Geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’dan
iki günlüğüne bir misafirimiz geldi. Kayıp Rıhtım tayfasından Kahlan Amnell… İlk
gün kendisine karşı misafirperver yanımdan çok, arazi olma konusundaki üstün
yeteneklerimi sergilemiş olsam da Pazar gününü sabahtan akşama kadar onunla
birlikte turlayarak kendimi bir nebze affettirdim (sanırım). Lakin insan “sonradan
İzmirli” olunca şehre ilk defa gelen birini gezdirmesi biraz zor oluyormuş, onu
fark ettim. Çünkü gidilebilecek yerler de hep “sonradan” geliyor insanın
aklına.
Alsancak’ta edilen mükellef bir
sabah kahvaltısından sonra Kordon boyunca, Konak istikametine doğru yürümeye
başladık kendisiyle. Ben de bu esnada hem onun fotoğraflarını çekiyor hem de ev
sahibi pozlarında çevreyi tanıtıyordum. “Şurası Gündoğdu Meydanı, bu heykeli
falanca yılında diktiler. Burası da Cumhuriyet Meydanı, şu da meşhur Atatürk
Heykeli. Bu ikisi Cumhuriyet Meşaleleri, törenlerde bunları yakıyorlar. Ve
meşhur Pasaport İskelesi! Hayal A.Ş. adlı hikayem burada başlıyordu, ehe-mehe…”
nidalarım eşliğinde Konak Pier’e kadar yürüdük.
“İzmir’i seviyorum ya,” dedi Kahlan
Amnell, bir müddet sonra. “Sanırım bir ara yaz tatiline de buraya geleceğim.
Çeşme nasıl bir yer?”
Nı-nı-nı-nım! İşte çalışmadığım
yerden gelen ilk soru. ‘Valla nasıl olsun işte. Deniz, güneş…’ demedim tabii,
kendimce Çeşme’yle ilgili deneyimlerimden bahsettim. Çok kalabalık olduğundan,
popüler plajları pek önermediğimden, kumdan çok insan olduğundan falan… Bu
engin tecrübelerimin iki elin parmaklarını geçmediğini ise kendime saklamayı tercih
ettim elbette. Ama bu sırrım çok uzun süre saklı kalamadı…
“Çok bilindik yerlere gitmemekte
fayda var. Yanında bilen biri olmalı,” diye bitirdim konuşmamı.
“Nerelere mesela?”
Sessizlik…
“Sence neresi güzel?”
“Eee… Şey… Canım, yanında bilen
biri olsun dedim ya! Çaktırma işte!”
O anda durumu anlayan Kahlan,
kahkahayı patlatıverdi. Arkadaşlık böyle bir şey işte, kendinizi ne kadar rezil
ederseniz edin karşınızdaki kişi buna sadece içten bir şekilde gülüp
geçecektir.
Haskahve’de karşılıklı
kahvelerimizi içip biraz sohbet ettikten sonra yine düştük yollara (yollaraaa,
yollaraaa… Yine aştık dağlarııı…) Konak İskelesi’ne kadar yürüdük ve zurnanın
zırt dediği yere geldik. Şimdi nereye gidecektik? Pazar günü Kemeraltı’na
gidilmezdi, hem zaten dün orayı gezmişti. Bir vapur sefası yapıp Karşıyaka’ya
geçebilirdik ama o zaman da akşamki İstanbul otobüsünü kaçırma ihtimalimiz
vardı. Üstelik karnımız da hafiften bir acıkma belirtisi gösteriyordu. Sonunda
yeniden Alsancak’a dönmeye karar verdik, bu da az önce geçtiğimiz yolları
tekrar arşınlayacağımız anlamına geliyordu. Sıcak İzmir güneşinin altında soğuk
terler dökmek nasıl oluyormuş, o an anladım. Çünkü anlatacak başka bir şeyim
yoktu! Aklıma başka bir şey gelmediğinden tekrardan çevreyi tanıtmaya başladım,
ama az önceki kendine güvenen hâlimden eser yoktu tabii. İncecik bir sesle ve
çabuk çabuk konuşmaya (daha doğrusu saçmalamaya) başladım.
“Eee… Şey… İşte şurası
Cumhuriyet. Yani meydanın adı Cumhuriyet… Bu da Atatürk. Şey, yani heykel…
Atatürk Heykeli… Bunlar da meşale…”
Konuştukça batıyordum
anlayacağınız. Ama Kahlan yine gülmekle yetindi sağ olsun. “Sıkıldın mı yoksa?”
diye sordu.
“Hayır, ama senin sıkılmandan
korkuyorum çünkü seni gezdirebileceğim başka bir yer gelmiyor aklıma,” diye
yanıtladım mahcup bir edayla. “Dedim sana, yanında bir bilen olmalı diye!”
Günün son gafı ise boyoz aramaya
başlamamızla gerçekleşti. Annesi ‘İzmir’den gelirken boyoz getir bir zahmet,’
demiş. Akşam vakti bul bulabilirsen boyozu… Artık nasıl şartlanmışsam,
bulacağım diye nasıl odaklanmışsam ne yana baksam ‘boyoz’ kelimesini görmeye
başladım. “Aaa… Bak! Boyoz Bürosu var şurada. Ay, tüh! Döviz Bürosu yazıyormuş
ya… Hah! Boyoz Salonu! Hay Allah, düğün salonuymuş bu da… Dur, bulacağım!”
Bayağı bir sağa sola koşturdum
arkadaşı İzmir’in sokaklarında. Koşturmak derken ciddi anlamda koşmayı
kastediyorum çünkü bu kadar dolaşmanın ardından bir de otobüse yetişeceğiz diye
koştuk tabii. Eminim hiç benim gibi misafir ağırlayan birini görmemiştir.
Millet misafirinin ayaklarını yerden keser, ben resmen kara sular indirdim. İzmir’e
gelip de koşmadım demez en azından. Öhm.. Peki boyozu bulduk mu? Bulduk
efendim, otogar servisinin kalkacağı yerin hemen karşısında… Ama yanında bir
bilen olsun demiştim ben!
Ühü!
4 comments:
Demek ki neymiş;İzmir'e yolumuz düşerse Mit'ten gezmek için yardım istemeyecekmişiz :)
bu yazıyı yazman çok iyi oldu çokkk :)
Not:Farkında mısın sen bloguna yazı girdin :)))) Vay beeee!
Doğru söze ne denir diyeyim o zaman ben de :) Ayda yılda bir yanlışlıkla yazı giriyorum işte böyle. Teşekkürler :)
Eğlendim çok =D
Bi ara bi izmir'e gelesim var benim de =p Bakalım =p
Hehehe :) Valla ben baştan uyarayım; pusula, harita, halat, işaret fişeği, otostopçu havlusu gibi teçhizatını şimdiden ayarla :D Teşekkür ederim, gülümsetebildiysem ne mutlu ;)
Yorum Gönder