Ne çektirdin be Vardiya! Ne süründürdün! Ama çevirmek değildi zor olan, hayır… seni beklemekti. İmanım gevredi! Dile kolay, ta geçen senenin son aylarında başladım üstünde çalışmaya. Hatta yılbaşı gecesi herkes eğlenirken ben kitabı “zamanında” teslim edebilmek için sabahlayarak çeviri yapmayı sürdürdüm.
Evet evet, 2015’in ocak ayında teslim ettim ben bu kitabı yayıncıma. Çünkü başlangıçtaki hedef Vardiya’yı Şubat 2015’te okurlarla buluşturmaktı. Peki ne oldu dersiniz? Tabii ki Yorgun Savaşçı faktörü devreye girdi ve aksilikler, imkânsızlıklar, ufak tefek zorluklar araya gire gire, süreç uzaya uzaya ta 7 Kasım’a kadar geldik. 10 ay bekledim, bekledik sonuç olarak basılmasını. Ama değdiğini sanıyorum. Gerçekten… Hiç değilse bile ortaya çok temiz, kaliteli ve okunaklı bir çeviri çıktı.
Vardiya’nın çevirisini ilk kitabın çevirmenlerinden biri olan M. Rasim Emirosmanoğlu’yla birlikte üstlendik. Kitabın yaklaşık ilk 200 sayfasının çevirisi ona, geri kalanı da bana ait. Ben onun çevirdiği kısma, o da benim çevirdiğim kısma editörlük yaptı. Yani önce ben ona, sonra da o da bana küfretti. Üstüne Setenay ve Ayşegül de birer son okuma gerçekleştirerek ayrı ayrı çınlattılar kulaklarımızı. Gayet çarpık bir ilişkimiz var anlayacağınız. Ama bu sayede oldukça temiz ve özenli bir çalışma çıkmış oldu ortaya. Kısacası, yazım hatası bulursanız dört körpe gencin (Tamam tamam, üç… Hemen yaşımı yüzüme vurun zaten, hıh!) toplu intiharına sebep olabilirsiniz.
Daha önceki Çevirmenin Çemberi yazılarımda olduğu gibi burada sizlere kitabın konusundan ziyade mutfak kısmını anlatacağım (Ki zaten daha önceden bir inceleme yazmıştım kendisi için). O nedenle bu yazının kitabı okuyup bitirmiş kişilere hitap ettiğini belirteyim ki daha sonradan beni yedi ceddimi sevgiyle andığınız, hunili güruhlar hâlinde kovalamayınız. Hazırsanız başlayalım.
Vardiya’yı çevirirken en çok keyif aldığım kısım hiç şüphesiz Lukas’ın kabul töreniydi. Neden, diye soracaksınız şimdi, bu kadar basit bir bölümün bu kadar eğlenceli ne yanı var ki? Anlatayım efendim. Hemen şimdi kalkıp Silo’yu alıyor ve ilgili bölümü buluyoruz. (Yalnız çok üzücü bir şey fark ettim şu an, kitabımın kabağı tam orta yerinden kıvrılmış kütüphaneye sıkıştırırken. Üzüntü ve muz kabuğu!)
Silo - Sayfa 419
“İsim.”
“Lukas Kyle,” dedi, kekelememeye çalışarak.
Bir duraksama oldu. Bir yerlerde, birisinin bunu kâğıda döktüğünü ya da dosyalara göz gezdirdiğini veya elindeki bu bilgiyle korkunç bir şeyler çevirdiğini hayal etti. Sunucunun arkasındaki sıcaklık boğucu olmaya başladı. Hattın diğer ucundaki sessizlikten bihaber olan Bernard kendisine gülümsüyordu.
“IT’de gölgelik yaptın.”
O ses malûmu ilân etmişti aslında, ama Lukas yine de başıyla onaylayıp cevap verdi.
“Evet efendim.”
Avucunun içiyle alnında biriken teri sildi, sonra da elini tulumunun kıçına sürerek temizledi.
Vardiya - Sayfa 456
“İsim.”
“Lukas Kyle,” diye geldi cevap.
Troy karşısındaki kişinin kulaklıklarından gelen verilere bir göz attı. Neredeyse dibe vurmuş bir silonun liderliğine aday olan bu şahıs için üzüldü. Hiç umut yok gibi görünüyordu ve Troy oturmuş, baştan savma bir iş yapıyordu. “IT’de gölgelik yaptın,” dedi.
Bir duraksama yaşandı. “Evet efendim.”
Delikanlının vücut ısısı yükseldi; Troy bunu dalga boylarına bakarak görebiliyordu.
Silo - Sayfa 420
“Silo’ya karşı öncelikli vazifen nedir?”
Bernard onu bu muhtemel sorulara karşı hazırlamıştı.
“Düzen’i sağlamak.”
Sessizlik. Haklı ya da haksız olduğunu belirten ne bir yanıt vardı, ne de bir ipucu.
“Her şeyden önce neyi koruyacaksın?”
Ses tekdüzeydi ama etkileyici bir ciddiyet taşıyordu. Ürkütücüydü ama her nasılsa sakindi. Lukas dilinin damağının kuruduğunu hissetti.
“Yaşam’ı ve Miras’ı,” diye söyledi ezberden.
Vardiya - Sayfa 457
“Silo’ya karşı öncelikli vazifen nedir?” diye okudu, bir sonraki satıra geçerek.
“Düzen’i sağlamak.”
Veriler birdenbire yükselince Eren bir elini havaya kaldırdı, durulduklarında da devam etmesini işaret etti.
“Her şeyden önce neyi koruyacaksın?” Troy yazılımın sağladığı yardıma rağmen sesini tekdüze tutmaya çalışıyordu. (…)
“Yaşam’ı ve Miras’ı,” dedi gölge, ezberden.
Silo - Sayfa 420
“Kıyafet Laboratuvarı’nda ne kadar zaman geçirdin?”
Ses tonu değişmişti, bir nebze rahatlamış gibiydi. Lukas törenin bitmiş olma ihtimalini sorguladı. Bu kadarcık mıydı? Sınavı geçmiş miydi? Tuttuğu nefesini koyuverdi, mikrofonun bu sesi almadığını umdu ve gerginliği üzerinden atmaya çalıştı.
“Çok değil efendim. Bernar– Eee, patronum da laboratuvardaki mesai günlerimi bir an önce belirlemeyi çok istiyor ama bildiğiniz üzere durum şu an–”
Vardiya - Sayfa 457
Haberleşme uzmanı her şeyin yolunda olduğunu işaret etti. Resmi okumalar tamamlanmıştı. Şimdi sıra kartları bir kenara bırakıp temele inmekteydi. Troy ne diyeceğinden emin değildi. Konuşmayı devralacağını umarak Eren’e kafa salladı. Eren buna karşı çıkmak istercesine mikrofonunu kapattı, fakat sonra omuzlarını silkti.
“Kıyafet Laboratuvarı’nda ne kadar zaman geçirdin?” diye sordu gölgeye, monitöründeki verileri inceleyerek.
“Çok değil efendim. Bernar– Eee, patronum da laboratuvardaki mesai günlerimi bir an önce belirlemeyi çok istiyor ama bildiğiniz üzere durum şu an–”
Aralarındaki paralelliği görebiliyor musunuz? Hugh Howey Silo’yu tam bir yıl önce yazmış olmasına rağmen Vardiya’da Lukas’ın kabul törenine geri döndüğümüzde avucunun terlemesinden tutun da karşıdaki sesteki değişime kadar her şeyi ama her şeyi birebir olarak yazdığı gibi bir de bunlara açıklama getirmiş. İnsan tüm bunları ta o zamandan planlayıp planlamadığını, Lukas’ın bir değil de iki denetçiyle konuştuğunu en başından itibaren mi kurguladığını merak etmeden duramıyor doğrusu. Siz ne dersiniz? Şahsen şapka çıkardım ben kendisine.
Vardiya’yı çevirirken beni feci derecede zorlayan, düşünürken takla attırıp amuda kaldıran (Ben böyle yapıyorum düşünürken, ne var?) iki yer vardı. Birincisi Anna’nın Troy’a bıraktığı not. Orijinali şöyle:
Wake me when you get this.
– Anna (Locket 20391102)
Burada iki püf noktası var. Birincisi Troy bunu okuduğunda rakamın bir tarih olabileceğini düşünüyor. Sizin de bildiğiniz gibi yabancılar tarihi tersten de yazarlar. O nedenle bize uygun olması, bizim bakış açımızdan tarihe benzemesi için rakamların sırasını 02112039 olarak değiştirdim. Ama bu işin kolay kısmı. Asıl zorluk “Locket” (Kolye) kelimesinde. Troy bu tarihin bir tür kolyede yazdığını düşünüyor ve bunu arıyor kitabın ileriki bölümlerinde. Ancak daha sonra Anna’nın aslında “Locket” değil “Locker” (Dolap) yazmak istediği, R yerine yanlışlıkla T’ye bastığı söyleniyor, hatta bu harflerin klavyedeki yerlerine dikkat çekiliyor. Gel de çık işin içinden! Çıkamadım… Attığım onca taklaların, koltukların üstünde zıplamaların, hüngür hüngür ağla… ehem… kalan bir tutam saçımı da yolmamın hiçbir faydası olması maalesef. Çünkü sadece bir harf farkıyla hem dolap hem de bir takı eşyası anlamına gelebilecek bir kelime bulamadım. Yok efenim, yok. Olduramadım. Hugh Howey’i de öldüremediğim için çareyi bambaşka bir kelime oyunu yapmakta ve o kısmı birazcık değiştirmekte buldum. Böylece Locket’ın bir diğer anlamı olan Ambar’dan yola çıkıp, Locket’ın da Amber bir kolye ya da yüzük olabileceğini göz yaşlarıyla ve bol miktarda tüketilen kâğıt mendillerle ima ederek şu satırı yazdım:
Bunu okuduğunda beni uyandır.
– Anna (Amber 02112039)
Bu çevirimden hiç ama hiç memnun kalmadığımı belirteyim. O yüzden galeyana gelip beni asmaya falan karar verirseniz ip benden.
Aynı derecede zorlayan bir başka bölümse Jimmy’nin Miras kitaplarına baktığı bölümdü hiç kuşkusuz. Siloda tek başına kalan Jimmy eski zamanlardan kalma kitapları karıştırırken o ruh hâli içinde “Loneliness” (Yalnızlık) kelimesinin tanımına bakmak için Li–Lo aralığını kapsayan cilde uzanıyor. Ama onun yerine karşısına “Locomotive” (Lokomotif) çıkıyor.
Bu kelimeleri biliyordu. İlk kısmı “deli” anlamına geliyordu. İkinci kısmıysa bir kişinin bir şeyi yapma sebebiydi.
Yani “Loco” ve “Motive” (Motivasyon) kelimelerini ayırarak çocukların bakış açısından ilginç bir espri yapıyor burada Howey (Kelimenin aslı Latince locomotivus’tan geliyormuş). Bunu nasıl çevirebiliriz ki, diye düşünmeye başladığınızı görebiliyorum. Bitmedi… Jimmy lokomotifle ilgili daha fazla şey öğrenebilmek için sayfayı kitabın başına doğru çeviriyor ve bir “Locust” (Çekirge) resmiyle karşılaşarak korkuyor. Onu gerçek zannediyor ve korkutucu buluyor.
Şimdi… Yalnızlık, Lokomotif ve Çekirge. Üçünün de aynı harfle başlaması gerekiyor ki aynı ciltte bulunabilsinler. Kitapta lokomotifin detaylı bir tanımı var, o nedenle kendisini başka bir şeyle değiştirme şansımız yok. Ayrıca Çekirge’nin alfabetik sıralamaya göre Lokomotif’ten bir harf önce gelmesi gerekiyor. Ve korkutucu sayılabilecek bir görüntüsü de olmalı. Peki ne olabilir? Bunların yerlerine ne yazılabilir? Taklalar başlasın!
Neyse ki bu seferki çevirim çok daha aslına sadık ve de tatmin edici oldu. En azından benim açımdan: Yalnızlık, Yük Treni ve Yusufçuk. Alfabetik sıraya uygun, biri hariç asıllarıyla aynılar veeee Yusufçuk da görünüş itibariyle pek şirin bir hayvan sayılmaz. Efendim? “Loco” ve “Motive” kısmı mı? Orası da (mecburen) şöyle oldu:
İlk kelimeyi biliyordu, taşıyıcıların sırtlandığı şeydi bu; ama ikincinin ne anlama geldiğine dair hiçbir fikri yoktu.
Eh… Yalnızlık, Yük Treni ve Yusufçuk benzeşmesi için feda edilebilir bir değişiklik olduğunu düşünüyorum. Sonuçta yumurta kırmadan omlet yapamazsınız, ama çevirmen kafası kırmadan kitap okuyabilirsiniz, değil mi? Değil mi…?
Yukarıda saydıklarım dışında kitapta merak edebileceğiniz iki minik kelime oyunu daha var. Biri Silo 18’deki taşıyıcıların kullandığı mndl. Silo’yu kısaltarak sadece ‘Lo demeleri gibi Handkerchief’i de kısaltarak ‘chief diyorlar. Bizim dilimize de mndl olarak geçti bu tanım. Çünkü ‘dil ya da ‘şef olsa ortaya bambaşka bir anlam ve bol miktarda kafa karışıklığı çıkacaktı. Mission dilini/şefini boynuna bağladı… Ne?
Bir diğeriyse hayatında ilk defa mikrofon gören Jimmy’nin babasını yanlış anlaması üzerine kurulu. Amerikalılar microphone (maykrofon diye okunur) kelimesini kısaltarak “mayk” derler. Jimmy de henüz küçük bir çocuk olduğundan babasının cihaza bir erkek ismi olan Mike ile hitap ettiğini zannediyor ve kitap boyunca da bu şekilde devam ediyor bu. Eh, hâliyle çevirisi imkânsız bir şey. Dipnotla geçiştirildiği takdirde de tüm esprisini yitirecek türden bir kelime oyunu. Maykrofona Mayk demek anlaşılır elbette ama kitabı Türkçe çevirisinden okuyan herkesin İngilizce bilmediğini varsaymak zorundayız. “Mikrofona neden Mike dedi ki bu şimdi?” şekliden soru işaretlerine sebebiyet vermemek için Mike yerine Mikrop On şeklinde bir çeviriye gittim. Vurmayın!
Fiuv! Bayağı uzun bir yazı oldu. Üstünden 1 sene geçmesine rağmen (Selam Rasim!) hiç de fena bir içerik çıkmadı doğrusu. Umarım okurken sizler de keyif alırsınız. Bir sonraki çevirememe maceramda görüşmek üzere…
Not: İlk olarak Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır.
Not: İlk olarak Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır.
0 comments:
Yorum Gönder