Fantastik edebiyatla içli dışlı olup da Neil Gaiman’ın, çizgi roman okuyup da Sandman’in adını duymayan yoktur herhâlde. Gaiman bugüne dek pek çok önemli eser vermesine, birçok ödüle layık görülmesine rağmen adı hep bu çizgi romanla anılmış, “başyapıtı” olduğu söylenmiştir. Ki çıktığı ilk yıldan, yani 1988’den beri hem yurtdışında hem de yurtiçinde kendine geniş bir okuyucu kitlesi bulmuş, pek çok hayran kazanmıştır.
Türk okurlar olarak Sandman’le ilk tanışmamız 2000’lerin başında Arkabahçe Yayıncılık aracılığıyla olmuş, seriyi tamamlamaksa Laika’ya kısmet olmuştu. Ancak o zamanlar üniversiteyi daha yeni bitirmiş, hayata yeni yeni atılan bir genç olduğumdan (evet, ben, genç… insan hayret ediyor) alıp da okumak kısmet olmamıştı. Meteliksizdim çünkü; bırakın pahalı ve ciltli çizgi romanları, kitap bile alamıyordum. İşte bu yüzden hep içimde bir ukde olarak kalmıştı Sandman.
O nedenle İthaki tüm seriyi yeni baştan çevireceğini duyurduğunda ne kadar sevindiğimi tahmin edebilirsiniz. Sonunda ben de tüm dünyayı etkisi altına alan bu grafik romanı kendi dilinde okuyanlar kervanına katılabilecektim. Yine de şüphelerim yok değildi. Ya beğenmezsem? Ya aradan geçen bunca yıl sonra etkileyiciliğini ve orijinalliğini yitirmişse? Ya… Derken ilk sayfayı açtım ve Bay Kumadam beni siyah pardösüsünün kanatlarının altına aldı.
Düş Müziği
Sandman konu olarak Avrupa folklörünün bilindik figürlerinden biri olan ‘Düşlerin Efendisi’ni alıyor merkezine. Kendisi insanların üzerine büyülü bir kum döken ve güzel rüyalar görmelerini sağlayan bir karakter olarak geçer masallarda. Hatta o kadar popülerdir ki şarkılara, filmlere ve romanlara konu olmuştur birçok kez. The Chordettes grubunun Mr. Sandman (1954) adlı parçasını mutlaka duymuşsunuzdur. Tabii Metallica’nın ünlü Enter Sandman şarkısını da unutmamak lazım…
Mitoloji ve gerçek dünyayı bir araya getirmeyi çok seven Neil Gaiman da işte tam da bu efsaneyi alıp “Ya Sandman gerçek olsaydı? Ya tüm mitolojiler ve çizgi roman evreni bizim dünyamızla bir şekilde ilintili olsaydı?” sorusundan yola çıkarak Düşler Efendisi Morpheus’u tasarlamış. Evet, o Morpheus. Hani Yunan mitolojisinde uyku tanrısı olan… Anlayacağınız daha ilk adımda türleri aynı potada eritmeye başlamış yazarımız.
İthaki Yayınları, 2016, 244 Sf. Çevirmen: Elif Ersavcı Editör: Alican Saygı Ortanca |
Sandman, Düş, Rüyalar Efendisi, Morpheus… pek çok farklı ismi var bu beyaz tenli, uzun siyah saçlı ve yankılı sesli kahramanımızın. Kendisi (adından ve şimdiye dek anlattıklarımdan da anlayacağınız üzere) rüyalar âlemine ve tüm düşlere hükmeden, hatta onları yaratan kadim ve ölümsüz bir varlık. Altı tane de kardeşi var Düş’ün: Kader, Ölüm, Yıkım, İhtiras, Umutsuzluk ve Hezeyan. Kendilerine “Sonsuzlar” diyen bu yedi ölümsüz varlık düş ile gerçekliğin, mitoloji ile tarihin, cennet ile cehennemin, hatta periler diyarının bile iç içe geçtiği, apayrı bir düzlemde, hepsinde birden aynı anda varolabiliyorlar.
Çizgi romanımız sapkın bir okült liderinin Birinci Dünya Savaşı sırasında Ölüm’ün yerine yanlışlıkla Düş’ü yakalamasıyla ve yüz yıla yakın bir zaman boyunca onu bodrumunda hapsetmesiyle başlıyor. Bu süre zarfında düşlerden mahrum kalan dünya bir sürü tuhaf olay yaşanıyor: uyuyup da bir daha uyanamayanlar, rüya göremeyenler, hiç uyuyamayanlar… Sandman sadece esir düşmekle kalmıyor, aynı zamanda kendisi için çok önemli olan üç eşyası da esareti sırasında farklı ellere geçiyor: maskesi, kum torbası ve rüya cevheri. Düşlerin Efendisi bir şekilde serbest kalmak, intikamını almak ve kendisinden çalınanları bulmak zorundadır. Ama nasıl?
Açılış hikâyesi daha ilk sayfalarından gerek çizimleri gerek karakterleri gerekse de konusuyla bilindik çizgi romanlara benzemediğini yüzünüze bas bas bağırıyor. Hellboy’a ilham verdiği çok bariz olan Lovecraftvari atmosferi sizi hemen sarıp sarmalıyor. Hem gerçek dünyanın mitolojilerini hem de DC evrenini başarıyla bir araya getirmesi de sizi âdeta mest ediyor. Örneğin Jack Kirby ve Joe Simon’ın 1974 yılında DC Comics için tasarladığı, uyku gazı püskürten silahıyla kötü adamları uyutan The Sandman adlı klasik süper kahramanın, ya da gerçek adıyla Wesley Dodds’un aslında bu uykusuzluk dönemi sırasında baş gösteren tuhaflıklar nedeniyle ortaya çıktığı söyleniyor birkaç karede. Böylece Morpheus’un gerçekliğine bir kat daha ilave edilmiş oluyor ustalıkla.
Daha sonraki bölümlerde enfes bir Habil ile Kabil yorumu ve insanı dehşete düşüren bir Cehennem tasviri karşılıyor bizleri. Konuyu çok fazla açık edip tadınızı kaçırmak istemiyorum ama “Cehennem’in efendisi kim?” sorusuna üç farklı mitolojiyi birleştirerek verilen cevabın cidden zekice olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Sandman’in bir iblisle giriştiği söz düellosunu nasıl kazandığını da her fantastik veya çizgi roman okuru mutlaka görmeli diyor ve fazla ayrıntıya girmekten itinayla kaçınıyorum.
İnişli çıkışlı hikâyeleri yok muydu peki? Vardı elbette. Gaiman’ın da cildin sonunda da itiraf ettiği gibi acemilik dönemi işleri, ilk adımlar bunlar. Mesela her ne kadar John Constantine’i çok sevsem de onun bulunduğu bölüm ve DC evreniyle Sandman’i birleştirmeye çalışan bir sonraki macera o kadar da iyi değildi. Öte yandan âdeta bir Stephen King romanından fırlamış gibi olan “24 Saat” adlı öyküyse ürkütücü bir güzelliğe sahipti. Ve tabii ki Ölüm’ü ilk kez gördüğümüz “Kanatlarının Sesi” adlı kapanış hikâyesi de öyle… Bu macera Gaiman’ın kendi tarzını buluşunu da müjdelemiş âdeta.
Sandman’i okurken Neil Gaiman’ın daha sonra kaleme alacağı büyük eserlerin izlerini takip etmek de mümkün. Örneğin yeni ve eski tanrıları karşı karşıya getirdiği, modern hayatı ve mitleri bir kez daha harmanladığı Amerikan Tanrıları… Efsanelere, edebiyat klasiklerine, tuhaf kurguya kaçan fantastik olgulara olan tutkusu o zamanlar bile yerli yerindeymiş bu hikâye örücüsünün zihninde.
Çeviri ve editörlük
Sandman’i okurken bu kadar büyük bir haz almamın başlıca nedenlerinden biri de hiç şüphesiz yetkin bir çeviriye ve editörlüğe sahip olmasıydı. Daha önce İçeriden Ölmek (Robert Silverberg) ve Eve Dönüş (Ray Bradbury) gibi eserlerde akıcı ve kusursuza yakın çevirisiyle gönüllerimize taht kuran Elif Ersavcı ortaya yine harika bir iş çıkarmış. Koca ciltte tek bir hataya rastladım, onun da hata olup olmadığından tam emin değilim doğrusu. Constantine’in konuşma balonlarından birinin yarısı İngilizce olarak bırakılmış; “I ain’t no mark for the venus of the hardsell,” diyor tam bu kısımda. Yani Constantine’in Hellblazer adlı çizgi-roman serisinde kahramanımızın kurduğu punk grubunun ilk ve tek parçasının nakaratını söylüyor. Neden bu lafı telaffuz etmiş, niçin bu şekilde çevrilmeden bırakılmış bilmiyorum.
Hemen onun ardından çağırmak/seslenmek (call) ile ilgili ufak ama zor bir kelime oyunu var. Orada da mecburi istikamet izlenmiş, olur o kadar. Bunların haricinde fevkaladenin fevkinde, dört dörtlük bir Türkçeleştirme olmuş. Kendisi de sıkı bir Neil Gaiman hayranı olan Elif Ersavcı hem akıcı bir çalışma koymuş ortaya hem de yazarın şiirsel dilini korumayı başarmış. Tabii editörü Alican Saygı Ortanca’nın değerli katkılarını da unutmamak gerek…
Hani bazı çizgi romanlar vardır, onları diğerleriyle aynı kefeye koymaya gönlünüz elvermez. Mesela V For Vendetta. İşte Sandman de onlardan biri. Sadece çizgi roman severlerin değil, tüm fantastik okurlarının okuması gereken bir eser… Devamını heyecanla bekliyorum!
0 comments:
Yorum Gönder