10 Mayıs 2020 Pazar

Londra Nehirleri | Kitap İnceleme

"Londra Nehirleri tam olarak Harry Potter büyüyüp polis teşkilatına katılsa işlerin nasıl olacağını anlatıyor. Eğlenceli ve fazlasıyla muzip."
-Diana Gabaldon
Epsilon Yayınları, 2019
Çevirmen: Aslı Dağlı
Düzelti: Su Akaydın
Kitabın arkasında bu alıntıyı görünce kendi kendime gülmüş ve şöyle demiştim: İşte hayatında hiç Dresden Dosyaları okumamış bir yazarın yorumu... Ama kitabı bitirdikten sonra Diana Gabaldon'un ne kadar haklı olduğunu görebiliyorum. 

Londra Nehirleri uzun zamandır ilgimi çeken bir kitaptı. Bunun bir sebebi Dresden Dosyaları’yla benzerlikler içermesiydi. Diğer sebebiyse çevirmeni Aslı Dağlı’nın heyecanlı yorumları. 

Kitap alışılmışın aksine İngiltere’de, modern Londra’nın göbeğinde geçiyor. Başkarakterimiz Peter Grant yeni yetme bir polis memurudur ve tüm çaylaklar gibi bütün istenmeyen işler ona yıkılmaktadır. Bir gece Aktörler Kilise'sinde başsız bir ceset bulunur ve suç mahallinde sabaha kadar nöbet tutup oraya kimseyi yaklaştırmama görevi Peter ve teşkilattaki en iyi arkadaşı (aynı zamanda da hoşlandığı kız olan) Lesley’ye düşer. 

Gel gelelim Peter çok geçmeden hiç beklenmedik bir şeyle karşılaşır, gerçek bir hayaletle… Dahası, onunla konuşabildiğini de fark eder. Akabinde kendisini Thomas Nightingale adlı bir üstünün emrinde bulur. Çok geçmeden Nightingale’in teşkilattaki tek büyücü polis olduğu ortaya çıkar. Peter’ın büyüye yatkınlığını fark eden adam onu kendine çırak olarak almaya karar verir. Çok ama çok uzun yıllardan beri ilk kez olmaktadır bu. 

Peter eğlenceli bir karakter. Hem zeki, hem komik hem de akıllı biri. Olup olmadık yerlerde yaptığı zıpır yorumlar insanı gülümsetiyor. Kitap birinci şahıs açısından yazıldığından düşüncelerini, esprilerini vs sık sık duyabiliyoruz. Bu da Dresden Dosyaları ile olan benzerliğini bir parça arttırıyor.

Yazar Ben Aaronovitch ilk başta bize onu Londralı, sıradan bir polis memuru olarak tanıtıyor. Ama sonra, 50’li sayfalara geldiğimizde kendisinin aslında siyahi bir melez olduğunu öğreniyoruz. Yazarın önyargıları kırmak adına yaptığı bu hareketi zekice buldum doğrusu. Babası eski bir caz sanatçısı, o nedenle bu müzik türü hakkında epey yorum var kitapta. 

Peter aynı zamanda tam bir bilim insanı. Bu da büyüye bilimsel açıdan yaklaşmasını ve her şeye mantıklı bir açıklama getirmeye çalışmasını sağlıyor. Onu Harry Dresden’den ayıran bir diğer şeyse polis teşkilatının bir parçası olması. Harry’nin aksine, polisliğin getirdiği tüm avantajlardan ve modern soruşturma tekniklerinden faydalanabiliyor. Destek birimi çağırıyor, rozetini göstererek bir yerlere girebiliyor, bilgisayar kullanarak veri bankalarına ve sokak kameralarına ulaşıyor. Diğer polis memurları çoğunlukla onunla beraber çalışıyor. 

Londra da büyülü bir şehir olarak oldukça güzel tasarlanmış. Hele yazar nehirleri öyle başarılı bir şekilde kullanmış ki sırıtmadan edemedim. Londra’nın meşhur Thames Nehri’ni bilirsiniz. Bunun bir de kolları vardır; Aşağı Thames, Yukarı Thames, Tyburn, Beverley, Oxley… Yazar bunların her birinden bir karakter yaratmış ve onları nehrin tanrı ve tanrıçaları olarak betimlemiş. Kitabın adı da buradan geliyor zaten. Onlara ek olarak vampirler, periler ve troller gibi başka doğaüstü canlılar da kol geziyor şehirde. Kitap hem nehir halkının arasındaki bir sürtüşmeyi hem de yazının başında belirttiğim başsız ceset soruşturmasını konu alıyor. Hikâye içinde hikâye anlatmış yani yazarımız. 

Kitabın sevmediğim yanı betimlemelerin çokluğu oldu. Yazar Ben Aaronovitch Londra’yı neredeyse cadde cadde, sokak sokak anlatmış. İlk başta keyifli olan bu durum ortalara doğru bezdirici, sonlara doğruysa (benim için) can sıkıcı bir hâl aldı. Falanca sokağın filanca köşesinde hangi barın, hangi restoranın veya alışveriş merkezinin olduğunu bilmesem de olurdu. Özellikle de hikâyeye hiçbir katkısı yoksa. 372 sayfalık kitabın 350. sayfasında hâlâ falanca mahallenin filanca özelliklerini okumak pek de eğlenceli olmuyor. 

Sevmediğim diğer şeyse Peter’ın her şeyi çok çabuk kabullenmesi… Sokakta bir hayalet görüyorsunuz, büyü diye bir şeyin gerçekten de varolduğunu öğreniyorsunuz, tuhaf canlılarla karşılaşıyorsunuz… İnsan bir şaşırır, afallar, değil mi? Peter ise sadece tamam deyip içinden birkaç yorumda bulunuyor ve soruşturmasına sanki hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam ediyor. Bu da işin inandırıcılığını bir parça azaltıyor. Ayrıca başına arka arkaya çok fazla olumsuzluk geliyor. Tam bir işe kalkışacakken olmadık bir aksilik yaşanıyor ama hop! Peter uzun içsel diyaloglar eşliğinde buna hemen zekice bir çözüm buluyor. Ama hop! O fikrini gerçekleştiremeden önce yine bir terslik yaşanıyor. Onu halletti derken bir tane daha, bir tane daha… Tamam, Harry Dresden’in de başı beladan hiç kurtulmaz ama Peter’ın her bölümde sürekli paçayı son anda kurtarması sonlara doğru yordu beni. Öte yandan Dresden Dosyaları’nın ilk kitabını da çok sevmemiştim. Ama seri ikinci cildiyle şaha kalkmıştı. Bu serinin puanları da o yönde gidiyor. 

Bu ikisi haricinde genel itibariyle sevdiğim bir kitap oldu Londra Nehirleri. Favori karakterim, kesinlikle büyücü ustası Nightingale. Kendisi hakkında daha çok şey öğrenmeyi sabırsızlıkla bekliyorum. 

Çeviri ve editörlük kısmına gelirsek, Aslı Dağlı tam bir uzun cümleler kraliçesi. Yazarın o uzun mu uzun betimlemelerini bölmeden, anlamını bozmadan aktarabilmek gerçekten de büyük maharet. Aynı şekilde, yazar hem Londra’nın bugünü ve geçmişi hem modern kültür hem de televizyon dizilerinden caz müziğe kadar pek çok dalda at koşturduğu için tüm bunları çevirmen notlarıyla desteklemiş. Böylece okurken konudan kopmamamızı sağlamış. 

Mesela, “Scientia potestas est,” diye Latince bir cümle geçiyor kitapta. Peter bunun ne anlama geldiğini merak ediyor ve doğaçlama yapmaya başlıyor. 

Sigortacıları protesto et, diye akıl yürüttüm. Sicilyalılar Protestan’dır? Sicilyalılar her boku protesto eder? Sicilya patatesleri bir harikadır? Yanlışlıkla protesto meraklısı, patates sever Sicilyalıların arasına mı düşmüştüm?

Mesleki merakıma dayanamayıp bunun orijinaline baktım. Kitapta aslında ne yazıyordu? Aslı nasıl çevirmişti? Neler dönmüştü orada? Paragrafın orijinalini gördüğümdeyse Aslı’ya şapka çıkarttım. 

Science points east, I wondered? Science is portentous, yes? Science protests too much. Scientific potatoes rule. Had I stumbled on the lair of dangerous plant geneticists?

Bu cümleler “scientia potestas est” cümlesindeki ses uyumunu bozmadan ancak bu kadar güzel çevrilebilir herhâlde. Genel olarak bir-iki ufak yazım hatası haricinde bir sorun göremedim. O kadarı da normal artık. Bu arada, Epsilon Yayınevi’ne kitabın ismini “Londra Nehirleri” olarak bıraktıkları (Amerika baskısının “Midnight Riot” gibi alakasız bir adı var) ve orijinal kapak kullandıkları için teşekkür ederim. 

Son olarak kitabın yetişkin temalı olduğunu, Peter’ın birçok kez beyni donuna düşmüş gibi düşündüğünü belirteyim. Öyle çok aşırı bir cinsellik yok ama. İkinci kitabı temkinli bir merakla bekliyorum.

2 comments:

Unknown dedi ki...

Çok sıkıcı bir kitap, sanırım yabancı isimler kim ne karıştırmamak sebep oluyor birde şu nasıl telaffuz edeceğinizi bilmediğiniz yer isimleri, latince ler... Hele olayların bağlantılarını çözmek için ayrıca oturup çalışmak gerekir. Yorucu ve sıkıcıydı, sırf güzellik olsun diye zar zor bitirdim.
Harbi bişey anlamadım.

mit dedi ki...

Anlamak için biraz uğraşmak gerekiyor, evet. Boş kafayla, çıtır çerez niyetine okunacak bir kitap değil. Yazar çoğu şeyi çok detaylı bir şekilde anlatmış çünkü. Dresden Dosyaları'nı daha çok seversiniz belki. Gerçi iki seri de yarım kaldı bizim ülkemizde.