Yıllardır o ve ya bu şekilde adını duyduğum bir yazardı Brandon Sanderson. Ama neden Zaman Çarkı gibi efsanevi bir eserin kendisine teslim edildiğini ya da niçin bu kadar el üstünde tutulduğunu tam olarak bilmezdim. Ta ki Elantris'e başlayana kadar...
Elantris, romanın geçtiği ülkenin en büyük ve en ışıltılı şehrinin adı. Mucizeler şehri Elantris. Güç, ışık ve büyünün şehri Elantris. Şehrin sakini olan Elantrianların da uzun boyları, ak saçları ve gümüş derileriyle görünüş ve azamette şehirden aşağı kalır yanları yok. Bu halk, AonDor adı verilen bir büyü sistemi sayesinde tüm insanlara yardım eden, gerektiğinde onları iyileştiren ve adalete önem veren bir halk. İşin ilginç tarafıysa Elantrianların her biri de adına Shaod denen dönüşüme uğramadan önce normal birer insan olması. Shaod ayrım gözetmezdi. İster basit bir çiftçi, isterse zengin bir soylu olsun Shaod'un dokunduğu herkes Elantrian olabilirdi. Kısacası Elantris ışığın, bilginin ve adaletin ebediyen süreceği bir yerdi. Tek sorun ebediyetin 10 yıl önce sona ermiş olmasıydı.
10 yıl önce bilinmeyen bir sebepten dolayı Elantris tüm ihtişamını yitiriyor. Şehir artık ışık yerine çamur saçıyor, insanları ak saçlı ve gümüş derili değil, kel ve vücutları lekelerle dolu. Mucize dağıtan değil, mucizelere muhtaç, aklını kaçırmış, acıyla sayıklayan bir halka dönüşmüş. Shaod'un dokunuşu bir armağandan çok bir lanet. Çünkü hâlâ ayrım yapmaksızın insanları almaya ama bu kez farklı olarak bir ucubeye dönüştürmeye devam ediyor. Elantrian olanlarsa apar topar yüksek duvarlarla çevrili şehrin karanlık ve pis sokaklarına atılıp kaderine terk ediliyor.
Kitap, birbirinden tamamen farklı üç karakterin hikayesini anlatıyor. bunlardan biri Elantris'in dibindeki Kae adlı şehrin prensi Raoden. Halkın sevgisini kazanmış, dürüst ve ahlaklı biri. Fakat genç prens bir sabah uyandığında Shaod'a yakalandığını fark ediyor ve apar topar Elantris'e atılıyor. Böyle bir rezaletin duyulmasından korkan babasıysa tüm krallığa oğlunun öldüğünü ilan ediyor.
İkinci karakterimiz, kuzey ülkesinin genç prensesi Sarene. Ama prenses deyince aklınıza o klasik hanım hanımcık, duygusal prensesler gelmesin. Sarene her anlamda çok farklı bir genç kız. Zeki, dobra ve politik meselelerde de inanılmaz başarılı. Arelon'a Prens Raoden'le politik amaçlı bir evlilik yapmak için geliyor, hatta kimselere itiraf edemese de prensten içten içe hoşlanıyor da. Ama şehre ayak basar basmaz çok büyük ve de kötü bir sürprizle karşılaşıyor. Çünkü görünüşe göre müstakbel kocasını tanıma fırsatı bile bulamadan dul kalmış durumda...
Üçüncü ve son karakterimiz ise Hrathen adında bir rahip. O da tıpkı Sarene gibi ülkeye yeni ayak basanlardan. Fakat tamamen ayrı sebeplerden dolayı... O bu ülkeyi kendi dinine çevirmeye gelmiş bir din adamı. Daha önce başka ülkelerde de aynı amaçla bulunmuş ve kanlı bir isyan çıkararak amacına da ulaşmış bir adam. Bu kez işlerin o noktaya varmasını istemese de Arelon halkını kendi dinine döndürmeye oldukça hevesli. Hatta kendisini onların kurtarıcısı olarak bile görüyor.
Kitaptaki olaylar yan karakterlerinde katılımıyla bu üç kişinin etrafında dönüyor. Bir yandan bu üçlünün başından geçen maceralara konuk oluyoruz, diğer yandan da yaptıkları şeylerin diğerlerinin hayatını nasıl etkilediğini görüyoruz.
Şunu baştan belirtmekte fayda var. Kitap alışılmış fantastik romanlardan çok daha farklı bir kurgu ve üsluba sahip. Sanderson ilk kitabı olmasına rağmen gayet iyi bir iş çıkarmış. Tamamen özgün, klasikleşmiş fantastik eserleri taklit etmeyen, kendi ırklarına ve büyü sistemine sahip bir evren yaratmış. Bununla da kalmamış bunların hepsini oldukça merak uyandıran bir kurguyla birleştirmeyi de başarmış. Her şeyden önce kitapta epik savaşlar, büyük kahramanlık destanları ve muhteşem kahramanlar yok. Bunun yerine bol bol akıl oyunu, politik entrikalar ve zeka kokan diyaloglar var. Bir de çözülmeyi bekleyen koca bir sır... Özgürlük için savaşmak yerine özgür kalabilmek için savaştan kaçınma, büyüyle harikalar yaratma yerine büyünün neden bozulduğunu ve onu yeniden nasıl kullanılabileceğini arama mücadelesine şahit oluyoruz kitap boyunca.
Pek çok insanın kitabı uzun diyalogları, sıkıcı olması ve akıcı olmaması nedeniyle terk ettiğini görüyorum. Halbuki kitap tam aksine hem çok akıcı hem de gayet keyifli. Bütün mesele beklentide... Eğer büyücülerin birbirlerine ateş topları fırlattığı (Hayı Fizban, otur yerine!), palaların dans pistlerinde cirit attığı, destansı savaşlar içeren bir kitap beklentisiyle başlarsanız hayal kırıklığı elbette kaçınılmaz olacaktır. Ama şunu da unutmamak gerekiyor ki fantastik edebiyat dediğimiz şey sadece bunlarla sınırlı değil. Bunun en güzel örneği de tüm özgünlüğüyle Elantris. Kaldı ki bazı okurların anlamsız ve boş olarak addettiği uzun diyaloglar kitabın sonunda öyle bir detayı ortaya çıkarıyor ki resmen tokat yemiş gibi hissediyorsunuz. Satır aralarına gizlenmiş detaylar, karakterlerin karşılaştığı sorunlara getirilen mantıklı açıklamalar, şiddetle değil zekayla çözülen olaylar okurken insana inanılmaz bir keyif veriyor. Kitabın son 100 - 150 sayfasıysa adeta akıyor.
Sanderson zeki bir adam... Oluşturduğu düzeni oturup uzun ve sıkıcı metinlerle anlatmak yerine onları okuyucunun keşfetmesine izin veriyor.Örneğin kitabı ilk bölümlerinde Galladon (favori karakterim olur kendisi ) isimli bir güneyliyle karşılaşıyor Prens Raoden. Kendi âdetleri, kendi aksanı ve kendi kültürü olan bir adam. Konuşması esnasında sürekli sule, kolo, daloken gibi yabancı kelimeler kullanıyor. Fakat Sanderson oturup da bunları açıklamak yerine ne anlama geldiklerini bulmayı okuyucuya bırakıyor. Bu da benim gerçekten çok hoşuma gitti.
Kitabın hiç mi kötü yönü yok peki? Tabii ki var. Daha önce de belirttiğim gibi, bu yazarın ilk kitabı ve zaman zaman bunu ister istemez hissediyorsunuz. Örneğin Prens Raoden'in Elantris'e kapatılması çok çabuk, sadece birkaç sayfada gerçekleşiyor. Bazı konular çok yüzeysel anlatılmış, son bölümlerdeyse olaylar birazcık fazla hızlı gelişiyor. Bunun yanı sıra ufak tefek çeviri hataları da var. Fakat bunların hiçbiri okuma zevkini baltalayan unsurlar değil. Yarısını geçtikten sonra kitabı kesinlikle elinizden bırakamıyorsunuz çünkü.
Eğer alışılmışın dışında ve iyi yazılmış bir fantastik kurgu arıyorsanız Elantris'e bir şans verin.
Elantris, romanın geçtiği ülkenin en büyük ve en ışıltılı şehrinin adı. Mucizeler şehri Elantris. Güç, ışık ve büyünün şehri Elantris. Şehrin sakini olan Elantrianların da uzun boyları, ak saçları ve gümüş derileriyle görünüş ve azamette şehirden aşağı kalır yanları yok. Bu halk, AonDor adı verilen bir büyü sistemi sayesinde tüm insanlara yardım eden, gerektiğinde onları iyileştiren ve adalete önem veren bir halk. İşin ilginç tarafıysa Elantrianların her biri de adına Shaod denen dönüşüme uğramadan önce normal birer insan olması. Shaod ayrım gözetmezdi. İster basit bir çiftçi, isterse zengin bir soylu olsun Shaod'un dokunduğu herkes Elantrian olabilirdi. Kısacası Elantris ışığın, bilginin ve adaletin ebediyen süreceği bir yerdi. Tek sorun ebediyetin 10 yıl önce sona ermiş olmasıydı.
Arkadaş Yayınları, 2010, 624 Sf. Çevirmen: Can Sevinç |
Kitap, birbirinden tamamen farklı üç karakterin hikayesini anlatıyor. bunlardan biri Elantris'in dibindeki Kae adlı şehrin prensi Raoden. Halkın sevgisini kazanmış, dürüst ve ahlaklı biri. Fakat genç prens bir sabah uyandığında Shaod'a yakalandığını fark ediyor ve apar topar Elantris'e atılıyor. Böyle bir rezaletin duyulmasından korkan babasıysa tüm krallığa oğlunun öldüğünü ilan ediyor.
İkinci karakterimiz, kuzey ülkesinin genç prensesi Sarene. Ama prenses deyince aklınıza o klasik hanım hanımcık, duygusal prensesler gelmesin. Sarene her anlamda çok farklı bir genç kız. Zeki, dobra ve politik meselelerde de inanılmaz başarılı. Arelon'a Prens Raoden'le politik amaçlı bir evlilik yapmak için geliyor, hatta kimselere itiraf edemese de prensten içten içe hoşlanıyor da. Ama şehre ayak basar basmaz çok büyük ve de kötü bir sürprizle karşılaşıyor. Çünkü görünüşe göre müstakbel kocasını tanıma fırsatı bile bulamadan dul kalmış durumda...
Üçüncü ve son karakterimiz ise Hrathen adında bir rahip. O da tıpkı Sarene gibi ülkeye yeni ayak basanlardan. Fakat tamamen ayrı sebeplerden dolayı... O bu ülkeyi kendi dinine çevirmeye gelmiş bir din adamı. Daha önce başka ülkelerde de aynı amaçla bulunmuş ve kanlı bir isyan çıkararak amacına da ulaşmış bir adam. Bu kez işlerin o noktaya varmasını istemese de Arelon halkını kendi dinine döndürmeye oldukça hevesli. Hatta kendisini onların kurtarıcısı olarak bile görüyor.
Kitaptaki olaylar yan karakterlerinde katılımıyla bu üç kişinin etrafında dönüyor. Bir yandan bu üçlünün başından geçen maceralara konuk oluyoruz, diğer yandan da yaptıkları şeylerin diğerlerinin hayatını nasıl etkilediğini görüyoruz.
Şunu baştan belirtmekte fayda var. Kitap alışılmış fantastik romanlardan çok daha farklı bir kurgu ve üsluba sahip. Sanderson ilk kitabı olmasına rağmen gayet iyi bir iş çıkarmış. Tamamen özgün, klasikleşmiş fantastik eserleri taklit etmeyen, kendi ırklarına ve büyü sistemine sahip bir evren yaratmış. Bununla da kalmamış bunların hepsini oldukça merak uyandıran bir kurguyla birleştirmeyi de başarmış. Her şeyden önce kitapta epik savaşlar, büyük kahramanlık destanları ve muhteşem kahramanlar yok. Bunun yerine bol bol akıl oyunu, politik entrikalar ve zeka kokan diyaloglar var. Bir de çözülmeyi bekleyen koca bir sır... Özgürlük için savaşmak yerine özgür kalabilmek için savaştan kaçınma, büyüyle harikalar yaratma yerine büyünün neden bozulduğunu ve onu yeniden nasıl kullanılabileceğini arama mücadelesine şahit oluyoruz kitap boyunca.
Pek çok insanın kitabı uzun diyalogları, sıkıcı olması ve akıcı olmaması nedeniyle terk ettiğini görüyorum. Halbuki kitap tam aksine hem çok akıcı hem de gayet keyifli. Bütün mesele beklentide... Eğer büyücülerin birbirlerine ateş topları fırlattığı (Hayı Fizban, otur yerine!), palaların dans pistlerinde cirit attığı, destansı savaşlar içeren bir kitap beklentisiyle başlarsanız hayal kırıklığı elbette kaçınılmaz olacaktır. Ama şunu da unutmamak gerekiyor ki fantastik edebiyat dediğimiz şey sadece bunlarla sınırlı değil. Bunun en güzel örneği de tüm özgünlüğüyle Elantris. Kaldı ki bazı okurların anlamsız ve boş olarak addettiği uzun diyaloglar kitabın sonunda öyle bir detayı ortaya çıkarıyor ki resmen tokat yemiş gibi hissediyorsunuz. Satır aralarına gizlenmiş detaylar, karakterlerin karşılaştığı sorunlara getirilen mantıklı açıklamalar, şiddetle değil zekayla çözülen olaylar okurken insana inanılmaz bir keyif veriyor. Kitabın son 100 - 150 sayfasıysa adeta akıyor.
Sanderson zeki bir adam... Oluşturduğu düzeni oturup uzun ve sıkıcı metinlerle anlatmak yerine onları okuyucunun keşfetmesine izin veriyor.Örneğin kitabı ilk bölümlerinde Galladon (favori karakterim olur kendisi ) isimli bir güneyliyle karşılaşıyor Prens Raoden. Kendi âdetleri, kendi aksanı ve kendi kültürü olan bir adam. Konuşması esnasında sürekli sule, kolo, daloken gibi yabancı kelimeler kullanıyor. Fakat Sanderson oturup da bunları açıklamak yerine ne anlama geldiklerini bulmayı okuyucuya bırakıyor. Bu da benim gerçekten çok hoşuma gitti.
Kitabın hiç mi kötü yönü yok peki? Tabii ki var. Daha önce de belirttiğim gibi, bu yazarın ilk kitabı ve zaman zaman bunu ister istemez hissediyorsunuz. Örneğin Prens Raoden'in Elantris'e kapatılması çok çabuk, sadece birkaç sayfada gerçekleşiyor. Bazı konular çok yüzeysel anlatılmış, son bölümlerdeyse olaylar birazcık fazla hızlı gelişiyor. Bunun yanı sıra ufak tefek çeviri hataları da var. Fakat bunların hiçbiri okuma zevkini baltalayan unsurlar değil. Yarısını geçtikten sonra kitabı kesinlikle elinizden bırakamıyorsunuz çünkü.
Eğer alışılmışın dışında ve iyi yazılmış bir fantastik kurgu arıyorsanız Elantris'e bir şans verin.
0 comments:
Yorum Gönder