İki otostop ve birkaç kilometrelik yürüyüşün ardından hedefine varan Kenn şimdi de bu fotoğraf makineli kalabalıkla uğraşmak zorundaydı. “Turistler! Yağmur yağıyor farkında mısınız?” diye homurdandı meydandaki kalabalığı ilk gördüğünde.
Pardösüsüne iyice sarınmıştı, uzun ve ıslak saçlarından şakır şakır su damlıyordu. İstemeye istemeye de olsa kalabalığın arasına karıştı ve güvenlik görevlilerinin dikkatini çekmemeye çalışarak devasa taşların arasında dolaşmaya başladı. Mühürlere dair bir iz, ne yapacağına dair bir işaret arıyordu fakat bir saate yakın bir araştırmanın sonunda ümitlerini yitirdi. Yorulmuştu, ıslaktı ve tek bir şey bile bulamamıştı. En azından artık yağmur yağmıyordu. Etraftaki satıcılardan yiyecek bir şeyler alıp uzaktaki ağaçlardan birinin dibine çöktü. Havanın kararmasını beklemekten başka çaresi yoktu.
Birkaç saat sonra hava iyice karardığında ve turistler ayakaltından çekildiğinde Wulf harekete geçti. Önce güvenlik görevlilerinden birini sonra ötekini sessizce saf dışı bıraktı. Ardından taş sütunların arasına dalıp yeniden etrafı araştırmaya başladı. Bu kez mühürler de ellerindeydi. Aniden kuvvetli bir hapşırık atıverdi. “Büyük kahraman grip mikrobuna yenik düştü. Aman ne güzel!” diye söylendi, burnunu çekerken. “İki mührü bulacak, çemberi tamamlayacak.” diye mırıldandı kendi kendine. “İyi de hangi çember? Burada çemberden bol ne var! Hapşuuu!”
Yarım saat kadar daha o taş senin bu taş benim dolaşırken ve sık sık hapşırıp burnunu çekerken birdenbire ayağı yerdeki bir şeye takıldı ve tökezleyerek yere kapaklandı. “Lanet olasıca kökler!” diye bağırdı takıldığı şeye bakarken. “Kökler?” dedi sonra da takıldığı şeye bakarken. “Bu bir kök değil, hareket ediyor! Bu… Bu…”
Bu bir eldi. Çürümüş, etleri yer yer dökülmüş pis bir el… Ve toprağın altından çıkıyordu. El önce sağa sola sallanmaya başladı. Ardından bir el daha çıktı dışarı, sonra kollar sonra da bir vücut. Bir gözü düşmüş, üzerinde ilk çağlardan kalma bir kıyafet, kafasında da eski bir kep olan çürümüş bir beden.
“Zombiler… Harika!” dedi Kenn, bezginlikle burnunu çekerken. “Hoş geldin Mephisto!” diye bağırdı ardından etrafındaki karanlıklara bakarken.
Bir anda zeminin her yerinden zombiler fışkırmaya başlamıştı. Çabucak silahlarını baş hizasına kaldırarak fısıldadı; “Cadavera animata…” Ve üzerine homurdanarak gelen ilk zombiye ateş açtı. Mermilerin isabet ettiği yaratık anında patlayarak parçalarına ayrıldı. Ardından bir diğeri ve diğeri… Fakat sayıları çok fazlaydı. “Anlaşılan buranın bir mezarlık olduğu doğruymuş.” dedi her yönden homurdanarak ve ağır aksak adımlarla yaklaşan kalabalık güruha bakarken.
Derken korku dolu, keskin bir haykırış yükseldi gecenin içinde. “Korumalar! Onları tamamen unuttum, lanet olsun!” Hızla çığlığın geldiği yöne doğru koşmaya başladı ama kulağına gelen seslere bakılırsa onlardan biri için artık çok geçti. Parçalanan etin sesi gökyüzünde yankılanıyordu. Gözlerini öfke bürüyen Kenn hışımla zombilerin arasına daldı ve onları kurşun yağmuruna tuttu. Ardından hızla diğer korumayı bıraktığı köşeye ilerledi. Koşarken ateş etmeyi de ihmal etmiyordu. Neyse ki öteki koruma hâlâ canlıydı ve her şeyden habersiz bir şekilde baygın yatıyordu.
Kenn hemen adamın yanında konuşlandı ve üzerlerine akın akın gelen zombileri avlamaya başladı. Derken arkasında bir hareket sezdi, güvenlik görevlisi kendisine gelmiş olmalıydı. “Tam zamanında! Eğer aklına mukayyet olur ve dediklerimi aynen yaparsan buradan canlı çıkmak için bir şansın olur ahbap!” diye bağırdı Kenn, silahlarının gürültüsü üzerinden. Fakat korumadan hiçbir cevap alamadı. “Beni duydun mu?”
“Seni gayet iyi duyuyorum Wulf!” diye geldi cevap hemen ardından. Derinden gelen, hırıltılı ve yankılı bir sesti bu. Sanki bir mezardan gelirmiş gibi soğuk… Sadece tek bir kişiye ait olabilecek bir ses…
“Mephisto!” diye haykırdı Kenn arkasına dönerken.
Büyücü tüm haşmeti ile karşısındaydı.
İki metre boyundaydı ve tamamen siyahlar içine bürünmüştü. Ayakları yere değmiyor, adeta havada süzülüyordu. Siyah cüppesinin saçaklı etekleri yılan misali sürekli kıvrılıp duruyordu, elinde ise ucuna keçi kafatası takılmış uzun bir asa taşıyordu. Cüppesinin başlığı yüzünün büyük bir kısmını örtse de soluk renkli, kemikli çenesinin bir kısmı ve koyu kırmızı gözlerinin uğursuz parıltısı açıkça görülebiliyordu.
Kenn sol elindeki silaha “Magia!” diye fısıldayıp çabucak büyücünün üzerine ateş açtı. Fakat mermiler daha ona yaklaşamadan havada eriyip yok oldu. Mephisto bir kahkaha atarak asasını şöyle bir savurdu ve Kenn bir anda kendini geriye doğru uçarken buldu sonra da sırtını geniş taşlardan birine sertçe çarparak yere yapıştı. Etraftaki zombiler hemen tepesine çullanmaya kalkıştı. Kenn olabildiğince çabuk bir şekilde toparlanarak sağ elindeki hâlâ zombilere ayarlı olan tabancasıyla rakiplerine ölüm kusmaya başladı. Bir yandan da Mephisto’ya birkaç mermi göndermeyi de ihmal etmedi. Ama mermilerin büyücüye yaklaşma şansı hiç yoktu.
Mephisto birkaç büyülü söz daha fısıldadı ve Kenn olduğu yerde donakaldı. “Kahretsin!” diye bağırdı panikle. Zombiler her yandan yaklaşıyor, o ise ağzı ve gözleri dışında tek bir kasını bile hareket ettiremiyordu. Zombiler homurdanarak bir adım daha yaklaştılar, sonra bir adım daha… Sonra birdenbire durdular. “İstersem seni onlara anında yem edebilirim Wulf.” dedi Mephisto, derinden gelen hırıltılı sesi ile. “Ama bu çok kolay olur. Hayır… Beni bunca yıl peşinden koşturduktan sonra bu kadar kolay ölmene izin veremem. Zaferime şahitlik etmeden olmaz.”
“Seni alkışlayarak tebrik etmek isterdim ama görüyorsun ki durumum buna pek müsait değil.” dedi Kenn alayla.
“Hâlâ benimle dalga geçebilecek kadar küstahsın bakıyorum.” Büyücü süzülerek yaklaştı ve tam Kenn’in önünde durdu. “Yerinde olsam pek yaklaşmazdım, grip olmuşum da… Ya da vazgeçtim, yaklaş. Belki zatürreden ölüp her ikimize de bir kıyak geçersin.” dedi Kenn tıkalı bir burunla.
“Şu haline bak! Zavallısın!” dedi Mephisto, keyifli kahkahalar atarak. “Sümüklü bir solucan!”
“Teşekkür ederim, eminim tanıştığın her erkeğe aynı şeyleri söylüyorsundur.”
“Kapa çeneni!” diye emretti büyücü ve Kenn’in çenesi hızla kapanarak kilitlendi. “Küstahlığının bedelini ödeyeceksin! Yıllardır beni peşinde koşturup durdun! Peki, ne uğruna? Kaçınılmaz olanı önlemek için! Zafer benim Wulf ve bunu kabul etmekten başka seçeneğin de yok. Şimdi önümde diz çök.” dedi asasını hafifçe öne eğerek.
Kenn asa ile eş zamanlı olarak zorla eğilmeye başladı ve yavaşça rakibinin önünde diz çöktü.
“Güzel, şimdi de mühürleri görelim.”
Kendi isteği dışında çantasını omzundan indirdi ve büyülü kumaşlara sarılı mühürleri açığa çıkardı. Çok garip bir histi bu. Vücudunu görüyor ama onun hareketlerine hükmedemiyordu. Rüyada gibiydi sanki.
“Rüya değil, kâbus Wulf, kâbus.” dedi zihnini okuyan Mephisto. “Üstelik daha yeni başlıyor. Evet, düşüncelerini gayet net duyuyorum.”
Bunun üzerine Kenn içinden kıs kıs gülerek Mephisto hakkında pek de nazik olmayan şeyler düşünmeye başladı. Büyücü bundan hiç de memnun kalmadı. Asasını hızla savurmasıyla Kenn’in ayakları bir kez daha yerden kesildi ve sertçe bir başka taşa çarparak yere kapaklandı.
“Yerinde olsam şansımı fazla zorlamazdım solucan. Böylece birkaç dakika daha fazla yaşayabilirsin belki.” diye tısladı Mephisto. Asasını kullanarak Kenn’in tekrar ayağa kalkmasını sağladı. Ardından elinin bir hareketi ile mühürlerin uçarak kendisine yaklaşmasını sağladı. “Bu da ne? Koruma büyüsü mü yaptın üzerlerine? Ne kadar zavallıca! Hiçbir büyü beni engelleyemez.” dedi tek bir emir sözcüğü ile büyülü kumaşları yakarken.
“Sonunda! Nihayet mühürler benim ve sonsuz güç ve bilgeliğin anahtarı bende! Üstelik tek yapmam gereken şey seni takip etmek oldu. Sahi, seni nasıl bu kadar kolay bulduğumu merak ediyor olmalısın.” Elini tekrar salladı ve hemen avucunun üzerinde, havada öylece süzülen minik cam parçacıkları çıktı ortaya. Üzerlerinde kan damlaları olan cam parçaları… Kenn’in ayakları istem dışı sızladı.
“Evet… Otelde üzerine bastığın cam kırıkları Wulf. Kan çok özel bir sıvıdır, çok da kıymetli. Kanın izinin sürülebildiğini biliyor muydun? Tıpkı koku gibi? Sanırım hayır. Buna hiç şaşırmadım. İnsanoğlunun kendisine can veren bu sıvıyı bu kadar hafife alması ne büyük bir ironi, öyle değil mi? Her neyse… Artık işimize bakalım.”
Mühürleri çemberin ortasındaki en büyük taşlardan birinin yanına getirdi. Biri sağ, diğeri ise sol sütunun karşısına gelecek şekilde süzülerek uçtu. Sonra da sütunlar üzerindeki gizli bölmelere yerleşerek gizli bir geçidi açığa çıkardılar. Büyük taşlardan oluşan yapının tam ortasındaki boşlukta mavi renkli parlak bir boyut kapısı ortaya çıkmıştı.
“Ne yani?” diye düşündü Kenn, kendi kendine. “Hepsi bu muydu?”
“Evet, bu kadar basitti işte.” diyerek güldü Mephisto, ardından havada süzülerek kapıdan geçti. Kenn de kontrolsüz bir biçimde onun peşinden gitti.
***
Avalon oldukça garip ve sisli bir yerdi. Kenn etrafına baktığında hâlâ Stonehenge’in taşlarını görebiliyordu ama deforme olmuş bir şekilde. Sanki tüm dünya garip açılarla eğilip bükülmüş gibiydi. Taşların kimisi uzamış kimisi ise kısalmıştı. Her yer açık mavi renkteydi, gökyüzü ise kıpkırmızı. Tam önlerinde sislerin derinliklerine doğru kıvrıla kıvrıla uzanan bir patika görünüyordu. Patikanın her iki yanında ise olağanüstü derecede uzun, imkânsız açılarla eğilip bükülmüş garip görünüşlü ağaçlar yer alıyordu. Mephisto süzülerek bu yolda ilerlemeye devam etti, Kenn ise bir kukla misali onu takip ediyordu.
Yol demir parmaklıklı, çift kanatlı büyük bir kapıyla son buldu. Kapılar havada öylece duruyor, sağ ve sol yanlarında herhangi bir engel olmadığı halde yolu kapatıyorlardı. Onlar yaklaşınca kendiliğinden açılıp arkalarındaki manzarayı gözler önüne serdiler. Burası bir mezarlıktı. Sonsuzluğa doğru uzanan yüzlerce taş lahit önlerinde sessizce beklemekteydi
“İşte Kral Arthur’un mezarı.” dedi keyifle sırıtan Mephisto, en önde duran iki lahitten sağdakini işaret ederek. Üzerinde bir taç işlemesi olan görkemli bir mezardı bu. “Ve şu da Merlin’inki olmalı.” diye ekledi onun yanındakini göstererek. Daha az gösterişli, işlemesiz, sade bir mezardı öteki. Üzerideki tek şey baş kısmına kazınmış “Myrddin” kelimesiydi.
“Bu da meşhur Excalibur! Efsanevi kılıç! Sonsuz güç ve bilgeliğin sembolü…” İki mezarın ortasında irice bir kaya, kayanın tam ortasında ise taşa saplı bir kılıç bunuyordu. Kayanın her iki yanında da kartal başlı, aslan gövdeli iki iri heykel vardı. Heykellerin ikisi de sırtlarını kılıca dönmüş, mezarlara bakacak şekilde duruyordu. Mephisto, Kenn’i yeniden önünde eğilmeye zorladı sonra da kehanetin son iki dizesini tekrarladı yüksek sesle.
“Kurban edecek fani hayatının en büyük mücadelesini,
Olacak sonsuz güç ve bilgeliğin tek sahibi.”
“Bu en kolay kısmı Wulf, hayatımın en büyük mücadelesini feda etmem gerekiyor. Ve şu 300 yıllık hayatım boyunca senin kadar çetin bir düşmanım olmamıştı hiç. İşte bu yüzden seni buraya getirdim.” dedi sırıtarak. Ardından alaycı bir tonla ekledi; “Korkarım ölmen gerekecek!” Sonra da asasının sap kısmını bir mızrak misali Kenn’i göğsüne saplayıverdi.
Kenn gözlerine inanamayan bir ifade ile bir asaya bir de kahkahalarla gülen Mephisto’ya bakakaldı. Büyücü asasını göğsünden sökerek çıkarttığında ise arkasındaki kayanın üzerine yığılıp kaldı.
“Sonsuz kudret ve irfan artık benim!” diye bağırıyordu tam karşısındaki Mephisto. Sonra her yer kararmaya ve her şey yavaşlamaya başladı. Ardından da zaman adeta durdu.
( Devam edecek...)
2 comments:
Stonehenge'in kullanılması, aslında çok özgün bir fikir ve okuyucunun tahmin edeceği bir yapıya da sahip değil. Günümüz insanı bile onun neden yapıldığını bilemezken(birkaç teori dışında), bu durum bir kurguda kullanılması için çok çekici oluyor. Yine de akla ilk gelenlerden değil :). Bu bakımdan takdir ediyorum doğrusu.
Dahası, bölümleri okurken insan hikayenin buralara kadar gelebileceğini tahmin edemiyor. Kehanet, kesinlikle okuyucunun beklediği bir kurguya sahip değil.
Ellerine sağlık
Stonehenge, kendimi bildim bileli ilgi çekici bir yer olmuştur benim için. O yüzden hikayem için gizemli bir yer kullanmam gerektiğinde aklıma ilk gelen yer burası oldu. Barındırdığı sır ve konumu açısından da hikayeme uyuyor hem.
Eksik etmediğin değerli yorumların ve desteğin için çok teşekkürler.
Yorum Gönder