19 Mayıs 2013 Pazar

Eski Dostlar

Fötr bir şapka ve yıllanmış, lacivert bir takım elbise giyen yaşlı adam gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı. Soluna doğru uzanan, kırmızı halıyla kaplı karanlık ve dar bir koridorun üzerinde duruyordu; sağ yanında üzeri posterler ve gösteri afişleriyle kaplı bir duvar vardı. Loş ışıkla aydınlatılmış bir vestiyerin önündeydi. O anda sırtındaki paltoyu görevliye teslim etmek üzere çıkarıp eline almış olduğunu fark etti. İşin garip tarafı oraya ne zaman geldiğini, orada ne kadar zamandır durduğunu ve paltosunu ne ara çıkarttığını bilmemesiydi. Aslına bakarsanız şu anda nerede olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Bir kez daha, bu kez meraklı bakışlarla etrafına bakındı. Vestiyerde bir görevli görünmüyordu, karanlık koridorda da kendisinden başka kimsecikler yoktu. Geriye dönüp arkasında kalan çift kanatlı cam kapıya dikti gözlerini. Tersten de olsa üzerindeki harfleri okumayı başardı: Eski Dostlar Kulübü. Bu isim de kendisine bir şey çağrıştırmamıştı. Derken kesik kesik öten, hafif bir dıt! sesi duyar gibi oldu.

Dıt!… Dıt!… Dıt!…

Sesin kaynağını görebilmek için bir kez daha bakındı etrafına, sonra da ihtiyar gözlerini önündeki vestiyere dikti. Bu gizemli ses oradan geliyor olabilir miydi acaba? Fakat tamamen başka bir şey oldu dikkatini çeken: Paltolar. Gözlerinizi bir vestiyere diktiğinizde paltolardan oluşan ufak bir ordu görmenin ilginç bir yanı yoktu elbette, ama göz bebeklerinizin önünde sessiz bir resmi geçit düzenleyen her bir palto tarif edilemez derecede tanıdıksa o zaman işler değişirdi. Bir okul sırasında, bir iş çıkışında, bir sinema kuyruğunda, bir pastanede koltuğunda, eve gidiş yolunda sık sık gördüğü, en az kendisininki kadar aşina olduğu paltolardı bunlar. Renkleri, modelleri, desenleri… Çok tanıdıktı her biri, çok bildik. Sanki hiç bilmediği bir yerin ortasında değil de evinin antresinde durmuş, aile fertlerinin eşyalarının asılı olduğu bir portmantoya bakıyormuş gibi hissetti kendisini.

O esnada soluna doğru uzanan, kırmızı halı kaplı koridorun sonundan şen, sıcak ve davetkâr bir kahkaha tufanı koptu. Gayri ihtiyari olarak kafasını o yöne çeviren ihtiyar, gölgelerin arasında durmakta olan birini gördü. Oysa az önce orada hiç kimsenin olmadığına yemin edebilirdi. Daha net görebilmek için yaşlı gözlerini hafifçe kıstı. Uzun boylu, zayıf yapılı bir erkekti gölgelerin arasında duran kişi; loş ışığın altındaki hatları güç bela seçiliyordu. Elindeki köstekli saate bakmakla meşguldü.

“Şey… Bakar mısınız?” diye sordu yaşlı adam.

Bakmadı.

Onun yerine seri bir hareketle saatini cebine attı ve önündeki çift kanatlı ahşap kapılardan içeri girip gözden kayboldu. O eşikten geçerken kalabalık bir gurubun neden olduğu konuşma ve kahkaha gürültüsü tanıdık bir müzik eşliğinde dışarıya taştı. İçeride bir çeşit parti veriliyor olmalıydı. Ya da bir tür kutlama… Kapılar kapanır kapanmaz koridor yeniden sessizliğe, adamsa tekil şahısa bürünüverdi. Neden kendisine yanıt vermeden apar topar içeri girmişti ki? Ya da daha doğrusu neden kendisini görmezden gelmişti acaba? Belki de ona seslendiğini duymamıştı? Emin olamıyordu ihtiyar, fakat kesin olarak bildiği bir şey varsa o da adamı bir yerlerden tanıyor olduğuydu. Tıpkı paltolar gibi, onda da feci derecede aşina gelen bir şeyler vardı.


Yarım dakikalık bir tereddüdün ardından onun peşinden gitmeye karar verdi yaşlı adam, bu sayede sorularından bazılarına yanıt bulabilirdi belki de. Veya bulamazdı; kim bilir? Her halükarda her şey ağzına kadar dolu olduğu hâlde tamamen boş olan bir vestiyerin önünde dikilmekten daha iyiydi. Koridora doğru birkaç sarsak adım attı, fakat paltosunu hâlâ mavi damarlarla kaplı, buruşuk ellerinde tuttuğunu fark edince durdu. Vestiyere yanaşıp gözleriyle boş bir askı arandı, bulamayınca da elindekini bankonun üzerine bırakıverdi; fötr şapkasını da onun üstüne yerleştirdi.

Yılların omuzlarına bindirdiği yük yüzünden hafifçe kamburlaşmış bedenini koridor boyunca yürümeye zorladı. Çift kanatlı kapıların önüne geldiğinde içeriden yükselen konuşma ve kahkaha seslerinin neden olduğu uğultuyu daha rahat duyar oldu. Sonra yine o meşum ses çalındı kulaklarına: Dıt!… Dıt!… Dıt!…

Nereden geliyordu bu sinir bozucu ses Allah aşkına? Derken başka bir şey işitmeye başladı, bir müzik…


Unutulmuş birer birer,

        Eski dostlar, eski dostlar.

                  Ne bir selam, ne bir haber,

                              Eski dostlar, eski dostlar…


Ah… Şu tesadüfe de bakın hele, en sevdiği şarkıydı bu. Gözlerini yumup hafifçe sağa sola salınmaya ve mırıldanarak da olsa nakarata eşlik etmeye başladı. Görünüşe göre içerideki kalabalık da sözlere eşlik ediyordu. Bu kendisine cesaret verdi ve kapıları ittirerek içeriye girdi.

Kalabalık bir grup kadınla erkeğin doldurduğu büyük bir salondu burası. Gruplar hâlinde yuvarlak masaların etrafına oturmuş, neşeyle muhabbet ediyordu her biri. Uzak uçta birkaç orkestra enstrümanı vardı, fakat ortalıkta tek bir çalgıcı görünmüyordu. Yine de o unutulmaz ezgi salonda ve de adamın kulaklarında yankılanmaya devam ediyordu.


Hayal meyâl düşler gibi,

          Uçup giden kuşlar gibi,

                   Yosun tutan taşlar gibi,

                            Eski dostlar, eski dostlar…


O eşikten geçer geçmez salondaki herkesin bakışları kapıya doğru döndü, ardından da coşkulu ve büyük bir tezahürat koptu. Yaşlı adam bir anda kendisini sıcacık hoş geldinler, samimi kucaklaşmalar ve gözümüz yollarda kaldılar arasında buluverdi. Gözlerine inanamıyordu! Bunlar… Tüm bu insanlar… Onları tanıyordu! Hem de çok yakından! İlkokul arkadaşları, ortaokul arkadaşları, lise, üniversite! Çalıştığı farklı iş yerlerinde samimi olduğu insanlar, emekliliğini geçirdiği sayfiye yerinde ahbap olduğu yaşlı kurtlar, mahalle dostları, çocukluk arkadaşları… Yıllardır görmediği, haber dahi alamadığı, kendisini unuttu sandığı tüm dostları. Hepsi buradaydı işte, hepsi bir arada! Yüzüne yayılan afallamış ifadenin yerini büyük, kocaman ve sıcacık bir tebessüm alıverdi. İlk şaşkınlığı atlattıktan sonra da kucaklaşmalara, sarılıp öpmelere büyük bir mutluluk ve istekle karşılık vermeye başladı. Göz pınarlarında biriken yaşlar ha aktı ha akacaktı. Tertiplerinden biri kulağına hafifçe askerdeki normal-şartlar-altında-ağza-alınmayacak lakabını fısıldayıp gülerken kalabalığın arkasında yine köstekli saatine bakmakta olan adamı görüverdi ihtiyar. Bir şekilde gölgelerin arasında gizlenmeyi başardığı için yüzü hâlâ seçilemiyordu. Merakı iyice kabaran ihtiyar o tarafa doğru seğirtecek olduysa da kalabalık arkadaş grubu onu salonun diğer tarafındaki bir masaya yarı sürükler vaziyette çekiştirince bu emelini gerçekleştiremedi. Etrafındaki kalabalığın arasından o tarafa bir bakış daha fırlattığındaysa gizemli adamın köstekli saatiyle birlikte sırra kadem bastığını gördü zar zor. Ama bunun hakkında kafa yormaya pek vakti olmadı.

Az sonra dayalı döşeli bir sofranın baş köşesinde oturuyordu. Hoş, masaların hepsi yuvarlak olduğundan hangi köşenin baş hangisinin kıç olduğunu söylemek biraz mantıksızdı, lakin kendisine gösterilen ilgi ve ikram gecenin onur konuğu olduğunu anlaması için yeter de artardı bile. Çok geçmeden etrafı dostları tarafından sarılmıştı; kimisi onunla birlikte aynı masada oturuyor kimisiyse ayakta duruyordu. Hayatının farklı farklı kesitlerinde tanıdığı, tek ortak noktaları kendisiyle kurdukları arkadaşlık olan bu insanlar birbirlerini hiç görmemiş olsalar bile yıllardır tanışıyormuş gibi gülüp şakalaşıyordu. Sanki yanlarında duran kişinin bu yaşlı adamın dostu olduğunu bilmek onlar için yeterli gibiydi.

Derken ilkokul arkadaşlarından biri okul bahçesinde oynadıkları saklambaç oyunundan bahsetmeye başladı yüksek sesle. Herkes pür dikkat dinliyordu. O zamanlar henüz küçücük bir çocuk olan yaşlı adamın kömürlüğe saklandığı, sonra da uyuyup kaldığı, ardından bütün okulun onu bulmak için seferber olduğu günü anlatıyordu. İhtiyar, bu anıyı anımsadı ve yarı utangaç yarı melankolik bir şekilde gülümsedi. Onu bulduklarında yüzü gözü öylesine is içindeydi, öyle zavallı bir hâli vardı ki öğretmenler bile bu görüntü karşısında gülmekten başka bir şey yapamamıştı. Masadaki diğer dostlar, yaşlı adamla birlikte bu sevimli anıya katıla katıla güldü.

Mahalle arkadaşlarından biri girdi bu sefer de söze, evlerinin arkasındaki boş arazide oynadıkları misket oyunlarından, çizgilere basmadan kaldırımda yürüme yarışmalarından, ip atlama turnuvalarından ve Susam Sokağı repliklerinden dem vurdu. Ardından koro hâlinde, “Seviyor musun beni Büdü!” parçasını söylemeye başladılar. Şarkının yarısında kahkahalara boğuldukları için gerisini getiremediler.

Ortaokul sıralarından kopup gelen sıra arkadaşı, öğretmenlerinden birine taktıkları lakaptan başlayıp müzik derslerinde flütleriyle çıkardıkları şamataya geçti. Lise yıllarındaki arkadaş grubu okulu kırıp sinemaya gittikleri, ama yer bulamayıp dımdızlak kaldıkları, üzerine de yağmur yiyip bir güzel ıslandıkları günü anlatırken masada bir kahkaha tufanı koptu. Üniversiteden dostları, kumsalda yaktıkları ateşin başında verdikleri gitar resitalini yad etti sıcacık tebessümler eşliğinde. Askerlik arkadaşları bitmez tükenmez askerlik anılarından, iş arkadaşları şirkette yaptıkları şamatalardan, emekliliğinde tanıştığı komşusu birlikte çıktıkları kısmetsiz balık avlarından dem vurdu. Herkes gülüyor, herkes neşeli bir anıdan bahsediyor, hepsi de adına mazi denilen derin ve melankolik denizin içine biraz daha gömülüyordu yüzlerindeki sıcacık tebessümler eşliğinde.

Yine o ses; Dıt!… Dıt!… Dıt!…

İhtiyar adam hafifçe irkilerek çevresine bakındı, fakat dost bildiği yüzlerden başka bir şey göremedi. Salona yavaşça, usul usul bir sessizlik çöküverdi. Müzik bile kesilmişti. “Sizi bir arada gördüğüme inanamıyorum,” dedi ihtiyar, etrafında bir çember oluşturan samimi yüzler denizine bakarken. “Hiç… hiç değişmemişsiniz.” Yüzlerdeki tebessüm genişledi, bazıları kafasını hafifçe yana eğip sevgiyle bakmaya başladı adama. “Aranızdan bazılarını görmeyeli yıllar olmuştu. Ne kadar da çok aramış, ne de çok ulaşmaya çalışmıştım hâlbuki sizlere! Beni… Beni unuttuğunuzu sanmıştım. Hayatımın son günlerini yalnız geçireceğimi… Ama buradasınız işte!” Güldü, gözlerinden mutluluk okunuyordu. “Size yalan söylemeyeceğim, çok güzel bir hayatım olmadı. Pek çok hata yaptım, pek çok yanlış karar aldım. Ama bana ‘İyi ki o günleri yaşamışım, iyi ki bu dünyaya gelmişim,’ dedirten tek bir şey var hayatımda. Sizler! Dostlarım, arkadaşlarım. En büyük hazinem…” Boğazında bir şeylerin düğümlendiğini hissetti o anda. Etrafındaki her insanın gözleri hafifçe dolmuştu, yüzlerdeki tebessümde hafif bir burukluk, bakışlarda anlayış ve sevgi vardı. “Çok teşekkürler,” dedi yaşlı adam. “Beni unutmadığınız, bana birbirinden kıymetli dostluklarınızı sunduğunuz, bu güzel anıları yaşattığınız ve en önemlisi de yalnız bırakmadığınız için teşekkürler.”

Tanıdık yüzlerden oluşan çember önce hafifçe soldu, içlerinden bakınca karşı tarafı rahatlıkla görebiliyordu yaşlı adam. Görüntü şöyle bir gidip geldi, sonra da bir anda herkes kayboldu. Geriye sadece az ötedeki gölgelerin arasında durmuş, köstekli saatine bakan gizemli adam ve masanın başında tek başına oturan ihtiyar kaldı. Ve o anda yaşlı adam karşısındakinin kim olduğunu anladı. Dıt!… Dıt!… Dıt!…

Esrarengiz adam köstekli saatini keskin bir çat! sesiyle kapatıp bir adım öne çıktı ve derinden gelen, yankılı bir sesle konuştu.

“Vakit geldi.”


Dıt, dıt, dıt, dıt…

       Dıtdıtdıtdıtdıtdıtdıt…

                      Dıııııııııııııııııııııııııt!….

                                     … … … … … … … …

                                                  … … … … … … … …

                                                                  … … … … … … … …



***

“Hastayı kaybettik doktor bey,” dedi hemşire, hüzünlü bir sesle.

Doktor sıkıntıyla iç geçirip hastane yatağında yatan yaşlı adamın nabzını ölçen makineyi kapattı; hemşire çarşafı yukarı çekerek ihtiyarın yüzünü kibarca örttü.

“Zavallıcık. Burada kaldığı süre boyunca bir ziyaretçisi bile olmadı. Çiçek bile almadı. Hiç yakını yok mu?” diye sordu hemşire, üzüntüyle.

“Maalesef yok. Yalnız yaşıyormuş, hiç evlenmemiş. Kardeşleri ondan önce göçmüş bu dünyadan. Ben de yakın akrabalarına ya da eski dostlarına ulaşmaya çalıştım ama nafile…”

“Zavallıcık,” dedi hemşire yine, sanki adamın durumunu özetleyebilecek daha uygun bir kelime bulamıyormuş gibi. “Yalnız ölmek… Bu çok acıklı. Kimse böyle ölmemeli, tek başına… Hayat bazen gerçekten de çok acımasız.”

“Aynen öyle,” dedi doktor, üzüntüyle alnını kırıştırarak. “Kim bilir? Belki de ölüm ona daha merhametli davranır.”


– SON –

Not: İlk Olarak Kayıp Rıhtım Aylık Öykü Seçkisi'nde yayınlanmıştır.

0 comments: