“Ben Andrew Ryan ve size bir soru sormak için buradayım: Bir insan kendi alın terinde hak sahibi olamaz mı? Hayır, der Washington’daki adam. O ter fakirlere aittir. Hayır, der Vatikan’daki adam. O ter Tanrı’ya aittir. Hayır, der Moskova’daki adam. O ter herkese aittir. Bu cevapları reddettim. Bunların yerine başka bir şeyi seçtim. Ben imkânsızı seçtim. Ben… Rapture’ı seçtim.”
Eğer 2007’de çıkan BioShock adlı video oyununu oynadıysanız yukarıdaki sözler size çok ama çok tanıdık gelecek ve şöyle bir ürpermenize neden olacak demektir. Hem çıktığı dönemde hem de sonraki yıllarda devam oyunlarıyla âdeta bir fenomen yaratmıştır BioShock. Üstelik bunda sadece oynanış mekaniklerinin değil, içerdiği distopik ve felsefi yapının, insan doğasını sorgulayışının, art-deco tarzı gösterişli mimarisinin de etkisi büyüktür. Ama en çok da Rapture adlı muazzam sualtı şehrinin ve onu inşa eden adamın, Andrew Ryan’ın öyküsü etkilemiştir bizleri.
Yolumuz Rapture’a düştüğünde karşımızda bir zamanlar görkemli bir yer olduğu her hâlinden belli olan, ama bir şekilde felakete sürüklenmiş ve yıkılmanın eşiğindeki bir sualtı şehriylekarşılaşırız. Her taraf cesetlerle doludur. Balo maskeleri takan çılgın Sentezciler (Splicer) her yerdedir ve gördükleri yerde üzerimize saldırmaktan geri kalmazlar. Oysa bu insanların bir zamanlar bu şehrin halkı olduğu çok açıktır. Dahası, gizemli Büyük Babacıklar ve Küçük Kız Kardeşler çarpık bir masaldan fırlamışçasına etrafta kol gezer. Bu da yetmiyormuş gibi plazmid denen bir madde kullanana âdeta insanüstü yetenekler bahşetmektedir.
Peki burada neler olmuştur? Nasıl olmuştur da yıkık dökük hâli bile böylesine gösterişli olan bu şehir bu hâle gelmiştir? Onu geçtik, böyle bir yerin okyanusun dibinde ne işi vardır? Nasıl inşa edilmiştir? Ve neden? Bu incelemeye konu alan kitap da tam olarak bu konuyu ele alıyor işte. Daha doğrusu kusursuz bir ütopyanın nasıl korkunç bir distopyaya, rüyalarının peşinden koşan bir adamınsa nasıl bir diktatöre dönüştüğünün öyküsü.
“Rica etsem” başlayabilir miyiz?
Kitabımız 1945 yılında, Rapture’un kuruluşundan üç yıl önce Andrew Ryan’ın New York’taki ofisinde başlıyor. Küçük bir çocukken babasıyla birlikte Rusya’dan ve Bolşeviklerden kaçarak Amerika’ya gelen Ryan genç yaşında çok yerinde ve akıllıca yatırımlar yaparak ülkenin sayılı zenginlerinden biri hâline gelmiştir. Âdeta kendi tırnaklarıyla, sıfırdan bir ticari imparatorluk kurmuştur. Gelin görün ki “özgürlükler ülkesi” olarak addedilen Amerika’nın da aslında diğer yerlerden pek bir farkı olmadığını fark etmeye başlamıştır.
Sendikalardan, İşçi Milislerinden, yardım derneklerinden ve her tür dinden nefret eden bir adam Ryan. Onları “parazitler,” kendisi gibi “büyük adamların” sırtından geçinmeye çalışan küçük insanlar olarak adlandırıyor. Herkesin yeteri kadar çalıştığı takdirde kendisi gibi zengin olabileceğini; idealist ve yaratıcı insanların dini kuralarla, etiklerle ve yasalarla kısıtlanmaması gerektiğini savunur.
Eğer ünlü Rus kadın yazar Ayn Rand’ın Atlas Vazgeçti adlı eserini okuduysanız Ryan’ın düşünceleri size fena hâlde tanıdık gelecektir. Çünkü kendisi tam da bu eserde savunulan görüş açısı temel alınarak yaratılmıştır. O romanda distopik bir Amerika’da yaşayan sanayiciler, bilim adamları ve sanatçılar devletin talepleri karşısında greve giderek dağlara kurdukları gizli sığınaklara çekilir.
İşte Andrew Ryan da Hiroşima’da yaşanan atom bombası felaketinin ardından kendisi gibi insanların sığınabileceği, devletin ve zayıfların kuralları tarafından kısıtlanmayacağı, kendilerine kimsenin ulaşamayacağı bir yere çekilmeye karar verir. Ona göre bunun tek bir yolu vardır: okyanusun dibinde bir şehir kurmak. Yani Rapture’u…
Tanıdık yüzler, farklı hikâyeler
Roman bu açılıştan sonra her biri farklı bir tarihi kesiti ve insanları gösteren bölümler hâlinde, parça parça ilerlemeye başlıyor. Şehrin kuruluşunu, başlangıçta yaşanan güçlükleri, adaptasyon sorunlarını, ardından yükselişini ve gelişmesini, hayal edilemez başarılara kucak açmasını ve en sonunda da her güzel şeyin başına gelen yegane felaket, yani insanoğlunun hırsları ve bencilliği tarafından yıkılışını izliyor, âdeta modern bir Atlantis masalına tanık oluyoruz.
Çoğunlukla oyunda sadece biri isimden ibaret olan fakat Rapture’un kurulmasında önemli bir payı bulunan mekanik Bill McDonagh’ın gözünden görüyoruz yaşananları. Ama Andrew Ryan, güvenlik şefi Sullivan, çatlak gösteri sanatçısı Sander Cohen, soğuk bilim insanı Dr. Brigid Tenenbaum ve çılgın estetik uzmanı Dr. Steinman ve bittabi başımızın belası Frank Fontaine gibi karakterler de sürekli kendilerine yer buluyorlar. Hatta ikinci oyunda karşımıza çıkan Dr. Lamb bile kendine yer buluyor sayfaların arasında.
Eğer ilk iki oyunu oynadıysanız bu isimlerin büyük bir çoğunluğu size son derece tanıdık gelecek, hafızanız köreldiyse bile isimlerini ucundan kıyısından hatırlayacaksınız demektir. Kendimden örnek vermem gerekirse, oyunların üzerinden bayağı bir vakit geçtiği için ilk başlarda çoğunu unuttuğumu fark ettim, hatta bir kısmını tanıyamadım. Ama işin güzel tarafı zaten hâlihazırda her birinin Rapture’a nasıl geldiğini, başlangıç hikâyesini okuduğumuz için bu öyle aman aman bir sorun teşkil etmiyor. Yazar John Shirley her bir karakteri oyunda gördüğümüz hâline başarıyla taşıyor ve istemeseniz bile size onun kim olduğunu gayet güzel bir şekilde hatırlatıyor zira.
John Shirley’den laf açılmışken hakkını hemen teslim etmeme müsaade edin. Bildiğiniz gibi oyunlardan uyarlanan kitapların çoğu beklenen hazzı veremez. Ya oyunun çok sevilen yanlarını yansıtmayı bir türlü beceremezler, ya asıl önemli noktaları bambaşka (ve çoğunlukla da kötü) bir biçimde yansıtırlar ya da yazarın kalibresi bu işe uygun değildir. Bioshock: Rapture Şehri ve John Shirley söz konusu olduğunda ne mutlu ki bu klişelerden hiçbiri geçerli değil.
Shirley cyberpunk, fantastik, bilimkurgu ve korku türlerinde 40’tan fazla eser vermiş, oldukça başarılı bir yazar. Kendisi William Gibson ile birlikte pek çok kısa hikâye üzerinde çalışmış, hatta yazarın en ünlü romanıNeuromancer’da yer alan “kukla” kavramına ilham kaynağı olmuştur. Bioshock: Rapture Şehri’ni yazarken konudan gram sapmadığı gibi kaynaklara muazzam bir titizlikle bağlı kalmış. Oyunda karşılaştığınız hemen hemen her olayın, her cesedin, her mekânın, hatta her ses kaydının bile kitapta bir yeri var. Muazzam bir detaycılık! Takdire şayan bir aslına sadakat.
Dolayısıyla bir Küçük Kız Kardeş, “Bay Baloncuk!” nidasıyla Büyük Babacık’ının yanında dolaşırken, küçük bir çocuk hayaletlerin sessiz olmadığından ve çok konuştuğundan yakındığında yetişkinler ona gülerken, ilginç bir madde üreten mavi bir deniz salyangozu keşfedilirken ve Dr. Suchong çok gizli bir deneğe “Rica etsem şartlandırmasını” uygulaması gerektiğinden bahsederken ister istemez sırıtıyorsunuz.
Yazar sadece oyundan aldığı notları ve ses kayıtlarını birleştirmekle kalmamış elbette. Daha önceden bahsettiğim Bill McDonagh’ı oldukça önemli, hatta sevilen ve oldukça insancıl bir karakter hâline dönüştürmüş. Andrew Ryan’ın kişiliğini ve şüphelerini başarıyla yansıtmış. Hatta Frank Fontaine gibi birinin nasıl olup da buraya kabul edildiğini ve neden böylesine kötü biri olduğunu bile basit ama etkili bir değişiklikle kaleme almaya başarmış.
Madalyonun kapkaranlık yüzü
Gel gelelim kitabı herkese değil de sadece oyunun hayranlarına tavsiye etmeme neden olacak en önemli etmen de yazarın bu aşırı detaycılığı ve sadakati olmuş. Bir kere kitabın akıcı bir bütün değil de sahneler arası atlayış yapan, kısa bölümler hâlinde yazılması olaylardan kopmanıza neden oluyor. Neredeyse her 4-5 sayfada bir tarih, mekân ve olayları yaşayan kişi açısından sürekli yer değiştiriyoruz. Her ne kadar anlatılan ana konu aynı olsa da bu kopukluklar kitabın sürükleyiciliğini önemli ölçüde azaltıyor. Üstüne bir de takip edemeyeceğiniz kadar çok isim olması işleri bizim için biraz güçleştiriyor.
İthaki, 2016, 424 Sf. Çeviri: Kerem Ergener Editör: Eren Karadağ, Ömer Ezer Alican Saygı Ortanca |
İkinci ve asıl hayal kırıklığı olan etmense çeviri ve editörlük. Kitap beni bu anlamda çok ciddi bir şekilde üzdü. Kitabın çevirisini üstlenen çevirmenin bu işte kaliteli ve okunaklı bir iş çıkarabilmek için sadece kelimelerin anlamlarını bilmenin yetmediğinden haberdar olmadığı çok açık maalesef. Kelime seçimleri yanlış, Türkçeleştirme kötü, okunaklı bir metin ortaya çıkarmak için gereken, çevirinin olmazsa olmazı küçük dokunuşlardan eser yok.
Muhtemelen he ve she sıfatları yerine durmadan karakterlerin isimlerini kullandığı için, “Ryan ayağa kalktı, Bill’e döndü ve ‘Bill,’ dedi Ryan, ‘bu konu hakkında ne düşündüğünü bilmek isterim.’” gibi cümleler gırla gidiyor.
Bir cesetle karşılaştığında öğürmesi gerekirken “geğiren” karakterler, yerlerinde yeller esen “dedi” ekleri, gülümsemesi gerekirken “parıldayan” insanlar (beamed), hayalarından bahseden birinin “toplarım” demesi (balls), kapıdan içeri yavaşça değil de “sürünerek” girenler (crawl) şu an aklıma gelen ve okurken kafamı duvarlara vurmama neden olan hatalardan sadece birkaçı.
Ne ironiktir ki Rapture çökerken çeviri de yükselişe geçiyor. 240’lı sayfalardan sonra birdenbire az önce saydığım hatalar asgariye iniyor ve kabul edilebilir, akıcı bir anlatım karşılıyor bizi. İşin güzel kısmı tam da işlerin karışmaya ve heyecan dozunun artmaya başladığı kısımlarda oluyor bu. Kötü tarafıysa o noktaya gelebilmek adına yaklaşık 250 sayfalık bir eziyete katlanmak zorundasınız.
Çevirmeni araştırdığımda ilk çevirmenlik deneyimi olduğunu keşfettim. Genç bir arkadaş. İşe böyle bir romanla başlayarak yazık etmiş kendine, keşke önce kendi çapında ufak alıştırmalar yapsaymış. Kitapta üç editör olmasına rağmen İthaki ekibi de ancak bu kadar toparlayabilmiş herhâlde.
Sonuç olarak muazzam bir detaycılık, aslına inanılmaz bir sadakat içeren ama kesintili anlatımı ve aşırı kalabalık karakterleri nedeniyle sadece oyunların hayranlarına tavsiye edebileceğim bir kitap Bioshock: Rapture Şehri. O da çeviri konusunda çok takıntılı değilseniz… Ha, aklıma gelmişken: “Bak Bay Baloncuk! Bir melek!”
Not: İlk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.
Not: İlk olarak Kayıp Rıhtım'da yayımlanmıştır.
0 comments:
Yorum Gönder