Bursa Gazisi unvanını da gururla taşıdığı diğer madalyalarının (Ketçap & mayonez savaşları fedaisi, istilacı çay ordusu mağduru, zamansız yağan yağmurların bedbaht bedevisi) yanına ekleyen Yorgun Savaşçı’dan hepinize selam olsun. Bir ‘kitap fuarı sonrası’ yazımla birlikte yeniden karşınızdayım. Bu kez değişiklik yapıp “Yaz artık şu hatıralarını!” baskısına maruz kalmadan kendi rızamla başlayayım istedim. Okurlarımın bana doğru tehditkâr bir biçimde salladığı tava ve oklavaların bununla kesinlikle ilgisi yok. Vallahi!
Bildiğiniz üzere dün Bursa Kitap Fuarı’nda imza günüm vardı. Sabah 4:00 otobüsüne yetişebilmek için kargaların sabah kahvaltısına başlama fırsatı dahi bulamadığı, pirelerin ise uygunsuz yerlerde uçuş talimi yaptığı bir saatte evden çıkmam gerekti. Hemen sokağın köşesindeki taksi durağına yöneldim, önünde boş bir taksi bulunca da çok sevindim. Ama çok geçmeden bu sevincim kursağımda kaldı çünkü taksi vardı, durak vardı ama ortada şoför yoktu! Ne yapsam ne etsem, yoksa geç mi kalacağım falan derken bir de baktım karşıdan bir başka taksi yaklaşıyor. Üstelik boş! Hemen, uzun zamandır göremediği sevgilisine kavuşan bir adam misali kollarımı iki yana açarak arabanın üzerine koştum. Hani altımda kumsal, arka planda deniz olsa, adamın yüzünde de o yarı uykusuz yarı nemrut ifade olmasa çok güzel bir an olabilirdi bu.
Kısa bir yolculuğun ardından gecenin 3:30’unda, Üçyol’daki otobüs bürolarının önünde beklemeye başlamıştım. Hava inadına esiyor ve bu saatte dışarıda gezme gafletini gösterenleri (o gafil ben oluyorum) buz gibi kollarıyla zalimce kucaklıyordu. Etrafta kimsecikler yoktu. Üstelik binmem gereken servis de görünürlerde değildi. Hafiften endişelenmeye ve otobüsü kaçıracağımı düşünmeye başladım. Bilirsiniz; “Ya servis gelmezse, ya bir aksilik çıkarsa?” tarzı sorular dolanmaya başladı beynimin şüpheci hücrelerinde.
Derken tam karşımdan pek de tekin görülmeyen iki kişi yaklaşmaya başladı. “Hah, bir bu eksikti.” diye düşünürken bir başka taksi kaldırıma yanaştı ve içinden uzun boylu, yapılı ve kel kafalı bir adam iniverdi; şöyle bir bana bir de onlara baktı ve hızlı adımlarla yanıma geldi. Elindeki küçük seyahat çantasından anladığım kadarıyla o da bir yolcuydu. Bunu gören şüpheli ikiliyse hafifçe yön değiştirerek yanımızdan geçip gitti.
“Selamünaleyküm!” dedi babacan bir tavırla.
“Aleykümselâm.” diye yanıtladım tavşancan bir edayla.
“Sizin yolculuk ne tarafa?”
“Bursa.”
“Ooo, beraberiz demek. Ben Bursa otobüsünün şoförüyüm.” diye geldi cevabı. O anda oldukça rahatladım tabi, korkmama gerek yoktu. Üstelik o olmadan otobüs hareket edemezdi, servisi kaçırma olasılığı da bir anda ortadan kalkmıştı.
Sonradan öğrendiğime göre adam eski bir boksördü aynı zamanda. Servis gelinceye kadar kafasının tasını attıran kaç kişinin ağzını burnunu çekinmeden kırdığını gayet ayrıntılı bir şekilde öğrendim. Bu sohbet esnasında ağzımı açmamaya özellikle dikkat ettim tabi. Maazallah adamın kızdırırım falan… İşin ucunda kitap fuarına gitmek yerine gözümü hastanede açmak vardı ne de olsa. Artık kitap imzalamak yerine sizlere kol ve bacak alçılarımı imzalatır, eksik dişlerim ve çatlak gözlüğümle sempatik bir şekilde sırıtırdım. Neyse ki çok geçmeden servis arabası geldi ve sorunsuz bir yolculuğun ardından kendimi otobüsün rahat koltuğuna atıverdim. Balıkesir’e kadar sakin geçen yolculuk orada binen ve tam önümdeki koltuğa oturan yaşlı teyzeyle biraz renk kazandı. Teyze, sağ olsun, koltuğunu yatırmak için elini arkaya attı ve benim tepsinin kenarını bir güzel kavrayıverdi. Ardından eski topraklara yakışır bir şekilde sertçe asıldı ve şaşkın bakışlarım arasında, üzerinde meyve suyu olan bardağımla birlikte bir güzel kapatıverdi tepsiyi. Olan pantolonuma oldu tabi… Allah’tan bardağın içinde çok fazla bir şey kalmamıştı. Teyzenin bana attığı kaçamak bakış ve ne yaptığının farkında değilmiş gibi panikle önüne dönmesini saymıyorum bile.
Bursa’ya vardığımda gözlerim hemen Kayıp Rıhtım ekibinden sevgili berre’yi aramaya başladı. Kapının yanında oturmuş, kendi halinde kitap okuyan biri çarptı hemen gözüme. Bakışlarım ister istemez elindeki kitaba kaydı ve J.R.R. Tolkien’in Hobbit’i olduğunu fark ettim. “Bursa otogarında Hobbit okuyan biri olsa olsa Rıhtım tayfasındandır,” dedim kendi kendime ama tam olarak da emin olamadım. Emektar telefonumu çıkarıp berre’nin telefonuna kısa bir çağrı attım, kitap okuyan bayanın elini telefonuna attığını gördüğümdeyse yüzüme yayılan oyuncu gülümsemeyi engelleyemedim. Hemen yanına yaklaştım ve muzip bir şekilde sırıtarak başında dikilmeye başladım. Berre’nin bir telefonuna bir de bana bakarak gözlerini kırpıştırdığı o anı görmeliydiniz.
Samimi bir selamlaşmanın ardından ilk işimiz kahvaltı edebileceğimiz bir yer aramak oldu. Otogarın hemen karşısındaki alış-veriş merkezinin biçilmiş kaftan olduğu konusunda hemfikir olup hızlı adımlar ve guruldayan mideler eşliğinde oraya yöneldik. Kapıdan çıkar çıkmaz dünyaya yeni ayak basan uzaylılar misali karşıdan gelenlere el sallayıp sırıtırken “Merhaba Bursalılar!” dedim, yüzüme bön bön baktılar. Ne var yani? Manyak gibi sırıtarak el sallayan bir genç ile yanında kahkaha krizine giren bir bayan, bu hayatta görüp görebileceğiniz en garip şey değil sonuçta. Hıh!
Yalnız unuttuğumuz bir nokta vardı; o gün pazardı. Haliyle o saatte her yer kapalıydı, alış-veriş merkezi dâhil… Binanın kapısına kadar yürüyüp halimize güle güle tekrar geri döndük ve açılış saatine kadar otogarın önündeki bir bankta, koyu bir sohbet eşliğinde beklemeye başladık. Blog sayfamı yakından takip ettiği için hazırlıklı gelmişti berre, şemsiyesi yanındaydı. Ona hak vermeden edemiyordum, benim varışımla birlikte şehrin üzerinde kara bulutlar toplanmaya başlamıştı bile. Neyse ki hava şimdilik yağmaya niyetliymiş gibi görünmüyordu.
Alış-veriş merkezinin kapıları açıldığında içeri ilk girenlerdendik. Berre’nin öve öve bitiremediği muhteşem yön duygusu çok gelişmiş olduğundan kısa sürede kaybolduk. Neyse ki midelerimizin dikine giderek yiyecek kısmına varmayı başardık. Menümüzde kumpir vardı. Benim ketçap & mayonezle olan husumetimi iyi bilen berre “Bu yemek tek başına gitmez ki abi.” dedi, hak verdim. Vermez olaydım! Hainler sadece elime, ağzıma ve yüzüme bulaşmakla kalmayıp üstüne bir de el birliğiyle midemi bozdular. Yemeği zar zor tamamlarken bir taraftan da birinci vitesten beşe atan midemi dizginlemeye çalışıyordum. Yine de durum o kadar da vahim değildi, Bursa’ya ‘kötü bir iz’ bırakacakmışım gibi görünmüyordu.
Fuar alanına gitmek için otobüs duraklarına yürüdük. Bu esnada hava, fikrini hafiften değiştirmiş olacak ki bizi hafiften ıslatmaya başladı. Yorgun Savaşçı’nın ıslak talihine birinci elden şahitlik eden Berre bu halime çok güldü elbette. Allah’tan fazla uzun sürmedi de kendi kendine açılıp kapanan, evelere şenlik şemsiyemi (Evet, ne var?) açmak zorunda kalmadım. Yoksa vay halimize… Kısa bir otobüs yolculuğun ve bolca muhabbetin ardından fuar alanındaydık. Berre kendisini de şaşırtarak ineceğimiz durağı tek seferde tutturdu ve adını aile tarihine altın harflerle yazdırdı. Koştura koştura içeri girip BU Yayınları standına yöneldik.
Uyuklamak mı? Yok canım! Yatağa... aman, şey! Yazarlığa konsantre oluyordum ben orada! |
Biz vardığımızda yazarlarımızdan İncilâ Çalışkan, Ayşe Yamaç, Necla Çandağ, Hamdullah Köseoğlu ve tabi ki hepimizin neşesi olan Pelin Saydam çoktan stanttaki yerini almış, kitaplarını imzalamaya başlamıştı bile. Yayın evi çalışanlarından Özgür Bey ve diğer arkadaşlarda oradaydı. Hepsiyle merhabalaşıp bol kahkaha, tatlı muhabbet ve havada uçuşan imzalar eşliğinde dört saate yakın bir zaman geçirdim orada. Pelin her zamanki şen şakraklığı ve hareketli kişiliğiyle bizleri bol bol güldürdü. Pelin’in annesi de bizlerden desteğini esirgemeyenler arasındaydı. Tüm gün profesyonel bir fotoğrafçı edasıyla standımızın etrafında arı gibi vızıldadı. Hava alanı günlerimde tanıştığım ve çok sevdiğim bir arkadaşım, Gülsüm, eşiyle birlikte beni ziyaret etme nezaketinde bulundu bir de. Kısa bir süre de olsa eski günleri yâd ettik hep birlikte.
Her güzel şeyde olduğu gibi zaman yine su gibi akıp geçti ve daha ne olduğunu anlayamadan ayrılık vakti geldi çattı. Herkesle vedalaşıp berre’yle birlikte hızlandırılmış bir tur atma niyetiyle kitap fuarının derinliklerine doğru taarruza geçtik. İlk hedefimiz Çizmeli kedi standı ve sevgili Sadık Yemni’nin yeni kitabı “Kuşadası’ndan Sevgilerle” oldu. Sadık Bey Hollanda’da olduğu için onu görme fırsatımız olmadı maalesef. Temeraire üçlemesini de çantaya indirdikten sonra soluğu İthaki’de aldık. Orada Coşkun Bey’i birazcık köşeye sıkıştırıp… öhöm… uzun uzadıya kitaplardan ve yazarlardan bahsettik bir müddet. İlk sorum Dresden Dosyaları ile ilgiliydi ve ne mutlu ki tatmin edici bir cevap aldım. Ardından yeni kitapları Yaşlı Adamın Savaşı ve Scalzi’den konuştuk. İkinci kitabın çevirisi tamamlanmış ve üçüncüye başlamışlar; sevenlerine duyurulur. Ardından Türk yazarlar hakkında umut vaat edici bir şeyler duydum, mutlu oldum. Son olarak da çok sevdiğim bir çevirmen ablamın adını önerdim ve zaten irtibatta olduklarını öğrendiğimde mutluluğum iki katına çıktı. Kısacası İthaki cephesinde işler her zamanki gibi yolunda… Sevgili Coşkun Bey’e bizlerden esirgemediği hoşsohbeti için buradan tekrar teşekkürler. Sonraki durak Neuromancer hakkındaki sitemimizi bildirmek adına 6:45 standıydı fakat oraya vardığımızda herhangi bir muhatap bulamadık. Ayrıca stantlarında Neuromancer’ın bir tane bile baskısı olmaması dikkatimizi çekti.
Saat bayağı ilerlemiş ve eve dönme vaktim maalesef gelmişti. O yüzden fuarı üzülerek de olsa arkamızda bırakıp yeniden otogara yöneldik. Çok uzaklaşmamıştık ki bir araba yanıma yanaşıp kitap fuarına nasıl gidileceğini sordu bana, ben de gülümsememi bastırmaya çalışarak elimden geldiğince yönlendirdim. Düşünsenize… Ta İzmir’den kalkıp Bursa’da Bursalı birine yol tarif etmiştim. Bu olaya çok gülen berre “Artık sen de buralı sayılırsın abi, baksana yol bile tarif ettin.” dedi.
Garaja vardığımızda ikimiz de ne kadar aç olduğumuzu hissettik. Midemin suskunluğuna güvenerek demiri en yakın iskenderciye attık. Berre’nin de çatal-bıçak kullanma konusunda en az benim kadar bahtsız olduğunu öğrendim orada. Biz yemeğimizi yemeğe çalışırken soslar, etler ve biberler havada uçuştu; çevremizdeki müşterilerse masalarının altına siper almak zorunda kaldı. Zaten yemek biter bitmez garsonların bizi bir kaldırışı vardı ki görmeliydiniz. Adamlar bizi resmen kovaladılar :)
Yarım saat sonra samimi bir vedalaşmanın ve yeniden buluşma dileklerinin eşliğinde otobüsüme bindim; sallanan beyaz bir mendil eşliğinde eve dönüş yoluna çıktım. Altı saat boyunca bir yandan yarı kör bir vaziyette kitap okudum, bir yandan da yan koltukta uyuyan yaşlıca bir amcanın burnundan yükselen düdüklü tencere misali seslere dayanmak için dişlerimi sıktım. Gece 24:00 gibi haneme vardım ve kendimi külçe misali yatağa attım. Sonra mı? Sonrası bildiğiniz gibi… Yorgun Savaşçı, yine yorgun bir biçimde işinin başında, faturalar ve evraklar arasında…
Başta sevgili berre, BU Yayınevi ailesi ve Gülsüm ile eşi olmak üzere bana bu güzel günü yaşatan herkese çok çok teşekkürler. Darısı İzmir fuarına…
11 comments:
Bir öykü kitabı yazarına göre roman gibi yazıyorsunuz... :) 'Aaaa kitabınız mı vardı' demeye kalmadan sayfada gözüme ilişiverdi. Eskişehir'de de imza gününüz olacak mı acaba? Olsaydı gelirdim.
Bu arada ben de bir şiir kitabı çıkarmayı düşünüyorum, biraz fikir alışverişinde bulunmak isterim. İsterim de... Vaktiniz olur mu? :)
iyi yazmalara...
Teşekkür ederim :) Kısa yazmak giderek daha zor bir iş haline geliyor benim için. Yakında sınıf atlayıp romancılığa el atacağım bu gidişle :) İnşallah tabi...
Eskişehir'e gelme fırsatı bulabilir miyim bilmiyorum gerçekten. Bu tarz organizasyonları yayınevi ayarlıyor genelde. İmkan olursa neden olmasın?
Şiir kitabı projenizde şimdiden sonsuz başarılar. Bana mail adresimden ulaşabilirsiniz, elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışırım.
Görüşmek üzere...
Mit,inşaAllah daha nice imza günleri görürsün...o kumpir yok mu o kumpir...çooook severim.aslında patatesi çok severim ;)hele ketçaplı mayonezli :)))tamam tamam sustum.afiyet olsun.
not:her zamanki gibi çok gülerek ve keyifle okudum yazını...
Oh... Özlemişim... Okurken gülmeyi de, mit hatıralarına gömülmeyi de.
Şeytan diyor ki, "Bu anılardan da bir kitap yapalım." Valla diyor yani :)
Aklına sağlık mit... Bu aralar Yalan Dünya'dan dilime dolandığı üzere, imza günü anlatılarında uzaysın, adamın dibisin :)
@ Sihirli Torba: Amin, inşallah arkadaşım. Beğenmene çok sevindim. Her ne kadar arada kumpirin lafını etsen de... :))
@ Mr. Aşkın Güngör: Ahahaha! :) Sağ ol abi, gülmene çok sevindim. Aslında daha yazılacak çok şey vardı da yazının alıp başını gitmesinden korktum.
Senin Conan / Groo anını ve diğer komik hatıralarını da benimkilerin yanında koyarsak o kitabı okuyanın vay haline diyorum :)
Minik kızımıza kucak dolusu sevgiler.
Burada okuduklarımla kendi zihnimdekileri birleştirince, "Yaşadığım en güzel günlerden biriydi." desem abartmış sayılmam herhalde. =)
Halen daha geceleri vicdan azabı ve mide ağrısından beni uyutmayan o "Dünya'ya kumpir yapmayı öğreten" maharetli parmaklardan çıkmış kumpir mi desem, yoksa doğru durağı bulacağım diye pencereye yapıştırdığım burnum mu desem bilmiyorum ama uzun zamandır başıma gelen en renkli maceralardı. Tabii bir süre kumpirden de yollardan da uzak duracağıma şüphe yok.
Yine de kesinlikle bunu saymıyorum ve daha geniş bir zamanda gerçek bir geziye bekliyorum Bursa'ya. Mümkünse benim bildiğim yerlere gidelim de İhsan abi, sen beni değil olması gerektiği gibi ben seni gezdireyim.:P
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim: O gün eve dönerken otobüste uyuyakaldım. Bil bakalım böyle olunca ben ne yaptım? Doğru tahmin ediyorsun, dehşetle uyandığımda uykulu bir 'İnecek vaar!' nidasıyla kendimi durağa attım ve sonuç: Yanlış durak, erken inmişim. Artık tevafuk mudur nedir? :D
Hahaha! :) Gene başardın desene sen şuna :)
Gerçekten de benim için de yaşadığım en güzel ve en keyifli günlerden biriydi. Uzun zamandır bu kadar güldüğümü ve eğlendiğimi hatırlamıyorum desem yeridir. Yani insan başına gelen onca olumsuzluğa rağmen hala deli gibi sırıtabiliyorsa bunda güzel bir şeyler var demektir. Ya da kafadan darbe almış da olabilir, bilemedim şimdi... :)
Görüşmek üzere...
Keyifle okudum. Nice keyifli fuarlara.
Sağ olun, çok teşekkür ederim.
İhsancım harika anlatmışsın:)) ben de her zamanki gibi bütyük bir keyifle okudum.Seninle gurur duyuyoruz.Aşkın Güngör bey'in dediği gibi anı kitabı da çıkartın bence:) yok satar eminimm:)yani çok çok satar:)İzmir fuarını sabırsızlıkla bekliyorum.:) sevgilerimle.İyi ki varsın.
Teşekkürler arkadaşım, çok sağ ol. Beğenmene sevindim :) Ben önce elimdeki projeleri bir bitireyim de anı kitabı işini sonra düşünürüm. :) Fuarda görüşmek dileğiyle...
Yorum Gönder