1 Nisan 2011 Cuma

İstanbul'da bir kış günü

İstanbul’da soğuk bir kış günüydü. Yine de günlerden 14 Şubat olduğundan mutlu çiftlerin kalpleri sıcacıktı.

Genç bir kadın evinde oturmuş sıkıntı ile televizyon seyrediyordu. Günlerden Pazar olduğu için doğru düzgün bir program yoktu. Aslında izlediği belirli bir şey de yoktu, öylesine bakıyordu görüntülere. Aklı daha çok elinde tuttuğu cep telefonundaydı çünkü. Gözleri sürekli televizyondan telefonunun ekranına kayıyor, gelen bir mesaj ya da çağrı olup olmadığını kontrol ediyordu. Bir müddet daha böyle oturduktan sonra bakışları takvime kaydı ve üzerinde yazılı tarihi görünce sıkıntı ile ofladı. 14 Şubat’ı gösteriyordu takvim. Yani sevgililer gününü… “Aramayacak.” dedi üzüntü ile bir kez daha telefonunu kontrol ederken. “Ah be Can! Ne olurdu yani şu cesaretini biraz toplayabilsen?”

Can, iş yerinde tanıştığı ve neredeyse ilk görüşte âşık olduğu adamın adıydı. İlk başlarda sadece dış görünüşünden hoşlandığını düşünse de zaman geçtikçe ve onu tanımaya başladıkça öyle olmadığını kendine itiraf etmek zorunda kalmıştı Canan. Çok kibar biriydi Can, aynı zamanda tam bir beyefendiydi de… Çok geçmeden sürekli onu düşünür, rüyalarında onu görür olmuştu kadın.

“Daha ne yapmam lazım hislerimi anlaman için anlamıyorum ki? Senin de benden hoşlandığını biliyorum üstelik. Ama hiç çaba harcamıyorsun, hiç adım atmıyorsun. Neden?” diye mırıldandı düşüneli bir biçimde. Ardından öfke ile oturduğu yerden kalktı ve “Bravo Canan! Şimdi de kendi kendine konuşmaya başladın, ne güzel!” dedi mutfağa doğru ilerlerken. Sonra hâlâ kendi kendine konuşmaya devam ettiğini fark ederek bağırdı; “Kes şunu!”
Mermer tezgâhın başına geçti, bir bardak su doldurdu ve gözlerini yumarak “Yeter artık Canan, bundan sonra Can’ı düşünmek yok.” dedi kendi kendine. Bir yudum su aldıktan sonra “Evet, düşünmeyeceğim artık onu. Umurumda değil! Bitti, gitti.” diye devam etti konuşmaya.

Tam o esnada kapı zili çaldı ve Canan heyecanla olduğu yerde zıplayıverdi. “O mu acaba?” diyerek kapıya koşturdu az önce söylediği tüm o olumsuz sözleri unutarak. Diafona uzandı ve “Kim o?” diye sordu, sesindeki titremeyi bastıramadığı için kendine sessiz bir küfür savururken.
“Benim Can.” diye geldi yanıt. “Müsait misin?”
“Evet, elbette. Yukarı gel lütfen.”
Otomatiğe basmasıyla yatak odasına koşması bir oldu. Çabucak üzerindeki eşofmanları çıkarıp beyaz bir kazak ile mavi bir kot pantolon giydi. Yüzüne bir parça makyaj yapıp sarı saçlarını düzeltmeyi de ihmal etmedi. Kapı vurulduğunda işini tamamlamıştı bile. “Geliyorum!” diye seslendi içeriden. Son bir kez aynada kendine bakıp kapıya doğru yöneldi.

“Selam.” dedi Can, kadın kapıyı açıp gülümseyen gözlerle kendisini karşılığında.
“Selam.” dedi Canan, yeşil gözlerini süzerek.
Uzun boylu, siyah saçlı biriydi Can. Sakalsız, temiz bir yüzü ve kömür karası gözleri vardı. Siyah bir pantolon ve aynı renkte bir kazak vardı üzerinde. Uzun kahverengi pardösüsü karizmatik bir görüntü katmıştı ona.
“Beni içeri davet etmeyecek misin?” diye sordu Can sonunda.
“Efendim?” diye yanıtladı Canan, hâlâ hülyalı bir şekilde adama bakarken. Sonra birdenbire sorulan soruyu idrak ederek gözlerini yana devirdi. “Ah, tabi… Ne kadar da kabayım, kusura bakma.” dedi yana çekilip adamın geçmesi için yolu açarken. Can içeri girdikten sonra ellerini havaya kaldırıp kendisine sessizce “Geri zekâlı!” demeyi de ihmal etmedi.

“Eee, nasıl geçiyor bakalım hafta sonun?” diye sordu Can.
“Fena değil, televizyon izliyordum ben de. En sevdiğim program var da…” dedi Canan, eliyle oturması için adama yer göstererek. Televizyonun önündeki kanepeye yan yana oturdular.
“Hukuk saati mi?” diye sordu Can, ekrandaki programa bakarak.
“Ben… Evet, şey… Hukuk her zaman ilgimi çekmiştir.” dedi kadın gülerek. Bir taraftan da panikle uzaktan kumandayı arayıp televizyonu kapatmaya çalışıyordu. “Ya senin hafta sonun nasıl geçiyor?” diye sordu ardından, konuyu değiştirmeye çalışarak.
“Benimki de fena değil.”
“Eee? Hangi rüzgâr attı seni buraya?”
“Şey, ben… Benimle dışarı çıkmak ister misin diye sormaya gelmiştim de…” diye cevapladı Can, hafif utangaç bir sesle.
“Nasıl yani? Rüyalarım gerçek mi oluyor yoksa?” diye sordu Canan kendi kendine. Kulaklarına inanamıyordu.
“Biliyorsun bugün önemli bir gün ve düşündüm ki… Yani sen ve ben…” diye devam etti Can, kadından bir cevap gelmeyince.
“Evet, çok isterim!” diye atıldı Canan heyecanla.
“Gerçekten mi?” diye sordu Can. “Şey… Ben de yardım etmek istemezsin diye korkmuştum.” diye devam etti ardından rahatlamış bir biçimde.
“Yardım mı?”
“Evet. Biliyorsun ya, bugün annemin doğum günü ve çiçekleri çok seviyor. Ben o tarz şeylerden hiç anlamam ama senin çiçeklere ne kadar düşkün olduğunu biliyorum. O yüzden düşündüm ki birlikte çıkıp uygun bir hediye bulabiliriz.”
Can konuştukça Canan’ın yüzündeki mutluluk yerini yavaşça hayal kırıklığına bırakıyordu. Bir saniye önce dünyanın en mutlu kadınıydı şimdi ise ne düşüneceğini bilemiyordu. Adam lafını bitirdikten sonra odaya kısa süreli bir sessizlik hâkim oldu.
“Canan?”
“Efendim?” diye cevapladı Canan, bariz bir hüzün ile.
“Sen iyi misin? Bak… Eğer gelmek istemezsen seni anlarım.”
“Yo, yo… Sorun değil, üzerimi değiştirmem için bana biraz zaman ver lütfen.”

Kadın yüzünde sahte bir gülümseme ile oturduğu yerden kalktı. Ağır adımlarla odasına doğru ilerleyip kapıyı ardından kapattı. Sonra da sırtını kapıya yaslayarak derin bir iç çekti.  Neler de düşünmüştü. “Sen bir salaksın Canan.” dedi kendi kendine. “Ve onunla dışarı çıkarak daha büyük bir salaklık yapıyorsun.”
Yine de sevdiği adamla bir-iki saat geçirme fikri evde boş boş oturup kendini paralamaktan daha iyi görünüyordu gözüne. Her ne kadar Can onun aşkından bihaber olacak olsa da…


***

10 dakika kadar sonra caddedeydiler. Can, Canan’ın koluna girmiş hızlı adımlarla ilerliyordu. Canan ise sevdiği adamla kol kola yürümenin tadını çıkarmaya çalışıyordu.
“Can biraz yavaş yürür müsün lütfen. Bu ne acele anlayamıyorum.”
“Özür dilerim. Biraz heyecanlıyım da…”
“Niye heyecanlanıyorsun ki? Gören de annene ilk defa hediye alıyorsun sanacak.”
“Şey, evet…” dedi adam, ardından bir kahkaha attı. “Haklısın, boş yere panik yapıyorum sanırım.”

Az sonra şehrin en büyük ve en gösterişli çiçekçilerinden birindeydiler. Oldukça geniş ve lüks döşenmiş bir yerdi “Çiçeklerin Dansı.” İçeride hemen hemen her çeşit çiçeğin tüm renklerini bulmak mümkündü. Her çiçeğin kendine has bir bölümü ve her bölümün bir uzmanı vardı. İnsan kendisini çok büyük bir alış-veriş merkezinde gibi hissediyordu burada. İçeride el ele dolaşan çiftlerle karşılaşınca biraz morali bozuldu Canan’ın. Ama çiçekleri görür görmez tüm olumsuz düşünceler aklından siliniverdi. Bu narin ve birbirinden renkli varlıklar onun her şeyiydi. Onlara çok değer verirdi ve onların olmadığı bir dünyayı hayal dahi edemezdi. Laleler, sümbüller, güller, leylaklar… Hepsi de birbirinden güzellerdi. Ne yana bakacağını, hangisini seçeceğini şaşırmış haldeydi genç kadın.
“Hepsi senin… Kendine alıyormuş gibi seç lütfen.” dedi Can, gülümseyerek.
Canan da gülümseyerek karşılık verdi. Öyle yapacaktı.

Gülüşmeler ve kahkahalarla geçen bir yarım saatin ardından kocaman bir gül buketi yaptırmışlardı. Güller o kadar güzellerdi ki insan onlara dokunmaya kıyamıyordu. Ne çok kırmızıydılar ne de çok soluk… Tam olmaları gerektiği gibi… Canan güllere bakarak melankolik bir şekilde gülümsedi ve buketi Can’a uzattı.
“Al bakalım. Annen beğenir umarım.”
Fakat Can buketi almak yerine kibarca geri ittirdi ve gülümseyerek şöyle dedi; “Hayır, sende kalsınlar. Bunlar senin.”
“N-Nasıl yani?” diye bocaladı Canan.
“Yarın annemin doğum günü falan değil.”
“Değil mi? Peki o zaman neden?”
“Sana yalan söyledim. Bu çiçekler sadece ve sadece senin için. Onları sana vermek için aldım. Çiçeklerden anlamadığım konusunda doğruyu söylüyordum çünkü.”
“İyi ama ne için?” diye sordu Canan, şaşkın bakışlarla
“Çünkü seni seviyorum.” dedi adam. “Hem de ilk gördüğüm andan beri. Bunu sana uzun zamandır söylemek istiyordum ama bir türlü uygun anı yakalayamıyordum. Sonra düşündüm de… Sevgililer gününden daha uygun ne olabilir ki?”
Canan şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemez bir vaziyette bir Can’a bir de elindeki çiçeklere bakıyordu. Can ise kadının vereceği cevabın ne olacağını bilemez bir halde, tedirgin ve heyecanlı bakışlarla ona bakıyordu.
“Hediyemi kabul edecek misin?” diye sordu sonunda, daha fazla dayanamayıp.
“Evet.” dedi Canan, sıcacık bir gülümseme yüzünü kaplarken. “Elbette evet, seni budala! Evet!” dedi sonra da kahkahalar atarak. İkili büyük bir mutlulukla birbirlerine sarıldılar. Bu esnada mağazadaki diğer insanlar da yeni çifti alkışlayarak katılıyorlardı bu mutluluğa…

İstanbul’da soğuk bir kış günüydü. Şimdi gönülleri aşk ile ısınan bir çift daha vardı insanların arasında…

Not: Sevgililer Gününe özel olarak yazdığım bir hikayedir. Normalde Blog Dergisi'nde yayınlanması planlanıyordu ama bazı teknik aksaklıklardan dolayı mümkün olmadı. Ben de burada yayınlayarak hem boşa gitmemesini sağlayayım hem de size verdiğim "daha romantik bir aşk hikayesi" sözünü tutayım dedim. Keyifli okumalar...

4 comments:

*mehtap dedi ki...

Güzel olmuş,sonu mutlu biten hikayeleri seviyorum.

mit dedi ki...

Teşekkürler, çok sağ olsun :) Bir önceki benzer hikaye kötü sonla bitince bu seferkinin iyi bitmesi biraz mecburi oldu :) Okuduğunuz için teşekkürler.

İçimden Geldiği Gibi dedi ki...

Mutlu sonla bitmesi benide mutlu etti... :))
Kalemine yüreğine sağlık.
Daha sık yazmayı ihmal etme olur mu?
Sevgiyle kucakladım.

mit dedi ki...

Mutlu sonla bitmesinin sizi mutlu etmesine çok mutlu oldum (Ne dedim ben?) :) Mutlu hafta sonları :)