "Heinlein'in ünlü karakteri Lazarus Long, Laz ve Long adında iki ikiz kız kardeşin babasıdır," cümlesini okumanızla beyninizde bir ampul yanar. Sevinçle çeviriye döner, bir güzel dipnot hazırlar ve kendinizden memnun bir şekilde işinize devam edersiniz. Ta ki bir sonraki sayfada benzer bir göndermeyle (Örn. "Robert Silverberg utancından yerin dibine geçmiş olmalı!") karşılaşıp "İyi de neden? Nedeeen?" nidaları eşliğinde başınızı masanıza tekraaaar tekrar vurmaya başlayıncaya kadar...


Ötekiler Arasında'nın bünyesinde çok sayıda kitap olunca dipnotlar da aldı başlarını gitti. Öyle ki bazı sayfaların yarısını dipnotlar kaplar hâle geldi. Baktım bu iş böyle olmayacak, durum dipnot arası kitap okumaya doğru gidiyor, tüm kitap isimlerini ayrı bir listede toplamaya karar verdim. Böylece kitabın sonundaki 154 maddelik listeyi hazırlamış oldum. "Hadi elim değmişken hangi yayınevlerinden çıktığını da yazayım bari," diyerekten işi bir adım ileriye taşıdım. Son olarak çevrilmemiş kitapların orijinal adlarını da ekleyip işin meraklılarına bir selam çaktım. Efendim? Kitapta hâlâ çok dipnot mu var? İşte bu iyileştirilmiş hâli, gerisini siz düşünün artık...

Jo Walton'ın dili oldukça sade olduğundan bu kitapta çok fazla kelime oyunuyla karşılaşmadım. İçlerinden en çok aklımda kalanı, "A nice niece from Nice ate a nice Nice biscuit and an iced bun..." tekerlemesi oldu. "Nice" kelimesinin çokluğuna dikkat edin efenim. Burada asıl amaç "Nice Niece" (Sevimli/Hoş/Tatlı/Şirin Yeğenim) tamlamasındaki ses uyumunu kullanarak ufak bir kelime oyun yapmak. Ama bunu Türkçeye çevirince ne ses uyumu ne de bir şey kalıyor tabii: "Nice'ten gelen tatlı yeğenim, tatlı bir Nice bisküvisi ve buzlu bir çörek yedi..." Oldu mu? Yooo... Picasso tablolarından farkı kalmıyor işte, yalan mı? Hadi çıkın bakalım işin içinden çıkabiliyorsanız... Bir de öyle bir şey bulmalısınız ki kitap boyunca sürekli kullanılan Nice Niece'in yerini de tutabilsin.

"Yarma Yeğenim... Yok, bu pek olmadı galiba. Zaten bisküviyle de uyumlu olması lazım. Hmmm... Ballı Yeğenim? Aybalam! Nice... Nays... Hays! Niye kafanı duvarlara vuruyorsun İhsan?" şeklinde ikinci benliğimle uzun uzun sohbetlerde bulundum aşağı yukarı 1 gün boyunca. Şizofrene bağladım, evet. Çaktırmayın, duymayayım.

En sonunda Yegâne Yeğen'den yola çıkarak şu cümleyi kurdum: "Yemen’de yetişen yegâne yeğenim Yemen’de yetişen yemişlerimi yedi..." Sonra da arkama bakmadan karanlıklara doğru kaçtım!

...diyorum, ve bir yazımı daha burada noktalıyorum. Umarım okurken siz de benim kadar keyif almışsınızdır. Sağlıcakla kalınız.

23 Aralık 2013 Pazartesi

Bizim televizyonun hâlleri...

Bazen oturma odamızdaki televizyonun kendine has bir karakteri varmış gibi hissediyorum. Çünkü öyle zamanlarda öyle şeyler söylüyor ki şaşırmamak, böyle düşünmemek elde değil. "Televizyon da konuşur muymuş canım!" demeyin hemen, hele bir dinleyin.

Doğum gününüzde pastanızı keserken televizyonunuz sizi alkışladı mı hiç? Bizimkisi annemi alkışladı. Peki yaptığınız espriye güldüğü oldu mu? Benim esprime gür bir kahkaha attı. Peki ya telefonunuz çaldığında "Alo?" dedi mi? Bizimkisi dedi. Vallahi! Ama bunlar birazdan anlatacağım anımız yanında hiçbir şey...

Annem ve erkek kardeşim kendi aralarında hafiften tartışıyorlardı. Sağ olsun, kardeşim Metin ders çalışma konusunda inanılmaz tembel biridir. Ancak biz hep beraber arkasından ittirip kaktırmalıyız, hatta onunla birlikte oturup beraber ders çalışmalıyız ki lütfedip 1-2 sayfa bir şeyler okusun. Kendisinin 25 yaşında olduğunu da belirteyim. Neyse efendim... Annem de o gün bundan iyice bezmiş olacak ki sonunda dayanamayıp, "Ben bu yaşımda oturup sana ders çalıştırmaya mecbur muyum?" diye bağırdı. Aynı anda televizyonumuzdan Kadir İnanır'ın sesi yükseldi: "Sadece çocuk doğurmakla anne olunnmazzz!" Bizim ikili kısa bir an sessizliğe bürünüp ardından kahkahalara boğuldu elbette.

Söyleyin bakalım, haksız mıyım şüphelenmekte?

17 Aralık 2013 Salı

Çevirmenin Çemberi: Gölge Oyunu


Bugün aklıma gelen ilginç bir fikirle (ya da ben öyle olduğunu umuyorum) çevirdiğim kitaplara dair hem eğlenceli hem de enteresan birkaç anektodu buradan paylaşmaya karar verdim. Tabii bunu yaparken kitabın içeriğinden çok çeviri sırasında karşılaştığım ilginçliklere, zorluklara ya da komik anılara değinmeye çalışacağım. Yani kalkıp da size "Çevirdiğim kitap şöyle güzel, mutlaka alın!" ya da "Şunu şöyle mükemmel çevirdim!" tarzı şeyler söyleyip de görgüsüzlük yapacak hâlim yok. Öylesi ne keyifli olur ne de samimi... Kısacası, "Madem çeviri yaparken blog tutamıyorum, ben de ikisini bir potada eritirim," dedim kendi kendime. Bakalım bu formül ne kadar tutacak. Hem ne demişler? Kadının fendi... Yok, bu olmadı sanki. Neyse, anladınız siz onu.

Efenim ilk yazım, her ne kadar üzerinden altı aylık bir zaman geçmiş olsa da, çevirdiğim ilk kitap olması sebebiyle Gölge Oyunu üzerine olacak. Ama ona geçmeden önce şunu belirtmek isterim ki kısa hikâye çevirmekle kitap çevirmek arasında hakikaten de çok büyük fark varmış. Kısa hikâyelerde en azından çalışmanızın aşağı yukarı ne zaman sona ereceğini görebiliyorsunuz. Öykü 10 sayfa mı? "Eh, 2-3 günde biter," dersiniz. Ama ya roman? 460 sayfalık o devasa kütle masanızın üzerine Dan! diye indi mi şöyle gürültülü bir şekilde yutkunmadan edemiyorsunuz. Hatta dizlerinizin üzerine çöküp saçınızı başınızı yolarken, "Allah'ım, ben ne çokomel yedim!" diye düşünmeniz bile olası. Efendim? Yok canım, ben hiç öyle şey yapar mıyım? Nereden çıkarıyorsunuz böyle şeyleri Allah aşkına? Meselaaaaa yaaani diyorum. Öhöm... Neyse efendim, lafı fazla uzatmadan kitaba geçeyim ben.



Bu kitapta beni en çok zorlayan iki şey oldu. Birincisi içerisinde 26 ayrı yazar bulunması; bu da otomatik olarak 26 ayrı üslup demek oluyor elbette. Tam yazarlardan birinin tarzına, kullandığı kelimelere ve diline alışmışken, karpuz kesip muhabbet edecek kıvama getirmişken hikâye oracıkta Pat! diye bitiveriyor ve karşınızda yepyeni bir yazar, yepyeni bir tarz ve yepyeni bir üslup buluveriyorsunuz. Sanki huyuna suyuna zar zor alıştığınız bir ev arkadaşınızın apar topar taşınması ve yerine yeni birinin gelmesi gibi... Bunun sonucunda da her şeye en başından başlamak zorunda kalıyorsunuz tabii. Kitap okurken son derece keyifli olan bu durum çeviri yaparken Bakırköy'e ve deli gömleğine daha sempatik bakmaya başlamanıza neden olabiliyor.

İkincisiyse Nijeryalı yazar Bayo Ojikutu ve güzide hikâyesi... İtiraf ediyorum, bu adamın yazdıklarından ilk başta hiçbir şey anlamadım. Kesinlikle ama kesinlikle hiçbir şey... Moralim bozuldu, kendime güvenim sarsıldı, hatta "Benden çevirmen olmazmış demek, İngilizcem yeteri kadar iyi değil," bile dedim içimden. Baktım olacak gibi değil, çareyi diğer çevirmen arkadaşlara sormakta buldum. Gelgelelim 1 saate yakın karşılıklı uğraşılarımız sonucunda onlarla da çıkamadık işin içinden. Ardından yazar bir arkadaşa sordum, o da çıkamadı. Üniversitede eğitmenlik yapan bir tanıdığıma sordum, o da olmadı.

Bunun üzerine Hakan'la beraber (magicalbronze) Tolkien çevirileri yapan ve akademik makaleler yazan ortak bir arkadaşımıza sormaya karar verdik. Tolkien'in dili zordur sonuçta; adam hem dil profesörü hem de bu konunun ustası. Neyse efenim... Söz konusu arkadaşla internet üzerinden başladık görüşmeye. İlk başta her şey güzeldi; sizli bizli, kibar kibar, "Ne demek efendim, bir faydam dokunursa benim için mutluluktur," tarzı cümlelerle konuşuyorduk. Sonra metni gönderdim, aradan şöyle bir yarım saat kadar geçti ve o akademik şahıstan aldığımız cevap şu oldu: "Bu cümleyi kuranın Allah belasını versin! Bir tarafım gibi olmuş!"

Dayanamadım, yazarı internetten araştırdım ve şaşırarak İngilizce öğretmeni olduğunu öğrendim. İşin ilginç tarafıysa bir öğrencinin öğretmeni hakkında yaptığı yorumdu:
"Söylediklerini hiç kimse anlayamıyor. Sorun konuşma ve yazma biçiminde... Bana verdiği ödevi deşifre edebilmesi için hem bir yazar hem de bir editör olan anneme göndermek zorunda kaldım. Onun bile ne yapmamızı istediğini anlaması bir buçuk saatini aldı."
Bunu da okuduktan (ve gözlerim yaşarana kadar güldükten) sonra sorunun benden kaynaklanmadığına iyice emin olup rahatladım. Zaten akabinde de editörüm ve değerli bir çevirmen dostumla birlikte üç kişilik bir Voltran kurup durumu bir şekilde çözdük. Ama aklımdan kolay kolay çıkmayacak bir anım oldu sayesinde...








Bu kısımda daha çok kitabın sadece Türkçesini okuduğunuzda fark edemeyeceğiniz şeylerden, ufak tefek çeviri oyunlarından bahsedeceğim. İşin biraz perde arkası kısmı gibi olacak anlayacağınız.

Gölge Oyunu'nu çevirirken en çok keyif aldığım kısım, birbirinden farklı meziyetlere sahip üstatların kelime oyunlarını dilimize kazandırmaya çalışmaktı kesinlikle. Düz bir metini çevirmek, sonra da anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde yeniden yapılandırmak kolaydır. Ama ses ve kelime oyunlarında aynı başarıyı göstermek kesinlikle şans ve kafa patlatma işi... Gölge Oyunu'nda da bunlardan bol miktarda vardı. Üzerinden çok fazla zaman (ve de kitap) geçtiği için hepsini hatırlayamıyorum maalesef. Ama en çok aklımda kalanlar şunlar:
  • Hey, Pete! Where is Re-Peat? "Tıpatıp" adlı öyküde birbirine iki kardeş kadar benzeyen, ikisinin de ismi Jack olan iki kuzenin hikâyesi anlatılıyor. Bunların bir de İngilizceyi çok iyi konuşamayan, göçmen bir komşusu var (bizdeki Arap Bacı diyeyim, siz anlayın). Neyse efenim, öykünün başlarında bu kadın Jack'e şaka yapmak amacıyla "Hey, Pete! Where is Re-Peat?" diyor. Repeat'le kastettiği şeyse "tekrar"... "Tekrarın nerede?" diyor ve ikizi kadar benzediği kuzenine gönderme yapıyor aklınca. Şimdi gel de bunu Türkçeye çevir! Kaç takla attım, kaç kere amuda kalktım hatırlamıyorum ama bu söylediklerimi "gerçekten" yaptığımı çok iyi biliyorum! (bkz. kendi kendini rezil eden çevirmen) En sonunda çocuğun gerçek adının Pete olmamasına dört kolla sarılarak o ismi tamamen değiştirme yoluna başvurdum. Böylece "Hey, Ben! Ben-zerin nerede?" gibi bir çeviri çıkmış oldu. Eh, "Hey, Rar! Tekrarın nerede?"den iyi olduğu kesin... :)
  • Kitapta Stephen King'in oğlu Joe Hill'in de bir hikâyesi var. Normalde babasının izinden gidip güzel korku romanları yazar kendisi, ama bu sefer çok şirin bir çocuk öyküsü yazmış. Yalnız öyküsünde "double negative" denen olguyu da kullanmış. Nedir double negative? Bir cümle içinde iki olumsuzluk anlamı veren ek kullanmak. Mesela, "There isn’t no cure for me," gibi... Bu cümlede hem isn't hem de no var, kısacası yanlış... 
    Hak verirsiniz ki (versiniz, verirsiniiiz) bunu birebir olarak Türkçeye çevirmenin imkânı yok. Aksi gibi bu durum birden fazla kez karşımıza çıkıyor ve hikâyede kilit bir rol oynuyor. Yani o cümlelerin yanlış olduğunu okuyucunun gözüne bir şekilde sokmak zorundasınız. 
    Bu yüzden bir kez daha bir çeviri oyununa başvurup hepsini devrik cümleye çevirdim. Ne kadar başarılı bir tercih olduğu tartışılır elbette...

    Bir de bir yerde kurgu hatası vardı; çıplak ayaklı bir çocuk "ayakkabılarını" çıkarıyordu. Onu da editörümden aldığım izinle değiştiriverdim. Sonra da "He-heyyt! Stephen King'in oğlunun hatasını düzelttim!" diye hava atasım geldi. Fakat evde benden başka kimse yoktu, ben de havamı kendime attım! Ama kendim beni pek kaale almadı nedense, o sırada çeviri yapmaktan beyni pelteleşmişti galiba... Nankör şey, hıh!
Her neyse... fazla teknik ayrıntıya girip sizi boğmadan burada bitireyim en iyisi. Velhasılıkelam, ilk olduğu için başlangıçta psikolojik anlamda zor ama ilerleyen sayfalarda zevkli bir çeviri oldu benim için. Bu vesileyle de hem buralara tekrar bir şeyler yazma hem de birkaç anımı sizinle paylaşma fırsatı bulmuş oldum. Umarım okuduklarınızdan memnun kalmışsınızdır. Olumlu dönüşler olursa bu tarz yazılara devam ederim belki... Ama belki.

5 Kasım 2013 Salı

Mongoliad - Kitap İnceleme


“Kaplan ceylana insaf edebilir, kurt kuzunun başında gözyaşı dökebilir; fakat bir Moğol asla bir çocuk cesedi karşısında irkilmez.”
– Cnán

Moğolların büyük hükümdarı Cengiz Han’ın yaptığı fetihler bugün bile pek çok alanda yankı bulur. Bildiğiniz üzere, gerek Cengiz’in gerekse ondan sonra yerine geçen oğlu Ögeday’ın başarılı hükümdarlığı sayesinde Moğollar doğu topraklarının büyük bir çoğunluğunu egemenliği altına almış ve sonunda da gözlerini kaçınılmaz olarak batıya dikmiştir. Bu durumsa başta Roma İmparatorluğu olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinin uykularını kaçırmaya yetmiştir de artmıştır bile. Mongoliad, tarih perdesinin tam bu dönemini, yani Ögeday’ın önderliğindeki Moğol güruhunun batıya yönelmeye başladığı zamanları konu alıyor. Ama birkaç başarılı ve ufak değişiklikle…

Neal Stephenson’ın önderlik ettiği altı kişilik bir yazar ekibi tarafından deneysel bir proje olarak başlatılan Mongoliad, Amerikan çizgi-romanlarında sıklıkla gördüğümüz “What if…?” tekniğiyle yazılmış bir roman. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, tarihi gerçekler çarpıtılarak “Ya şöyle olsaydı?” tarzı sorularla alternatif bir gerçeklik yaratılıyor kitapta. Bu amaçla aslında varolmayan, fakat pekâlâ da olabilecek bir şövalye tarikatı tasarlamış yazarlar: Kalkan-Biraderleri, ya da Latincedeki adıyla Ordo Militum Vindicis Intactae. Savaşlardaki başarıları kadar kılıçtaki hünerleriyle de tanınan bu kadim tarikatın kökenleri Hıristiyanlığın ilanından bile öncesine dayanmaktadır. Yine de, tüm bu hüner ve becerilerine rağmen tıpkı Hıristiyanlık Âlemi’nin geri kalan orduları gibi onlar da Moğol Güruhu’nun durdurulamaz ilerleyişine karşı koyamazlar. Tarikatın lideri olan Feronantus, içlerinde bulunduğu durumun ümitsizliğinin son derece farkındadır.

Derken, günün birinde yolları Cnán adlı siyahi bir kadınla kesişir. Cnán, ‘Bağcılar’ adlı gizemli bir kardeşliğin üyesidir ve iz sürme konusunda da üstüne yoktur. Ayrıca doğu topraklarında büyüdüğü için Moğollar hakkında engin bir bilgi birikimine sahiptir. Karşısına çıkan bu fırsatı iyi değerlendiren Feronantus, Moğolların âdetleri, alışkanlıkları ve yaşam biçimleri hakkında işine yarayabilecek her şeyi öğrenmeye başlar. Çok geçmeden de çılgınca bir planı hayata geçirir: küçük bir ekiple Moğol İmparatorluğu’nun içlerine gizlice sızmak ve Hanlar Hanı Ögeday’a suikast düzenlemek… Bu planın intihardan farkı yoktur elbette; fakat Moğolların kanlı akınlarını durdurmak için tek ve son umutları da budur.

Künye bilgisi için tıklayın.
Mongoliad özünde tarihi bir roman olsa da tıpkı fantastik bir roman kadar rahat ve akıcı bir biçimde okunuyor. Sayfalar boyunca kovalamacalara, entrikalara, kılıç dövüşlerine ve meydan muharebelerine tanık oluyoruz. Aslına bakarsanız fantastik romanlardan tek eksiği içinde büyü ya da olağanüstü yaratıkların bulunmaması. Ama bana sorarsanız bu onu çok daha ilginç ve etkileyici bir hâle getiriyor. Çünkü Yüzüklerin Efendisi’nde Sauron’un kötülüklerine ya da orkların insanlara yaptığı zulümlere tanık olurken aklınızın bir köşesinde tüm bunların birer kurmacadan ibaret olduğunu bilirsiniz. Fakat söz konusu Mongoliad olduğunda durum hiç de öyle değil. Moğolların savaş esirlerine yaptıkları işkencelere, öldürdükleri düşmanların sayısını belirlemek için cesetlerin kulaklarını kesmelerine, çaresiz kalan insanların çocuklarını kurtarmak için yaptıkları fedakarlıklara ve yerle bir edilen şehirlerin içler acısı durumlarına şahit oldukça tüm bunların bir zamanlar gerçekten de yaşandığını biliyor ve ürpermeden edemiyorsunuz. Zira Mongoliad gelmiş geçmiş en büyük canavarla yüzleştiriyor bizleri: insanoğluyla.

Yine de buraya kadar yazdıklarıma bakarak kitabı yanlış değerlendirmenizi istemem. Evet, Moğol istilaları ve gerçekleştirdikleri yıkımlar romanda önemli bir yer tutuyor. Bununla birlikte Mongoliad bir tür nefret söylemi, Moğolları birer canavar olarak gösteren ve onları aşağılayan bir eser değil kesinlikle. Aksine, onların hayatına ve yaşam tarzlarına da yakından bakma fırsatı sunuyor bizlere.

Dönemin Moğol İmparatoru Ögeday Kağan’ın çok büyük bir içki problemi olduğu tarihsel kayıtlarda yer alan bir gerçektir. Keza ağabeyinin sağlık durumundan endişe duyan Çağatay Han’ın Ögeday’a bir elçi göndermesi de öyle. Bu elçinin görevi Ögeday Han’ın günde bir kadehten fazla içki içmesine engel olmaktır. O elçinin kimliği ve akıbeti hakkında pek bir şey bilinmese de Neal Stephenson ve arkadaşları bu küçük bilgi kırıntısından yola çıkarak gözü pek şövalyelerimizin macerası kadar ilginç, hatta bazı yerlerde daha da sürükleyici bir yan senaryo daha katmışlar kitabın içine. Çağatay Han tarafından görevlendirilen Ganşuk adlı genç bozkır savaşçısının başından geçenleri konu alan bu bölümleri okurken hem Moğolların ünlü şehri Karakurum’a, hem Ögeday Kağan’ın kendisine, hem Kağan’ın meşhur danışmanı Efendi Cucay’a, hem de daha pek çok şeye yakından tanık olma fırsatı buluyoruz.

Olaylar genellikle Ganşuk ve Cnán’ın etrafında gelişse de Mongoliad pek çok renkli ve keyifli karaktere de ev sahipliği yapıyor. Romanın ilerleyen kısımlarında işin içine gözden düşmüş bir Samuray olan Zugaikotsu no Yama ile kadim dostu Kim, cesur şövalye Percival, Livonya Kılıç Biraderleri, Kalkan-Bakireleri gibi pek çok yeni karakter de ekleniyor ve okurken aldığınız keyif de bununla doğru orantılı olarak artıyor.

Uzun lafın kısası, son sayfayı okuyup da kitabın kapağını kapattığınızda serinin ikinci cildini sabırsızlıkla bekleyeceğiniz eserlerden biri Mongoliad. Şimdiden keyifli okumalar…

NOT: Bu yazı ilk olarak Star Gazetesi’nin Kitap ekinde yayınlanmıştır.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Dresden Dosyaları 4: Yaz Şövalyesi - Kitap İnceleme



“Çünkü bir büyücüyseniz ve soyadınız Dresden ise bela sizi mutlaka bulur…”
Benim adım Harry Dresden. Belki beni duymuşsunuzdur. Evet o Dresden, büyücü olan. Hayır, falınıza falan bakamam. Hayır, sizin için ‘küçük’ bir aşk iksiri de hazırlayamam! Ben o türden bir sihirbaz değilim, gerçek bir büyü kullanıcısıyım. Yanlış anlamayın, sahne sihirbazlarıyla bir alıp veremediğim yok, sonuçta babam da onlardan biriydi. Ama daha önceden hazırlanmış düzenekler ve doğru açıyla yerleştirilmiş birkaç ayna sayesinde göz boyamak ayrı, ellerinizden gerçek yıldırımlar fırlatıp iblislerle destansı savaşlara girmek ayrı bir şeydir. Şey… Tamam, destansı kısmını biraz abartmış olabilirim, ama iblislerle dövüştüğüm doğru. Hatta bir keresinde duşta saldırıya uğramışlığım bile vardır. Gerçekten…
Bana inanmıyorsunuz. Bunu gözlerinizde görebiliyorum, ama şaşırdığımı pek söyleyemem; çünkü kimse inanmıyor. Tanıdığım çoğu kişi bana düzenbaz gözüyle bakar, hatta en yakın dostlarım bile… Yine de bundan birkaç yıl önce bir kara büyücüyle, ondan sonraki sene envai çeşit kurtadamla kapıştım. Daha sonra da hayaletler ve vampirlerle dolu, gerilim yüklü bir başka serüvene atıldım. Üstelik tüm bu olaylar burada, sizin de içinizde yaşadığınız modern dünyada, Chicago’nun göbeğinde yaşandı. Evet, doğru duydunuz. Ya siz ne sanmıştınız? Ak saçlı, çalı sakallı, çatık kaşlı bir ihtiyar olduğumu mu? Hiç de değil, aksine iri yapılı, kaslı kuvvetli ve yakışıklı mı yakı… Öf, tamam. O kadar iri yapılı değilimdir, çok uzun boylu da sayılmam; ama yakışıklılığım konusunda geri adım atacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Gerçi ne zaman bir aynaya baksam çatlamasına neden oluyorum ama neyse. Kıskançlıktan olsa gerek…
Nerede kalmıştık? Ah, evet. Ben Chicago’da yaşayan profesyonel bir büyücüyüm. Kendime ait bir ofisim, afili bir kartvizitim ve külüstür bir Volkswagen’im var. Paranormal sorunları olan insanlar bana gelir, dertlerini anlatır ve ben de tıpkı özel bir dedektif gibi onlara yardım ederim. Bazen polisle çalıştığım da olur. Kayıt dışı olarak elbette, üstlerinize son derece ciddi bir olay hakkında son derece ciddi bir rapor hazırlarken kalkıp da bir büyücüden yardım aldığınızı söyleyemezsiniz. Fakat işlerimin pek de tıkırında olduğunu söyleyemeyeceğim; çünkü bugünlerde profesyonel büyücülere de en az ankesörlü telefonlar ya da taş plaklar kadar ihtiyaç duyuluyor. Yani hemen hemen hiç…
Peki bu boş kaldığım anlamına mı geliyor? Hayıııır. Başımın dertten kurtulduğu anlamına mı geliyor peki? Kesinlikle hayııııır. Çünkü bir büyücüyseniz ve soyadınız Dresden ise bela sizi mutlaka bulur. Kara büyücülerin, vampirlerin, hayaletlerin ve kurtadamların ardından başım şimdi de perilerle dertte. Ne o, bu size komik mi geldi? O hâlde periler hakkında bildiklerimin yarısını bile bilmiyorsunuz demektir.
Biz büyücüler Yokdiyar’dan, yani büyülü şeylerin yaşadığı alternatif boyuttan gelen her şeye peri deriz. İnsan biçiminde olan perilerin çoğu görüp görebileceğiniz en güzel yaratıklardır. Bununla birlikte insanları kandırmayı ve çetrefilli anlaşmalar yaparak onları oyuna getirmeyi de çok severler. Kış Perileri özellikle soğuk ve de zalimdir. İşte bu yüzden Kış Kraliçesi Mab ofisime gelip de onun adına bir cinayeti çözmemi istediğinde buna hiç de memnun olmadım. Teklifini reddetmeyi, ona karşı koymayı denedim. Cidden. Ama elinde çok büyük bir koz vardı: eğer isteğini yerine getirirsem beni hem Peri Anne’mden hem de kötü talihimden kurtarmayı teklif ediyordu. Tek yapmam gereken Yaz Şövalyesi’ni kimin öldürdüğünü bulmak ve Mab’in adını temize çıkartmaktı. Hepsi bu… Ama işin içinde periler varsa ‘hepsinin’ bundan ibaret olmayacağını bilecek kadar tecrübeliyim. Teklifini düşüneceğimi söyleyerek işi kabul ettim. Sebebini anlamasam da Mab davayı çözmeye canla başla çalışacağımdan çok emindi ve bu beni korkutuyor. Yine de bunu fazla dert etmemeye çalışıyorum. Daha kötü ne olabilir ki?
Aynı günün ilerleyen saatlerinde kiralık katil olarak çalışan bir gulyabani beni öldürmek için peşime düştü, birileri yaşlı bir adamı nedeni bilinmeyen bir sebepten dolayı öldürdü, genç bir kız gizemli bir şekilde ortadan kayboldu, öldüğünü sandığım biri benden yardım istemek için geçmişimden hortladı ve Chicago’nun ortasında bir kurbağa yağmuru başladı! Tüm bunlar yetmiyormuş gibi Vampirler Meclisi, Büyücüler Konseyi’ne savaş açtı ve Konsey bu olaydan beni sorumlu tuttu. Savaşı durdurmam gerekiyordu, aksi takdirde pek çok kişinin kanı ‘içilecekti’ – büyücü olsun ya da olmasın. Evet, biliyorum; şom ağızlının tekiyim.
Neyse ki tüm bu zorluklarla tek başıma mücadele etmek zorunda değilim. Hayalet Tehlikesi adlı maceramda olaylara çok fazla dahil olamayan Karrin Murphy bu kez yanımdan neredeyse hiç ayrılmıyor. Üstelik sadece ayrılmamakla kalmayıp oldukça heyecan verici bir çatışmada bizzat yanımda yer alıyor. Ayrıca uzun bir aradan sonra yolum yeniden Billy ve Kurtadam çetesiyle çakışıyor. Tüm itirazlarıma ve uyarılarıma rağmen maceraya atılma konusunda oldukça hevesli olan bu aşırı kıllı gençler de yanımdan bir an olsun bile ayrılmıyorlar. Bakmayın şikâyet ettiğime, insanın güvenebileceği dostlarının olması gerçekten de eşsiz bir şey. O dostlardan bazıları bıçkın kurtadamlar, aşırı dindar bir şövalye, seks düşkünü bir hava ruhu ve ponpon kız tipli sert bir polis olsa bile… Ayrıca durmadan şikâyet etmek büyücülerin en temel haklarındandır.
Şövalye demişken, Michael bu maceramda yer almıyor. Sanırım yaşadığımız son olayların ardından karısı Charity benimle görüşmesini yasakladı. Ama merak etmeyin, en az onun kadar ilginç yeni insanlarla karşılaşıyorum serüven boyunca. Mesela Beyaz Konsey’in başkanı olan ihtiyar Merlin, Kıdemli Konsey’in birbirinden enteresan dört üyesi, hayatımda çok önemli bir yeri olan Ebenezar McCoy ve geçmişimden kopup gelen bir diğer… özel şahıs. Kış ve Yaz perilerinden, onların garip âdetlerinden söz etmiyorum bile.
Kısacası Yaz Şövalyesi’nin sayfaları arasında sizleri gizem, entrika, heyecan, büyü ve peri dolu, akıllardan kolay kolay çıkmayacak bir macera bekliyor. Tabii bir de iki yakası bir araya gelmeyen, talihsizliklerden başı kurtulmayan, mütemadiyen sürünen, fakat her durumda insanı güldürecek bir-iki çift laf edebilen bir büyücü…
Yani ben, Harry Dresden.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Üç yüz otuz üççççç...


Şakayla karışık 33'ü de devirdim a dostlar. Hâlbuki "Ben daha 30 olmadım, sadece 29,99'um!" diye bas bas bağırdığım yazıyı yeni yazmışım gibi geliyor. Zaman şaşırtıcı derecede hızlı geçiyor, Usain Bolt yanında halt etmiş.  Hakikaten, o üç sene nereye kayboldu yahu? Oyunumu kaydetmemiştim üstelik, tüh! 

Tabii 33'ün de güzel yanları yok değil. Artık biri yaşımı sorduğunda dudaklarımı büzerek otuz üççç diyebilecek ve zahmetsiz bir biçimde kameralara ruj sürme pozu verebileceğim. Öhöm, ne diyorduk?


Blog yazılarıma geri dönme çabalarıma ve yırtınmalarıma, hatta kibar sözlerinizin ardından gelen eli sopalı tehditlerinize rağmen buralara kapağı tekrar atmak bir türlü nasip olmadı. Bu biraz yoğunluğumdan biraz da üşengeçliğimden kaynaklanıyor, yalan yok. Bu yılın başından beri İthaki Yayınları için çeviri ve editörlük yapıyorum, vaktimin çoğunu da bu alıyor. Onun dışında o bir karış boyumu mart ayından itibaren Oyungezer'de de göstermeye başladım. Yani yazınsal açıdan her şey yolunda gidiyor Allah'a şükür. Tamam tamam, evet, blog hariç... Ama altı ayda biri 480, öbürü 450 iki kitabın çevirisini mevirisini, editörlüğünü meditörlüğünü yaptım yahu! Vallahi vaktim olmuyor.

Bunlardan birincisi Gölge Oyunu adlı bir kısa hikâye derlemesiydi. Rahmetli Bradbury anısına yazılmış öykülerin ve de hoşça kal notlarının toplandığı gayet anlamlı bir çalışmaydı hatta. Ben çevirisini tamamladıktan sonra bir de Bram Stoker ödülü aldı (Adamlar biliyor canım kıymeti, ehe). İkincisiyse daha önceki kitaplarının tanıtımını burada da yaptığım heyecanlı mı heyecanlı, komik mi komik, eğlenceli mi eğlenceli Dresden Dosyaları'nın (yoksa siz hâlâ...?) dördüncü cildinin editörlüğüydü. Bayağı eğlenceli bir kitaptı, çevirdikçe güldüm, güldükçe çevirdim, çevirdikçe güldüm (Hızır idi, Yunus idi!) ve çok eğlendim. Bu aralar da hem Hugo hem de Nebula ödülüne layık görülen başka bir kitapla cebelleşmekteyim. O da son sayfalarına yaklaştı, yakında onu da teslim edeceğim umarım.

 

Ben bunlarla boğuşur ve doğum günümü bile unuturken çok sevdiğim üç arkadaşım bana ikişer hediyeyle sürpriz yaptı. İlki son günlerde pek bir suratsız olduğumu ve adımı Yorgun Savaşçı'dan Somurtkan Maraşlı'ya (başka bir şey uyduramadım, idare edin :P ) çevirmem gerektiğini noterden alınan tasdikli bir belgeden daha iyi kanıtlayan, üzerinde "Bilmiyorum da, umursamıyorum da," yazan bir Garfield tişörtü. Garfield'ı çok severim zaten, e tişörtü gönderenleri de ayrı bir sevince, hele hele üzerinde o kelimeleri ve yanında gelen eğlenceli mektubu görünce çooook ama çok mutlu oldum hâliyle. Öyle ki kargocunun zile uzun uzun basıp beni sinir etmesini falan anında unuttum.

Ama kargocu bu, huyundan vazgeçer mi hiç? Bayramdan sonra kargodan gelen aynı eleman zile her zamanki kayıtsızlığıyla uzuuuuun uzun basıp beni yine çileden çıkarır ve ben de otomatiğe bastıktan sonra satırımı bilemeye başlamışken bir de ne göreyim? Uzun mu uzun, kocaman bir paket! "Allah Allah, kim ne gönderdi ki acaba?" diyerek paketi içeri aldım (bu esnada da adamı Freddy Krueger'a havale ettim tabii) ve merakla açmaya başladım. İçinden bu güne kadar gördüğüm en manidar hediye çıktı: kılıç saplı bir şemsiye! Blog sayfamı yakından takip ediyorsanız milattan önceki yazılarımda en güneşli havalarda bile yağmura yakalandığımı, şemsiyemi açarken ağzımla ışın kılıcı efekti yaptığımı (hayır, deli raporum yok, daha alamadım) hatırlarsınız. İşte bu yüzden çok manidar ve bir o kadar da enteresan bir hediye oldu bu benim için. Üçüne de buradan ayrı ayrı teşekkürler, iyi ki varsınız!




Benim tişörtüm beyaz ve daha güzel, çünkü benim! Ayrıca çok rica ediyorum, şanlı kılıçsiyemin altındaki dantelleri de sormayın efenim! Otuz üç yaşın verdiği bir duygusallık diyelim. Zırhıma da dantel eklettiğim külliyen bir yalandır bu arada, ama ponpon kuyruk hakkında yorum yok.

Efendim bir programın daha sonuna gelirken "Bundan sonra daha sık yazacağım!" demiyorum, çünkü artık bunu ne siz ne de ben yutuyorum. O hâlde şöyle bitireyim: hâlâ buralara uğrayıp da okuma zahmetine katlanan dostlara selam olsun.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Tuhaf

“Sen çok tuhafsın,” dedi bir öğrenci, sınıfın en sonunda tek başına oturan yeni çocuğa. 

“Hayır, değilim,” dedi yeni çocuk, deniz mavisi ve iri gözlerini ürkekçe karşısındakine çevirerek.

“Öylesin,” diye ısrar etti öğrenci. Siyah renkli kıvır kıvır saçları ve kalın çerçeveli bir gözlüğü olan zayıf bir oğlandı. Başını bir yana eğmiş, kuşkulu gözlerle muhatabını süzüyordu.

“Hayır, değilim,” diye yanıtladı yeni çocuk tekrardan. Kulaklarının üzerine kadar inen saman sarısı saçlara sahipti. Göz bebekleri durgun bir gölün üzerine yansıyan dolunay misali hafifçe dalgalanıyor, bu da ona her an ağlayacakmış gibi bir görüntü veriyordu.

“Aaa, konuştu!” dedi diğer öğrencilerden biri. Altın sarısı saçlara, bacak kadar bir boya ve elma gibi yanaklara sahip sevimli bir kızdı bu kez konuşan. Üzerinde şeker pembesi bir kıyafet vardı, saçları iki yandan örülmüştü. Kafasına kağıttan bir taç takılıydı. O da yeni çocuğun sırasına doğru ilerledi, onu talebelerin geri kalanı takip etti. Bir anda 3-B sınıfının bütün öğrencileri yeni çocuğun etrafında toplanmıştı.

“Merhaba, ben Melisa,” dedi kız, pembe eteğinin uçlarını asillere özgü bir edayla kaldırıp dizlerini hafifçe kırarak.

“Can…” diye tanıttı kendini yeni çocuk, gözlerini utangaç bir tavırla yere sabitleyerek.

“Memnun oldum Can.” dedi Melisa, başını hafifçe yukarı kaldırıp sağ elini gösterişli bir biçimde sallarken. “Ben bu sınıfın kraliçesiyim ve bunlar da...” Eliyle sınıfın geri kalanını işaret etti, “...benim hizmetkârlarım.”

“Ben senin hizmetçin değilim, ben bir şövalyeyim!” diye çıkıştı şişman bir oğlan, gururla göğsünü şişirerek. Farkında olmasa da bu hareket sadece göbeğinin daha da belirgin olmasını sağlamıştı. “Adım Sör Kocayürek!”

“Olsa olsa Kocagöbek’tir o,” dedi kıvırcık çocuk, yüzünde alaycı bir tebessümle. Sınıfın geri kalanından neşeli bir kahkaha koptu. Can hariç… Kendisini oturduğu köşeye esir eden bu yabancılar taburuna ürkek gözlerle bakmakla meşguldü o. En azından artık her an ağlayacakmış gibi görünmüyordu.

“Bu bir hakaret!” dedi adının Kocayürek olduğunu iddia eden koca göbekli. “Seni düelloya davet ediyorum alçak adam,” diye devam etti sonra da, pantolon kemerine sıkıştırdığı plastik bir cetveli gösterişli bir hareketle çekerek. Bu esnada ağzından sahte bir metale-sürtünen-kılıç sesi çıkartmayı da ihmal etmemişti; ama hareketine devam etme fırsatı bulamadı çünkü öğrenciden bozma Kraliçe Melisa, cetvelden bozma kılıcı elinden hızla kapıvermişti.

“Dediğim gibi… Ben Sınıfolya ülkesinin kraliçesiyim ve bunlar da benim hizmetkârlarım!” dedi kız, son kelimeyi telaffuz ederken yuvarlak hatlı çocuğa kötü kötü bakarak. “Ama merak etme, emrimde yeteri kadar hizmetçi var. Bu yüzden seni kraliyetimin ilk Pembe Generali ilan ediyorum. İşte kılıcın,” diye ekledi cetveli bir resmiyet havasıyla Can’a uzatarak.

“Ama… Bu bir kılıç değil ki?” diye yanıtladı çocuk, kafası karışmış bir biçimde elindeki plastik parçasına bakarken.

Tüm diğer çocuklar uzun ve sessiz bir an boyunca ona bakakaldı.

“Söylemiştim,” dedi sonunda kıvırcık. “O çok tuhaf!”