Korku temalı film ve hikâyeler uzun yıllardır neredeyse hep aynı mekânları konu alır. Perili evler ve mezarlıklar bunların arasında en popülerler olanlardır hiç şüphesiz. Terk edilmiş kasabalar, akıl hastaneleri, tekinsiz ormanlar, hatta okullar takip eder onları.
Peki… tüm o ışıltıları ve sahte samimiyetleriyle devasa alışveriş merkezlerini bir korku öyküsü mekânı olarak hayal etmiş miydiniz hiç? Hayır mı? Eh, doğrusu ben de öyle. Ama Grady Hendrix hayal etmiş, hatta sadece bununla da sınırlı kalmayarak Ikea benzeri hayali bir alışveriş merkezinde geçen, oldukça başarılı bir korku romanına da imza atmış. Yani Horrorstör’e…
Orsk’a hoş geldiniz!
Horrorstör bizleri Ikea’nın tarzını birebir kopya eden, ama sunduğu ürünleri daha cazip bir fiyata satmakla gurur duyan, İskandinav asıllı bir mağaza zinciriyle, Orsk’la tanıştırıyor. Orsk sunduğu ürün yelpazesinden tutun da mağazanın yerleşim planına kadar her şeyiyle bizlere çok tanıdık. Örneğin Showroom katını gezip bir üründe karar kıldıktan sonra Self-Servis Alanı’na inmeli, mobilyanın parçalarını raflardan toplamalı ve montajını kendiniz yapmalısınız. “Kendinizi Orsk’la ödüllendirin!” ya da “Orsk, herkes için daha iyi bir yaşam” yazılı tabelalara dört bir yanda… Bununla birlikte mobilyaların çoğu İskandinavca, tuhaf isimlere sahip: Hügga ofis sandalyeleri, Brooka kanepeler, Müskk yataklar gibi gibi…
Kitabın belki de en çarpıcı olduğu kısım da burada ortaya çıkıyor: tasarım. Horrorstör baştan aşağı, ilk sayfasından son sayfasına kadar bir Ikea kataloğunu andıracak şekilde dizayn edilmiş. Kitabı elinize aldığınızda ilk dikkatinizi çeken normalden daha geniş, alışveriş kataloğu boyutlarındaki ebatları oluyor. Kapağında çeşitli ürünleri fiyatlarıyla birlikte görme fırsatı yakalıyoruz. Ama tablolarda bir terslik var sanki? Arka kapağına baktığımızdaysa az önce gördüğümüz manzaranın derbeder bir hâliyle karşılaşıyor ve kitabın tekinsiz havasına dair ilk izlenimimizi ediniyoruz.
İlk sayfayı çevirir çevirmez bizi bir “kat planı şeması” karşılıyor. Hayır hayır, şaka yapmıyorum. Aksine, çok ciddiyim. Bunun hemen ardından bir Eve Teslim Sipariş Formu, Orsk’la ilgili tanıtıcı metinler ve mağazada satılan mobilyalara dair birkaç reklam geliyor. Kitaptaki her bölümün başında bir mobilyayı renk seçeneklerinden tutun da ebatlarına kadar detaylı bir şekilde anlatan, alışveriş mağazalarıyla inceden dalga geçen görseller karşılıyor bizleri. Aynı şekilde, bu mobilyalar o bölümde mutlaka şöyle ya da böyle çıkıyor karşımıza. Öyle ki kendinizi kaptırıp resimleri incelemeye dalabiliyorsunuz. Ama benden size küçük bir uyarı, bu görseller ileride “farklı bir tarza” geçerek hikâyeyi sürüklemeye devam ediyor. O yüzden siz siz olun, kitabı okumadan ileriki sayfalardaki resimlere bakma hatasına düşmeyin.
Orsk bir ailedir!
Horrorstör bizleri Cuhayoga şehrindeki #00108 numaralı Orsk mağazasında yaşanan olaylara konuk ediyor. Burası dışarıdan bakıldığında zincirdeki yüzlerce mağazadan farksız. Ama içeride işler pek iyi gitmiyor. Çalışanlar, sebebi açıklanamayan bir nedenden ötürü her sabah geri geldiklerinde paramparça edilmiş mobilyalarla, yırtılmış perdelerle ve kırılmış aynalarla karşılaşıyorlar. İşin ilginci güvenlik kameralarında hiçbir şey gözükmüyor. Üstüne bir de mağazadaki her çalışana dur durak bilmeden giden, bir türlü engellenemeyen ve sadece tek bir kelimeden, ‘yardım’dan ibaret olan SMS’ler de insanların huzurunu kaçırıyor.
Hâl böyle olunca mağaza yetkilileri üç kişilik bir ekibin gece mesaisine kalmasını ve mağazada devriye atarak neler olduğunu anlamasını kararlaştırıyor. Böylece kabak esas kızımız Amy’nin başına patlıyor. Amy ödemesi gereken bir sürü borcu olan, sevmediği bir işe saplanıp kalmış, ailesiyle sorun yaşayan ve hayattan ne istediğini tam olarak bilemeyen genç bir kız olarak çıkıyor karşımıza. Diğer çalışanlarla da arasının pek iyi olduğu söylenemez, özellikle de Mağaza Sorumlusu Basil ile…
Uzun boylu, zayıf ve siyah tenli bir adam olan Basil çalışanlarını sürekli denetlemeyi, uyarmayı ve onlara Orsk kuralları hakkında nutuk çekmeyi seven biri. Yola getirmeye kararlı olduğu kişiler listesinin en tepesinde yer alan kişi de doğal olarak Amy. O nedenle mağazada nöbet tutulacağı kesinleştiğinde yanına almayı kararlaştırdığı ilk kişi de o oluyor. Amy’nin yanı sıra hayatını mağazaya adamış, yaşını başını almış, deneyimli ama her zaman sevecen olan Ruth Anne (Ruth Ann diye okunuyor) seçiliyor bu sıra dışı görev için. Böylece üçü birden dokuz saatlik gece mesailerine başlayıveriyorlar.
Kitabın ilk yarısı tam bir Scooby Doo bölümü gibi geçiyor desem yeridir. Kimi yerlerde sırıtıyor kimi yerlerde ne olacak acaba diye merak ediyorsunuz. Ama her şeyin mantıklı bir açıklaması çıkıveriyor sonuçta. Şuradan bir ses mi geliyor? Tabii ki rüzgâr… Kahramanımız gözünün ucuyla tekinsiz bir gölge mi gördü? Tabii ki Showroom’daki mobilyaların yarattığı bir göz yanılması o da. Bir noktadan sonra “Her şey bu şekilde mi devam edecek acaba?” diye düşünmeye başlıyorsunuz, fakat bir yandan da satır aralarına sıkıştırılan gizemler geliyor aklınıza. Mesela yardım SMS’i. Yine de bu kısımlarda biraz sıkıldığımı ve aradığımı tam olarak bulamadığımı itiraf etmem gerek. Derken kitabın ilk 100 sayfası geride kalıyor ve… kapılar açılıyor!
Kapılar açık!
Her ne oluyorsa kitabın dokuzuncu bölümüne ulaşmamızla oluyor ve hikâyemiz bir anda son derece keskin bir viraj alarak o Scooby Doo çizgi filmi havasından tamamen çıkıp dehşetengiz bir Guillermo del Toro filmine dönüşüyor. Neler olduğunu anlatıp sürprizlerini bozmayacağım, ama şu kadarını söyleyeyim, bu noktadan itibaren kendinizi kitabı soluk soluğa okurken, tüm sıkıntılarınızı geride bırakmış ve olaylara feci şekilde kaptırmış bir hâlde bulacaksınız.
Bu kısımlarda yazar Grady Hendrix sizi parmağında oynatmaya da başlıyor ayrıca. Tam işlerin ne yöne ilerleyeceğini, konunun hangi korku klişesine bağlanacağını anladığınızı sandığınız anda önce tahmininiz doğru çıkmış gibi yapıyor, ardından zihninize ufak bir tokat atıp, “Hayır, öyle değil!” diyerek olayı bambaşka bir yöne saptırıyor. Ve bunu kitap boyunca iki-üç kez yaparak takdirinizi kazanmayı başarıyor.
Ek olarak, yine bu sayfalardan itibaren gerek mobilya tanıtımlarındaki dramatik değişimlere bakarak gerekse de kitabın başından beri bizleri yalnız bırakmayan, “Bırakın Orsk kendiniz olmanıza yardımcı olsun,” ve “Orsk: Herkes için daha iyi bir yaşam,” gibi sloganların kazandığı ikinci anlamları idrak ederek yazarın zekâsına şapka çıkarıyorsunuz. Maceranın gittiği yön ve tatmin edici sonu da cabası…
Kitapla ilgili bazı eleştirim de yok değil elbette. Her şeyden önce ilk yarısı alabildiğince Amerikanvari. Yenilen yemekler, giyilen ayakkabılar, bahsedilen olaylar, kullanılan eşyalar, kısacası her şey buram buram Amerikan kültürü kokuyor, ki ben bu durumdan pek hazzetmem. Bir karakterin giydiği tişörtün bilmem ne mağazasının bilmem ne markası olduğunu bilmek benim için olaya gerçekçilikten ziyade bayağılık katıyor çünkü.
Bir diğer eleştirimse karakterlerin bazı hareketleri ve davranışlarıyla ilgili. Ayakkabısına sıcak kahve dökülen biri bunu sadece can sıkıntısı ve “Üstüm başım kahve koktu,” endişesiyle karşılaşıyorsa orada bir sorun var demektir. Ayağınıza sıcak bir şey döküldüğünü düşünsenize? İlk tepkiniz çığlık atıp geri kaçınmak olmalı, değil mi? Ama hayır… Ek olarak Amy’nin o gün işe giriş yaparken kartını okutmadığı ve bunu yapmadığı takdirde eksik maaş alacağına dair bir satır okuyoruz, ancak daha sonra bunu yaptığına hiçbir şekilde şahit olmadığımız gibi konunun bahsi de bir daha açılmıyor. Bu ve bunun gibi irili ufaklı şeyler okurken hafiften yüzümü buruşturmama sebep oldu. Fakat sadece ilk iki-üç bölümde rastladığım ve ikinci yarısından sonra kitap müthiş bir heyecan kazandığı için kolayca göz ardı edebildiğim şeyler oldu bunlar.
Çeviri ve editörlük açısından bakıldığındaysa Zodyak Kitap’ın gayet kaliteli bir iş çıkardığını söyleyebiliriz. Orada burada unutulan birkaç tırnak işaretinin ve belki ama belki farklı şekilde çevrilebilecek bir-iki kelimenin dışında okuma zevkimi baltalayacak hiçbir sorunla karşılaşmadım. Aksine, kitaptaki tanıtım formlarından tutun da en küçük reklamlara, sipariş formlarına, hatta indirim kuponlarına kadar her şeyi büyük bir sabır göstererek çevirmişler. Üstüne bütün görselleri de aslına uygun bir şekilde bize ulaştırmayı başarmışlar.
Sonuç olarak Horrorstör ilk yarısında biraz sıkan, ikinci yarısında ise alıp başını giden, farklı bir roman olmuş. Dizayn ve konsept açısından eşi benzeri olmadığı kesin. Keşke konu açısından da aynı orijinalliğe sahip olsaydı demeden edemiyor insan. Yine de beklentilerinizi çok yüksek tutmadığınız takdirde, özellikle ikinci yarısındaki nefes kesici olaylarıyla size keyifli birkaç saat geçirtecek, okuduğunuza kesinlikle pişman etmeyecek bir roman Horrorstör.
Not: İlk olarak Kayıp Rıhtım'da yayınlanmıştır
2 comments:
Pek popüler kültür, çok gereksiz gelmişti bu kitap bana. Az önce fikrim değişti, alışveriş listeme (yani doğrum günüm yaklaşınca arkadaşlarıma göndereceğim listeye ehhehe) ekliyorum hemen! :)
Başlangıçta bana da öyle gelmişti ve başı sahiden de öyle :) Ama yazarın tam "Kesin şu klişeye gidiyoruz" derken aniden çark etmesini sevdim. Konu çok orijinal olmasa da yine de heyecanla okutuyor kendisini. Umarım arkadaşlarının listesine eklettiğine memnun olursun :))) Teşekkürler yorumun için.
Yorum Gönder