* Taaa 2 sene önce bir yarışma için yazdığım (dereceye giremedi) ama sonrasında nedense blog sayfama eklemeyi unuttuğum muzip bir hikâye. Kurgu gereği birazcık argo ve muzırlık içerir, ona göre :)
Eğer olur da biri size Dünya’nın berbat bir yer olduğunu söylemeye kalkarsa sakın ona inanmayın; çünkü öyle değil. Şey… ya da en azından değildi. Bu, büyük ihtimalle onun akıbeti hakkındaki son kayıt olacak. Ve de insanlığın…
Teknolojimiz son bin yılda çok gelişmişti. Hatta o kadar çok gelişmişti ki biz bile onu takip edemez olmuştuk. Dün icat edilen ekstra nano-işlemcili bir zamazingoyu yarın ekstra koca göbekli bir eskicinin dükkânında bulmanız işten bile değildi. Uçan araba ve kaykaylar çoktan müzelerdeki yerlerini almıştı; doğum ve nüfus kontrollerinde mutlak söz sahibiydik; yaşlanmayı nispeten durdurmuş, yüzyıllar boyunca yaşar olmuştuk. Açlık, fakirlik ve ırkçılık gibi kavramlar sadece sözlüklerde bulabileceğiniz kelimelere dönüşmüştü. Havayı dilediğimiz gibi kontrol edebiliyorduk; canımız istediğinde yağmur yağdırabiliyor, istediğinde de gökyüzünü günlük güneşlik yapabiliyorduk. Artık uzaya gidip yeni yerler keşfetmek bizi cezp etmiyordu, çok istiyorlarsa onlar gelip bizi bulabilirlerdi pekâlâ. Gelirken yanlarında biraz döviz getirmelerine de itirazımız yoktu hani. Kısacası istediğimiz her şeye sahiptik, tanrılar gibi yaşıyorduk.
Buna rağmen mutlu olduğumuz söylenemezdi; çünkü tüm bu çağ atlatan gelişmelere rağmen hareketlerimiz Dünya’nın kanunlarıyla sınırlıydı. Fizik, kimya ve biyoloji kurallarına sadece bir dereceye kadar karşı gelebiliyorduk. Evlerimiz, araçlarımız, köpeklerimiz, hatta köpeklerimizin üstündeki pireler bile uçabiliyordu ama hepsini teknolojiye borçluyduk. Oysa daha iyisini yapabileceğimizi… hayır, hayır… daha iyisine layık olduğumuzu biliyorduk.
Sonunda bu meselenin köküne inmeye karar verdik ve gezegenin en büyük âlimlerini – onlardan biri de ben oluyorum – bir araya getiren beyin fırtınaları düzenledik. Bu farklı diller, dinler ve renklerden insanların bir araya gelmesi anlamına geliyordu elbette… Toplantılar haftalar sürdü, ardından aylar süren kavgalar başladı. Kavgaları yatıştırma çabaları da bir o kadar uzun sürdükten sonra sorunumuza hâlâ bir çözüm bulamamıştık; fakat bu süreç içinde âlimlerimizden ikisi din, biri cinsiyet, biri de dünya değiştirmişti. Derken içimizden biri, “Yenisini yapmak varken neden eskisini iyileştirmekle vakit kaybediyoruz anlamıyorum?” dedi ve öylesine söylenen bu söz, düşünmeden edilen çoğu laf gibi bomba etkisi yarattı. Kendi dünyamızı yaratacaktık; çünkü bizler birer tanrıydık ve başka bir tanesinin yarattığı dünyada, onun koyduğu kanunlara göre yaşamak işimize gelmiyordu.
Elbette buna itiraz edenler de oldu, hatta âlimlerin arasında bile birkaç çatlak ses vardı; kendimizi tanrı ilan etmenin, Tanrı’ya kafa tutmanın sonun başlangıcı olacağı minvalinde bir şeyler söylediler. Ama karar verilmişti bir kere, artık geriye dönüş yoktu. Eskisinin kusurlarından arındırılmış mükemmel bir dünya yaratmak istiyorduk, yarının dünyasını yaratmak istiyorduk. Bu yüzden adını Yarınya koymaya oy birliğiyle (ve itiraz eden kesimin talihsiz bir nükleer kaza sonucu ayak altından kaldırılmasıyla) karar verdik.
Alkolü biraz fazla kaçırdığımız için normalden birkaç hafta uzun süren gezegen çapındaki kutlamaların ardından çalışmalara bütün gücümüzle ve şiddetli bir baş ağrısıyla başladık. Hepimizin fikir birliğine vardığı ilk nokta Yarınya’nın dönmesini istemediğimizdi. Dönek bir gezegenle yeterince uzun süredir haşır neşir olmuştuk, başımıza yeni bir tanesini sarmanın alemi yoktu. Aynı şeyi yuvarlaklığı için de söyleyenler olduysa da homoseksüeller loncası buna şiddetle itiraz edince gezegenin şekli hakkındaki tartışmalar başlamadan bitti. Bu kısmen, küresel bir gezegen yaratmanın küp ya da piramit modellere göre daha ekonomik olmasından da kaynaklanıyordu elbette. Böylece listedeki ilk madde belli oldu: Dönmeyen yuvarlak bir gezegen.
Fikir birliğine vardığımız ikinci nokta, kahrolası yerçekiminden ve bize dayattığı sınırlamalardan sonsuza dek kurtulma arzumuzdu. Uçmak için jet topuklu çizmelere, anti-Newton haplarına, zar kanatlı pırpır-mobillere ve buna benzer şeylere bağlı kalmak istemiyorduk artık. İkinci madde de böylece belli oldu: Daha düşük yerçekimi.
Üçüncü maddeyse kesinlikle en çabuk karar aldığımız şeydi: Sınırsız çiftleşme! Yarınya’nın tabiatında ve havasında öyle bir şey olacaktı ki hem cinsel gücümüzü arttırarak bizleri James Brown onaylı birer seks makinesine dönüştürecek hem de hepimize hamile kalma/bırakma korkusu yaşamadan sınırsız sevişme özgürlüğü tanıyacaktı. Böylece evlenme ve tek eşlilik gibi demode, dünün dünyasından kalan alışkanlıkları da geride bırakacaktık. “Herkes herkes içindir!” diye dedi âlimlerden biri coşkuyla, Aldous Huxley’nin o meşhur eserinden alıntı yaparak. Türklerden biri de, “Sonra hepsi uşağa!” minvalinde bir şeyler geveledi ama ne kastettiğini anlayamadık. Her neyse… bizim vizyonumuz çok çok daha genişti; yapay döllenme, doğum kontrolü ve işe göre birey üretme alanında öyle şeyler yapacaktık ki Huxley’nin bile gözleri yuvalarından uğrayacaktı. Biz herkesi en üst seviye bireyler olacak üretecektik, çünkü daha düşük işleri yapması için robotlarımız vardı. Ayrıca “Cesur Yeni Dünya’ya Dönüş” sayesinde Ford toplumunun hatalarını iyi analiz etmiştik ve bunlara düşmek gibi bir niyetimiz hiç ama hiç yoktu. Böylece üçüncü madde de listedeki yerini almış oldu: Bıçkın Seksi Yarınya.
Diğer maddeleri belirlemek daha kolaydı. Tropik sahillerle dolu tek bir anakara. Apartmanlardan değil, on yıldızlı otellerden ve villalardan oluşan yerleşim yerleri. Her zaman yüzülebilir sıcaklıktaki az tuzlu okyanuslar. Ayarlanabilir hava muhalefetleri. Zararlı haşerelerden ve vahşi hayvanlardan arındırılmış bir ekosistem. Cumartesi ve pazarlardan, bayramlardan ve tatillerden, festivallerden ve karnavallardan oluşan bir takvim. Liste uzayıp gitti, fakat her madde yurttaşlar tarafından memnuniyetle karşılandı.
Yarınya’nın inşa planını yüzyıldan daha uzun bir süreye yaymak zorunda kaldık, yapımıysa tahminimizden yarım yüzyıl daha uzun sürdü. Bu süreç boyunca varımızı yoğumuzu projeye adadık, hatta ihtiyaç duyduğumuz tüm mineralleri elde edebilmek için Dünya’nın bazı bölümlerini sonuna kadar sömürdük. Yarınya’nın ilk çeyreği tamamlandığında Dünya ortasından kocaman bir ısırık alınmış mavi bir elmayı andırıyordu. Ama buna aldırmadık; çünkü iyi, güzel, muhteşem Yarınya tamamlandığında berbat, çirkin, ucube Dünya’ya ihtiyacımız kalmayacaktı.
Uçmaya çalışıp feci şekillerde yere çakılan deneklerimizi ve kazara çocuk sahibi olan bazı çiftleri saymazsak test aşaması oldukça başarılı geçti, ardından beklenen gün geldi çattı ve Yarınya muhteşem bir galaktik tören eşliğinde yerleşime açıldı. Dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu birkaç hafta içinde daha önceden belirlenmiş yeni meskenlerine yerleşti. Çekingenlerden ve üşengeçlerden oluşan çok küçük bir grupsa Dünya’nın geriye kalanı bozuk robotlar, boş şehirler, kirli denizler ve molozlarla dolu ıssız bir yere dönüştüğünde mantıkları olduğunu düşünmeyi tercih ettiğimiz bir yerlerinin sesine kulak verip aramıza katıldı. Bu iş için özel olarak görevlendirilen şirketler fillerden zürafalara, pelikanlardan balinalara kadar aklınıza gelebilecek her tür hayvanı Yarınya’ya taşıdı. Sivrisinek, örümcek, kara sinek, pire, bit, akrep ve yılan gibi gereksiz haşaratın da onlarla birlikte taşınmaması için büyük önlemler alındı; üstelik bunda da başarılı olundu (hayır, kaderlerine terk edilen pire terbiyecileri efsanesine değinmeyi şiddetle reddediyorum).
İlk sorunumuzu yeni yerçekimi şartlarıyla yaşadık. Düşük yerçekiminin bize sağladığı avantajlar göz ardı edilemezdi; dilediğimiz her yere uçarak gidebiliyor ve bir sıçrayışta en yüksek binaların üzerinden atlayabiliyorduk. Hatta daha ilk günden havabol diye adlandırdığımız, gökyüzünde oynanan bir tür futbol oyunu icat ettik. Yeni-stratosfere kaçan topların haddi hesabı olmasa da yerlerinde sabit durmayan kaleler oyuna ayrı bir heyecan katıyordu. Düşük yerçekimine hemen uyum sağlayamayan bazı yurttaşlarımız seyahat ederken kafa kafaya çakışmıştı, bazılarınıysa binaların yüzünden spatulalarla kazımamız gerekmişti, ama hepsi de önceden tahmin edilen zayiatlardı. Aklımıza hiç gelmeyen şeyse Dünya’dan getirilen her eşyanın Yarınya’da önlenemez bir şekilde uçmasıydı. Yerleşimden birkaç gün sonra upuzaktan kumandalarını, vefalı-külotlu çoraplarını, porse-diş fırçalarını, tüptükenmez kalemlerini kovalamaktan bıkan yurttaşların şikâyet videofonlarıyla karşılaştık. Ama en kötüsü pencereden uçup giden yataklardı. Tek başlarına havada süzülmeleri pek sorun olmazdı belki; fakat zaten zar zor yakaladıkları yatağın üzerinde ateşli bir şekilde sevişirken kendilerini şehir merkezinde, etraflarına toplanan meraklı bir kalabalığın ilgi odağı olarak bulan yurttaşların sayısı da az değildi.
Böylece yerleşkelerimizi yerçekimsiz yerçekimli mekânlar hâline getirmek üzere çalışmalara yeniden başladık. Bunun için Dünya’nın bir kısmını daha harcamamız gerekmişti, artık dolgun bir hilâli andırıyordu; ama sonuçlar oldukça tatmin ediciydi: iç mekânlarda yarattığımız göreceli yerçekimi sayesinde eşyalar uçup kaçma huylarından vazgeçmişti. Kendimizle gurur duyuyorduk, ama görünüşe göre yurttaşlar bizimle aynı fikirde değildi; yerçekimsiz yerçekimli mekânlar yüzünden düşük yerçekimli ortamda sevişme zevkinden mahrum kalmışlardı. Böylelikle küçük zaferimizi kutlayamadan kolları yeniden sıvamak zorunda kaldık ve yerçekimsiz yerçekimli mekânların içindeki bir odayı düşük yerçekimli özel bölmelere dönüştürdük. Dünya’dan aldığımız küçük bir parça sayesinde elbette…
Sorunsuz geçen birkaç günün ardından tam her şeyin yoluna girdiğini ve partiye bizim de başlamamızın vaktinin gelip çattığını düşünmeye başlamıştık ki tepemize yeniden şikâyet videofonları yağmaya başladı. Uykularını alamıyorlardı, çünkü gece olmuyordu; gece olmuyordu, çünkü Yarınya dönmüyordu. Bir holo-basın toplantısı düzenleyip bunu açıklamaya, dönek bir dünya istemediğimizi hatırlatmaya çalıştık ve yurttaşları sağduyuya davet ettik. Onlar da bunun üzerine Yarınya’nın bir ibnelik peşinde olup olmadığını artık umursamadıklarını, tek istediklerinin deliksiz bir uyku çekmek olduğunu söyleyip bizi az laf çok iş yapmaya davet ettiler. Sağ duyumuzla ne yapmamız gerektiğini söyleyen birkaç yardımsever kişi de oldu tabii…
Artık gezegeni döndürmek için çok geçti, bu yüzden hep birlikte atmosferi değiştirmeye odaklandık. Birkaç günlük kuraklığa ve ufak çaplı bir tsunamiye yol açan bazı deneme-yanılmaların ardından güneş ışınlarını geriye yansıtıp gece oluşturan devasa boyutlarda, karmaşık bir perdeleme cihazı oluşturmayı başardık. Hatta bununla yetinmeyip her yerden görülebilen, daima dolunay biçiminde kalan ufak bir de ay inşa ettik. Dünya artık sadece tek bir ısırık alınmış değil, çöpüne kadar yenmiş bir elma gibi görünüyordu, fakat bunu zerre umursamadık.
Yaptığımız değişiklikler oldukça zahmetli olsa da buna değmişti. Sonraki birkaç hafta boyunca hiç şikâyet almadık, onu izleyen ay boyunca da öyle. Böylece nihai başarıya ulaştığımıza kanaat getirip son aşamaya geçtik: Dünya’nın geriye kalan kısmını, Tanrı’nın bizim gibi muhteşem yaratıklara layık gördüğü o kusurlu gezegeni parçalara ayırıp ait olduğu yere, uzaydaki en büyük çöp öğütücüye gönderdik. Yani güneşe… Ardından Yarınya’yı ondan boşalan yörüngeye oturtup ayı kendi eksenimize sabitleyerek ekstradan bir uyduya daha sahip olduk. Her şey sona erdikten sonra laboratuar önlüklerimizi bir kenara fırlatıp Yarınya’daki zevk ve sefa dolu hayatımıza bizler de resmen başladık.
Her şey muhteşemdi. Hayır… Muhteşem olan bizdik. Tanrı’nın sözde cennetine kavuşmak, oraya lâyık olduğumuzu kanıtlamak için yıllarca çabalamak yerine kendi cennetimizi kendimiz yaratmıştık. Üstelik bunu hak etmek için yapmamız gereken tek şey üstün insan ırkının bir bireyi olarak doğmaktı.
İlk yılımız aşırı sıcaklar dışında oldukça güzel geçti; neyse ki havayı istediğimiz gibi kontrol edebiliyor ve serin rüzgârlar yaratabiliyorduk, bu da işe yaramadığında güneş perdemizi indirip gecelere akma seçeneğimiz her zaman mevcuttu. Derken, ikinci yılımızın ortalarında sıcaklar dayanılmaz bir hâl almaya başladı, astro-robotlara göre Yarınya son iki yılın en sıcak yazını yaşıyordu, ki gezegen sadece iki yaşında olduğu ve sürekli yaz mevsiminde yaşadığımız için bu bize hiçbir şey ifade etmiyordu. Atmos-robotlar sıcaklığı katlanabilir bir seviyede tutmak için rüzgârları sürekli arttırıyor, bunun sonucunda da bütün kıtada ufak çaplı fırtınalar yaşanıyordu. Bakışlar hemen bize döndü elbette. Kısa bir toplantının ardından güneş perdesini birkaç aylığına sürekli kapalı tutmayı kararlaştırdık ve bu önerimizi yurttaşlara sunduk. İlk başlarda biraz tereddütle yaklaşsalar da bunun insanlık tarihinin ilk ve en uzun çift mehtaplı gece partisi olacağını da eklediğimizde önerimizi büyük bir şevkle kabul ettiler.
Parti o güne dek düzenlenmiş en mükemmel etkinlikti. Sınırsız alkol, yasaksız seks, yerçekimsiz danslar, bisikletle dolunaylardan birinin önünden geçip “Ev!” diye bağıranlar, yurttaşlardan birinin Heybeli adını taktığı yarımadadan mehtaba açılanlar… Sonunda, dört-beş ay sonra karanlıktan sıkılıp perdeyi indirdiğimizde karşılaşacağımız şey hakkında bir fikrimiz olsa bu kadar pervasız davranır mıydık bilemiyorum.
Bizi karşılayan şey güneşti. Her zamankinden daha büyük ve de daha parlaktı, âdeta bütün gökyüzünü kaplıyor ve gezegenin üzerindeki tüm su kaynaklarını damarlarımızda akanlarla birlikte hızla buharlaştırıyordu. Hemen laboratuarlara koşturduk. Önlüklerimizi giyme zahmetine katlanmadık, hatta üzerimizde ne varsa çıkarıp bir tek mayolarımızla kaldık. Buna rağmen içerisi inanılmaz derecede sıcaktı. Yaptığımız ölçümlere bakılırsa güneş perdemizin geri yansıttığı ışınlar güneşin kütlesini, dolayısıyla da çekim kuvvetini iyice büyütmüş, onu etrafındaki her şeyi kendisine çekerek yutan dev bir ateş topuna dönüştürmüştü. Büyük ihtimalle güneşe yolladığımız dünya kalıntıları da bu büyümede etkili olmuştu. Teleskoplarımız bize Plüton, Neptün ve Uranüs’ün çoktan güneş tarafından yutulduğunu, bu sayede kütlesinin iyice arttığını ve sıranın çok geçmeden bize geleceğini gösteriyordu. Parti sona ermişti.
Biz daha olayın şokunu atlatamadan gezegenin yüzeyindeki tüm işçi robotlar ya aşırı ısınma sonucu kısa devre yaptı ya da devreleri yandı. Bunun anlamı felaketti, çünkü ultra-faydalı cihazlarımızı bir avuç bilim adamı dışında çalıştırmayı bilen yoktu ve bu hâlleriyle über-faydasız birer hurdadan ibarettiler. Hemen acil durum pozisyonuna geçmemiz gerekiyordu, fakat yurttaşlarımızın bildiği bütün pozisyonlar yataktakilerden ibaretti.
Aksi gibi devasa boyutlara ulaşan güneş, düşük yerçekimimizi iyice sıfıra yaklaştırarak hareket etmeyi imkânsız hâle getiriyordu. Çok geçmeden gökyüzü kontrolsüz bir biçimde uçan filler, ikiz yataklar ve üstsüz güneşlenenlerle doldu. Tek bir çıkar yolumuz vardı, perdeyi kapatmak. Ama o da kaçınılmaz sonu hızlandırmak anlamına geliyordu. Yine de pek fazla seçeneğimiz yoktu; perdeyi kapattık ve malum günü kontrolsüzce uçarak beklemeye başladık.
Şimdi düşük yerçekimli odamda çaresizce oturur ve güneşin tepemizdeki gece perdesini her saniye biraz daha delişini izlerken her şeyi tüm çıplaklığıyla görebiliyorum. Tanrı, Dünya’yı bizim için yaratmıştı, bizler o gezegenin efendileriydik. Havasından suyuna, bitkilerinden hayvanlarına dek her şey emrimize amadeydi. Fakat değerini bilemedik, hem onu hem de onu yaratanı hakir gördük, yaptıklarımıza ses çıkarmamasını acizliğine yorduk. Gerçekte başardığımız tek şeyse yapmak için yaratıldığımız şeyi yapmaktı, yani kendi sonumuzu hazırlamak. Çünkü yaratmak tanrıya, yok etmekse biz insanlara özgüdür. Yarınya ve Dünya’nın yanı sıra tüm güneş sistemini küle dönüştürüyor olmamız bunun en büyük kanıtıdır herhâlde.
Eh, en azından öteki tarafa mükemmel bir şekilde bronzlaşmış olarak gideceğiz.
– Son –
0 comments:
Yorum Gönder