10 Kasım 2009 Salı

Hayati Dünya'dan bir misafir (Bölüm 4) -Son-

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.


Delikanlı, bir tarafında sakallı bir cüce diğer tarafında ise sivri kulaklı bir kenderle geniş caddede yürürken kendini oldukça tuhaf hissetti. Ama anlayamadığı bir sebepten dolayı varlıklarından mutluydu. “Yalnız olmaktan yeğdir.” diye mırıldandı kendi kendine…
Az sonra oldukça şatafatlı devasa bir çadırın önündeydiler. Çadırın etrafı, karnavalın diğer yerlerine oranla daha tenhaydı. Çadır bezinin rengini kestirmek güçtü. Sanki her adımda rengi değişiyormuş gibi gelmişti delikanlıya. Üzeri asa, süpürge, büyücülük kuleleri gibi motiflerle ustaca süslenmişti. Bu simgelerin hiçbiri çocukça görünmüyor, aksine bakanlarda derin bir saygı uyandırıyordu. Çadırın en tepesine beyaz, kırmızı ve siyah aylardan oluşan bir üçlü işlenmişti. Çadırın eteklerini ise alev desenleri ve bu alevlerde kaybolan bir yüzük motifi süslüyordu. Hemen girişte ise yeşil ve sevimli bir koruluk vardı. Koruluğun hemen dibine ufak bir tabela asılmıştı, üzerinde de şirin harflerle “Mohikan Korusu” yazılmıştı. Bu yazıyı gören Tas ve Flint, delikanlının anlayamadığı bir nedenden dolayı kıkırdamaya başladılar. Koruluğu birkaç adımda geçip çadırın girişine vardılar. Tas, kapıdan girmek için hızlı bir hamlede bulundu ama Flint tam zamanında kenderin koluna yapışarak onu durdurdu.
“Nereye gittiğini sanıyorsun sen lânet olasıca? Oraya öyle elini kolunu sallayarak giremezsin!”
“Nedenmiş o?” diye sordu Tas.
“Neden mi? NEDEN mi? Bir de neden diye soruyor. Neden olduğunu gayet de iyi biliyorsun! Çünkü karnaval boyunca âlimler orada toplanıp çok önemli meseleleri tartışırlar ve rahatsız edilmekten hiç mi hiç hoşlanmazlar da ondan!” dedi Flint. Sesini elinden geldiğince alçak tutmaya çalışsa da öfkesini kontrol etmekte zorlanıyordu.
“Âlimler mi? Amaaan, sende! Bizim Raistlin ne zamandan beri âlim sayılıyor ki?” diye kıkırdadı Tas. “Hem hep burayı merak etmişimdir. Eminim bizi gördüğüne memnun olacaktır.”
“Sesini alçalt lanet olasıca! Toplantılarını bozacaksın!” diye tısladı Flint öfkeyle. Aynı anda çadırın iç kesimlerinden gür kahkaha sesleri geldi.
“Toplantı mı? Bana daha çok parti veriyorlarmış gibi geldi.” dedi delikanlı bu ses üzerine.

Üçlü merakla ve (kender hariç tabii ki) ihtiyatla ilerledi ve bir açıklığa vardılar. Vardıkları yer bir çadırdan çok bir saray avlusu gibiydi. Yerler mermer kaplıydı ve yüksek sütunlar uçsuz bucaksız gibi görünen tavana doğru yükseliyordu. Tepelerinde, genişçe kristal bir pervazın ardında, hem gündüzü hem geceyi hem de dört mevsimi birden aynı anda yaşıyormuş gibi görünen harika bir gökyüzü görünüyordu.
“Büyü…” diye tısladı Flint. Yüzünde halinden hiç de memnun olamayan birinin ifadesi vardı.
Avlu oldukça zevkli mobilyalarla döşenmişti ve tam ortada yuvarlak, büyük bir masa vardı. Masanın etrafında ise kimi mavi, kimi kırmızı, kimi ise siyah renkli cüppeler giymiş yaşlısıyla genciyle bir sürü büyü kullanıcısı toplanmıştı. Aralarından bazıları pipo tüttürüyordu. Ve hepsi de kahkahalar atıyordu.
Tam ortalarında, masanın üzerinde, beyaz sakallı bir büyücü hararetle bir şeyler anlatıyordu.
“…ve sonra ona dönüp dedim ki; (sesini dramatikleştirerek) “Bu görev sana ait. Artık diyarların kaderi senin omuzlarında. Çünkü sen O’sun, yani seçilmiş kişi…”
Avlu yine gür kahkahalarla çınladı. Büyücüler öyle gülüyorlardı ki bazılarının gözlerinden yaşlar geliyordu.
“Peki ya sonra? Sakın bu numarayı yuttuğunu söyleme bana!” diye sordu içlerinden biri.
“Yuttu tabii ki! Seçilmiş kişi masalını herkes yutar!” dedi masanın üzerindeki büyücü kahkahalar atarak. Bunun üzerine avluda bir kahkaha daha koptu.
“Seçilmiş kişiymiş. Şuna daha çok oradan geçen bahtsız enayi demek daha doğru olur aslında!” dedi bir başkası. Yine kahkahalar…
“İlahi Merlin! Sen adamı ölmekten güldürürsün. Şey… yani gülmekten.” dedi sivri şapkalı, şaşkın görünüşlü başka bir büyücü.
“Fizban!” diyen ince bir ses tüm avluyu sessizliğe gömdü. Bir anda tüm büyücüler dönüp yeni gelenlere baktılar.


Avlunun havası bir anda değişmişti âdeta. Az önce şen şakrak gülen büyü kullanıcıları şimdi her zamanki çatık kaşlı hallerine geri dönmüşlerdi. Aniden griler içerisindeki, çalı kaşlı çalı sakallı, yaşlı bir büyücü ayağa kalkıp asasını yere vurarak “Bu ne cüret? Hangi akla hizmet âlimlerin toplantısını bölüyorsunuz?” diye bağırdı. O bağırırken sesi âdeta bir gök gürültüsüne dönüştü ve tüm avluyu kapladı. Gölgesi ise tüm ışığı kapatarak karşısındakilerin kalbine korku ve endişe düşürdü. Flint ve delikanlı anında oldukları yere büzüşüverdiler. Tasslehoff ise hiç etkilenmemiş görünerek “Vay be! Bunu nasıl yaptın?” diye sordu heyecanla.
“Gandalf! Bunu ben hallederim. Eğer müsaade edersen elbette…” diyen daha ince ve daha nazik bir ses duyuldu. Griler içerisindeki büyücü konuşan meslektaşına baktı ve “Emin misin Albus?” diye sordu usulca.
“Eminim. Sanırım konuklarımızın niye burada olduğunu biliyorum.” diyerek tatlı tatlı gülümsedi Albus Dumbledore.
Tasslehoff fırsattan istifade edip bir koşu Fizban’a sarıldı. “Fizban! Nerelerdeydin?”
“Fizban mı? Hani nerede?” dedi yaşlı kişi şaşkınca etrafına bakınarak.
Hemen Fizban’ın yanındaki gölgelerde, birisi hafifçe kıkırdadı. Ardından da kısa bir öksürük nöbetine tutuldu. Merakla o tarafa bakan Tas, başka hiçbir şeyle karıştıramayacağı kum saati biçimli gözlerle karşılaştı.
“Raistlin!” diyerek sarılmak maksatlı kollarını açtı ve narin büyücüye yöneldi. Fakat Raistlin’in aniden açılan gözleri ona bunu yapmaması gerektiğini hatırlattı ve hareketini yarıda kesti. “Her yerde seni arıyordum Raistlin. Bize yardım etmen gerek.” dedi.
Raistlin ise “Yardım mı? Neden sana yardım edecekmişim ki?” dedi alt dudağını küçümser bir şekilde bükerek.
“Neden mi? Neden olacak? Biz dostuz da ondan! Beni kıramayacağını biliyorum, haydi ama!” diyerek ileri bir adım attı.
“Bana dokunursan… Seni bir kurbağaya çeviririm.” diye tısladı Raistlin tehditkâr bir biçimde.
Tasslehoff bir an duraksadı. Sonra kocaman açılan gözlerle “Gerçekten mi?” diye sordu hevesle.

Raistlin bezgin bir homurtu koyuverdi. “Neden hazır kendisi buradayken Pala… Demek istediğim Fizban’dan yardım istemiyorsun ki Tas?” dedi, düş yakamdan dermişçesine bir ses tonuyla.
“Bak bu iyi bir fikir işte!” diye şakıdı Tas. Sonra boş bakışlarla kendisine bakan Fizban’a döndü. “Bize yardım edebilir misin Fizban?” diye sordu büyücüye.
“Yardım mı? Elbette oğul. Şapkamı bulur bulmaz…” dedi Fizban.
“Aman Fizban, şapkan her zamanki gibi başında!” diyerek kıkırdadı Tas.
Bunun üzerinde Fizban’ın yüzündeki şaşkın ifade yerini yavaş yavaş bilgiç bir bakışa bıraktı ve bir elini kenderin omzuna koyarak “Merak etme oğul. Sen üstüne düşeni yaptın. Bundan sonrası Albus’a kalmış.” dedi sakince. Tasslehoff arkasına döndüğünde Dumbledore’un delikanlı ve cücenin yanı başında olduğunu gördü.

Dumbledore, yarım ay biçimindeki gözlüğünün arkasından bakarak delikanlıyı iyice süzdü. O mavi bakışlarda garip bir şeyler hissetti delikanlı. Sanki aklındakileri okuyabiliyorlarmış gibi geldi bir anlığına. Dumbledore nazikçe gülümseyerek “Sanırım burada geçirdiğin kısa zaman senin için faydalı olmuştur.” dedi.
“Şey… Aslına bakarsanız evet.” dedi delikanlı utanarak. Biliyordu! Onlar hakkında neler düşündüğünü biliyordu! Ya diğerlerine de söylerse? Ama bu buraya gelmeden önceydi…
“Merak etme, her şey yoluna girecek.” dedi Dumbledore, delikanlının koluna girerek onu avlunun uzak bir ucuna doğru götürürken. Tas ve Flint de hemen peşlerindeydi.
“Kitap okumak sandığın gibi boş bir uğraş değildir. Başkalarını okudukları şeylere göre eleştirmek ise bomboş… Özellikle de neyi ne hakkında eleştirdiğini tam manasıyla bilmiyor ve hurafelere dayalı eleştiri yapıyorsan. Anlıyor musun?”
“E-Evet efendim.” diye kekeledi delikanlı.
“Geri döndüğünde daha da iyi anlayacaksın.” diye gülümsedi Dumbledore. Delikanlı ne demek istediğini tam anlayamamıştı ama nedense yakında öğrenecekmiş gibi bir his vardı içinde. “Şimdi…” dedi Dumbledore, ıvır zıvırlarla dolu bir fıçının başına geldiklerinde. “Senin ki hangisiydi? Ah, evet. Saç fırçası…” Asasının bir hareketiyle eski bir saç fırçası fıçıdaki diğer anahtarların arasından sıyrılıp delikanlının eline konuverdi.
“Arkadaşlarına veda etmek istersin sanırım?” diye sordu yaşlı büyücü kaşlarını havaya kaldırarak.
“Gidiyor musun yani? Ama daha sana anlatacağım hikâyeleri dinlemedin bile…” dedi Tas, hüzünlü bir sesle. Delikanlı bir dizinin üstüne çökerek “Üzgünüm Tas, şu an için buna vaktimiz yok maalesef. Ama söz. Efsaneleri özellikle senin için bir kez daha okuyacağım.” dedi.
“Ay gerçekten mi? Duydun mu Flint?” diyerek yaşlı cüceyi dirseğiyle dürttü kender. Flint ise içerisinde “kapı kulpu” ve “lanet kender” kelimeleri geçen bir homurtu koyuvermekle yetindi.
Delikanlı Flint’e sarıldı. Flint bundan pek memnun kalmamış görünse de kısacık bir süre kendisine sarılmasına izin vermiş sonra da homurdanarak kolları kendinden uzaklaştırmıştı. Tas ise delikanlıya daha uzun süre sarıldı.

En sonunda Dumbledore “Gitme zamanı.” dedi. “Cüzdanı geri vermen gerekmez mi Tas?” diye ekledi ardından.
“Hangi cüzdan? Ay, bu senin mi?” diyerek cüzdanı delikanlıya uzattı kender.
“Aferin Tas. Ama sanırım saati de geri vermen gerekecek.” dedi Dumbledore, tatlı tatlı gülümseyerek. Tas hafif utanarak saati de geri verdi. Bir taraftan da Flint’e “Bunu nasıl yapıyor anlamıyorum.” diye fısıldamakla meşguldü. Flint ise her zamanki gibi homurdanmakla yetindi. Bu kadar büyücünün arasında olmaktan hiç de memnun görünmüyordu.

Delikanlı bir iç çekip şöyle bir etrafına baktı. Büyü kullanıcıları etraflarında yarım bir daire oluşturmuş, onun gidişini izliyorlardı. Tas, gözyaşlarını tutamayarak “Kendine iyi bak!” diyerek çılgınca el sallamaya başladı. Flint’e çarpıp miğferini yere düşürdüğünün ve cücenin daha fazla homurdanmasına neden olduğunun farkında bile değildi. “Bizleri unutma. Umarım burayı sevmişsindir. Aman canım, ne saçmalıyorum ben? Tabi ki de sevdin. Hayali Dünya’yı bir kenderden çok daha ne sevdirebilir ki?” diye ekledi ardından.
Delikanlı kenderden ayrıldığına mı üzülsün yoksa büyücülerin ve cücenin bu yorum karşısında gözlerini devirmelerine mi gülsün bilemedi. Sadece el sallamakla yetindi.
Ardından saç fırçası parlak bir ışıkla parıldamaya başladı.

***

Delikanlı gözlerini açtığında her şeyin başladığı açıklıkta boylu boyunca yatmaktaydı. Gözlerini kırpıştırarak yerden kalktı. Bütün bunların bir rüya olup olmadığını düşünüyordu ki elinde sımsıkı tuttuğu saç fırçasını gördü ve iliklerine kadar ürperdi. Bir koşu tutturup kasabaya doğru yöneldi. Kitapçı kapanmadan dükkâna ulaşmayı umuyordu. Emin olması gerekiyordu. Soluk soluğa kendini dükkânın kapısından içeri attı. İlk baktığı şey Cüce Derinlikleri’nin görseli oldu. İşte Tas oradaydı. Flint de öyle… Şu yanlarındaki de Tanis olmalıydı. Geri geri birkaç adım atıp görsele şaşkın bakışlarla bakmaya devam etti. Sonra hızlı bir şekilde rafların arasına daldı. Fantastik reyonunu bulduğunda çılgın gibi kitapları karıştırmaya başladı. Sonra aradığı şeyi buldu. Ejderha Mızrağı Destanı…
“Destanlar…” diye fısıldadı kulağında Tasslehoff’un minik sesiyle.
“Gerçi senin taraftaki destanlarda anlatılmış çoğu. Ben hiç göremedim” diyordu ses. Titreyen ellerle kitabı raftan nazikçe aldı ve sayfalarını dikkatle çevirerek rastgele bir sayfayı okumaya başladı.
“Ayy Tanis! Görmeliydin! Çok eğlenceliydi!” cümlesini okuduğunda gülümsemeden edemedi.

Dükkândan çıktığında iki elinde de kitaplarla dolu poşetler vardı. Fantastik kitaplarla… Kardeşinin koleksiyonunda olmayan tüm kitapları satın almıştı. Kardeşinin istediği kitap da aralarındaydı. Eve gidip okumaya başlamak için sabırsızlanıyordu. Tabii ki kardeşinden özür diledikten ve barıştıktan sonra… “Sanırım kardeşimle yeni bir ortak noktamız var artık. Ve yeni bir kavga sebebimiz… Okuma sırası kavgası!” diyerek gülümsedi ve evinin yolunu tuttu.

- Son -



Dumbledore by Zaerteltier

0 comments: