1 Temmuz 2009 Çarşamba

Göl halkı (Bölüm 3)

Ertesi sabah erkenden uyandılar. Büyücünün aklına yapabileceği son bir iyilik daha gelmiş olacak ki şövalye dışarı çıktığında köşkün kapısında kendini bekleyen beyaz bir atla karşılaşmıştı. Üzerinde tek bir leke bile olmayan, kuvvetli ve asil görünüşlü bir hayvandı. Eğerine ufak bir erzak paketi bağlandığını gören şövalye minnetle Marvin’e baktı ve teşekkür etti. Büyücü önemli olmadığını göstermek için basit bir el hareketi yaptı ve “Saçmalama. Benim için yaptığın onca şeyden sonra bunların lafı bile olmaz.” dedi. Şövalye çevik bir hareketle ata bindi ve Marvin’le samimi bir şekilde el sıkıştılar. “Sanırım en hızlı şekilde balıkçı kasabasına gitmek isteyeceksin. Ama benim tavsiyeme uyacak olursan, senin yerinde olsam ilk önce Viran Kent’e bir uğrardım.” dedi büyücü göz kırparak. Ardından da şövalyeyi soran gözlerle bırakarak köşkün kapısına yöneldi ve dostuna el sallayarak “Haydi yola koyul artık. Seni bekleyen bir görev var.” dedi. Şövalye bu lafı ikiletmedi ve atını hafifçe mahmuzlayarak yolculuğuna başladı.

Cesur Şövalye gerçekten de en kısa sürede Semmak’a ulaşmak istiyordu. Bunun için köşkten çıkar çıkmaz kuzey doğu yönüne ilerlemesi gerekiyordu. Ama büyücünün imalı sözleri içinde fokur fokur fokurdayan bir merak uyandırmıştı. O yüzden atını kuzey doğudaki geçide sürmek yerine güneye, Viran Kent’e doğru yöneltti. Kentle köşkün arası pek fazla değildi. Kısa bir yolculuğun ardından kentin eteklerine varmıştı bile. Kentin geniş kapılarından yavaşça geçtiler. Hareketli ve oldukça sevimli bir yerdi burası. Orada burada karşılaştığı birkaç kişinin ona hayranlık ve saygıyla baktığını gördüğünde bunu üzerindeki zırha bağladı. Fakat biraz daha ilerledikçe herkesin kendisine selam verdiğini hatta bazılarının o geçerken saygıyla eğildiğini fark etti hayretle. Onun gelişi ağızdan ağza dolaşıyor ve insanlar onun geçişini görmek için kapılara ve pencerelere doluşuyordu. “Neler oluyor burada böyle? Bu insanlar neden bana böyle davranıyorlar?” diye mırıldandı kendi kendine.
“Anlaşılmayacak bir şey yok canım.” diye ciyakladı kılıç, o tiz sesiyle. “Beni görmek için can atıyorlar elbette ki. Balıkçının söylediklerini unutuyorsun. Ne de olsa ben meşhur biriyim. Ah, şöhret...” Şövalye bu abartılı yoruma ve kılıcın kendini beğenmişliğine gülümseyerek karşılık verdi. Yine de bu insanların kendisini nereden tanıdıklarını bilmek isterdi. Bunun cevabını ise kent meydanına geldiğinde buldu. Tam meydanın ortasında Marvin ve şövalyenin sırt sırta vermiş, görünmeyen bir tehditle savaşan bir heykeli dikilmişti. Şövalye şaşkınlıkla heykele bakakalmıştı. Marvin sihirli değneğini büyü yapmaya hazır bir şekilde kaldırmış, şövalye ise büyülü kılıcını bir darbeyi savuşturur gibi başının üzerine kaldırmış biçimde tasvir edilmişti. Çok gerçekçi görünüyordu, sanki büyü ile yapılmış gibi… Şövalye sakalını sıvazlayarak “Marvin’in işi olmalı...” diye mırıldandı.
“Evet, öyle olmalı. Baksana bana, benim gibi bir kılıcı bile birebir modellemişler. Çok zor bir iş. Muhteşem görünüyorum!” dedi kılıç çılgın bir kahkaha eşliğinde. Şövalye yine yorum yapmamayı tercih etti. Kılıçla uğraşamayacak kadar keyfi yerindeydi. Tam heykelin altında bakır renkli bir tablette çarptı gözüne. Üzerinde şunlar yazılıydı; “Kentimizin üstüne çöken belayı savuşturan ve yeniden kurulmasını sağlayan kahramanlar adına dikilmiştir.” Şövalyenin gururla göğsü kabardı ve etrafını saran halka minnet dolu gözlerle baktı. Tek elini kaldırarak hepsine selam verdi ve tezahüratlar eşliğinde atını şaha kaldırıp kenti dörtnala terk etti. Kimsenin kendisini sulu gözlü biri olarak hatırlamasını istemezdi.

Kılıcın hiç bitmeyen gevezelikleri eşliğinde geçen birkaç saatin sonunda Der-bend geçidine varmışlardı. Sarp geçit, Ra’n Dağları arasından geçip dağın diğer tarafına, Zifir Deniz’in hemen kıyısına açılıyordu. Oradan kuzey batıya doğru yaklaşık bir günlük mesafe sonunda Semmak kasabasına ve Uzun Göl’e ulaşılıyordu. Geçidi görür görmez kılıç “Vay canına! Şu geçide bak. Pusu kurmaya ne kadar da elverişli. Buraya bayıldım!” diyerek çılgın kahkahalar atmaya başladı.
“Kes sesini! Dağlardaki tüm uğursuz yaratıkları başımıza toplayacaksın.” diye fısıldadı şövalye öfkeyle.
“E daha iyi ya işte! Hey! Biz geldik!”
“Şşşt!”
“İyi, aman, tamam. Hiç eğlenceli değilsin” diye mızmızlandı kılıç.
Şövalye burnundan soluyarak “Eğlenceymiş, hıh…” dedi ve atını temkinli bir şekilde dar geçide doğru sürmeye başladı.

Geçit gerçekten de tuzak kurmak için biçilmiş bir kaftandı. İki kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar olan yol kıvrıla kıvrıla ilerliyordu. Bu yüzden bir sonraki dönemecin ardında ne olduğu görülmüyordu. Her iki yanda gökyüzüne doğru metrelerce uzanan taş duvarlar ise güneşin sıcacık kollarının buraya ulaşmasını engelliyor, geçidin karanlık ve kasvetli görünmesine yol açıyordu. Geçidin ortalarına doğru yaklaştıkları sırada birden garip bir ses geldi kulaklarına. Bir kuş ötüşü gibiydi ama oldukça kaba bir kuş olacaktı ki sesi oldukça hırıltılıydı. Biraz daha öteden, sese yanıt mahiyetinde başka bir kuş kaba kaba öttü. Ardından da oldukça detone bir horoz ötüşü yankılandı geçidin ilerisinde. Seslerin hepsi bir garipti ama bu sonuncusu şövalyenin “Horoz mu? Burada mı?” diyerek tek kaşını kaldırmasına neden olmuştu. Bir anda uzaktan gelen yankılı bağrışmalar duyulmaya başladı. İki kişi gırtlaktan gelen bir sesle tartışıyor gibiydiler.



“Sen var salak olmak! Şef var haberleşme işareti kuş demek!”
“Asıl sen salak olmak! Horoz da bir kuş olmak!”
“Ama horoz dağ kuşu olmamak! Sen hiç bir şey bilmiyor!”
“Ben bir şeyi çok iyi biliyor! Dil koparmak! Senin dili…”


Şövalye sesleri tanımıştı. Ortak lisanı hiç kimse bu kadar kötü konuşamazdı. “Goblinler! Bu bir tuzak!” diyerek kılıcını hızla kınından çekti.
“Yaşasın! Bu çok eğlenceli olacak.” dedi kılıç hevesle.
Şövalyenin kılıcını çekmesiyle birlikte dağın tepesinde bir yerlerde davullar çalmaya başladı. Alarm verilmişti. Daha ne olduğunu anlayamadan, bir anda hem önlerinden hem de arkalarından onlarca goblin savaş çığlıkları atarak hızla üzerlerine doğru koşmaya başladı. Kiminin ellerinde eğri ağızlı kılıçlar kiminin ellerindeyse mızraklar vardı. Şövalyenin atı korkuyla şaha kalktı. Atın üzerinde fazla duramayacağını anlayan şövalye çevik bir hareketle yere atladı ve sırtını geçidin bir duvarına vererek ilk saldırganları karşılamaya hazırlandı.
“Gelin bakalım! Geleceğiniz varsa göreceğiniz de var!” diyerek sert bir hareketle ilk goblinin başını gövdesinden ayırdı.
“Evet, işte bu!” diye çığlık attı zevkten dört köşe olan kılıç.
Goblinlerin deneyimli şövalye karşısında hiç şansı yoktu. Seri ve isabetli kılıç darbeleriyle vuruş mesafesine giren her bir yaratığı şişliyor, karşı saldırıları ise başarı ile savuşturuyordu. Önce biri düştü, sonra diğeri… Kısa bir süre içinde şövalyenin ayaklarının dibinde bir düzineden fazla ölü goblin yatıyordu bile. Bu şiddetli savaşçının gazabı ile karşılaşmak istemeyen goblinler saldırılarını yavaşlattılar ve geri çekilerek şövalyenin etrafında yarım bir çember oluşturmaya başladılar. Birkaç tanesi mızraklarını fırlatarak şövalyeyi vurmayı denedi ama bir-iki çevik hareket ve bir kılıç darbesiyle mızraklar zararsız bir şekilde yere düşüverdi.
“Eee?! Ne bekliyorsunuz? Saldırsanıza…” diye bağırdı kılıç. Ama goblinler dövüşmeye pek istekli değildi. Çemberi daraltarak ve küfürleşerek bekliyorlardı sadece.

O kısa sürelik bekleyiş içerisinde şövalye karşısındaki yaratıkların iki farklı kabileden oluştuğunu fark etti. Bir kısmı tanıdıktı, ormanın civarında daha önce gördüğü, ormana uyumlu renkler giymiş goblinlerdi. Diğerleri ise tamamen farklı kıyafetlere bürünmüşlerdi. Kahverengi renkleri ağırlıkta olan, dağlara uyumlu renkler vardı üzerlerinde. “Bu yüzden aralarında ortak lisanı kullanıyorlar.” diye mırıldandı kendi kendine. Birden atının kişnemesini duydu ve sesin geldiği tarafa doğru baktı. Atının da kendisi gibi ama kendisininkinden daha küçük bir çembere alındığını gördü. Tam o bakarken atı, arkasından yaklaşmakta olan bir gobline isabetli bir çifte atarak yaratığın sert bir biçimde duvara yapışmasına neden oldu. Şövalye gülümseyerek “Aferin oğlum.” diye mırıldandı. Bakışlarını tekrar önüne çevirdiğinde ise gördüğü manzara karşısında gülümsemesi soluverdi.

Çemberin en önündeki goblinler kenara çekilmiş, yeni gelen oldukça iri başka bir gobline yol veriyorlardı. Yaratığın iriliğine ve diğer goblinlerin onun yolundan kaçmak için birbirlerini ezmelerine bakılırsa gelen liderleriydi. Üzerindeki kıyafetlerin daha gösterişli olması, yani en azından bir gobline göre daha gösterişli olması ve belindeki devasa kılıç da bunu doğrular nitelikteydi. Onun çembere girmesiyle birlikte diğer goblinler mızraklarını ve ayaklarını sertçe yere vurarak tempo tutmaya başladılar. Hep bir ağızdan Graakar! Graakar! Graakar! diyerek bağırıyorlar, şefleri ise kollarını iki yana açmış kükreyerek tezahüratları kabul ediyordu. Sonra yavaşça şövalyeye döndü ve bir parmağını suçlarcasına kaldırarak konuşmaya başladı. O konuşmasına başlar başlamaz diğer yaratıkların hepsi susmuştu. “Ben Graakar!” dedi tek elini geniş göğsüne vurarak. “Ben var bu klanın lideri olmak. Ben var eskiden yaşlı ormanın kralı olmak. Ama parlak zırh beni ve halkımı ormandan kovmak. Halkımı öldürmek… Biz ormandan kaçmak. Biz büyük köşke sığınmak, süpürgeli kadın ile anlaşma yapmak. Ama parlak zırh bizi takip etmek. Cadıyı yenmek, bizi yine yuvadan kovmak. Sonra biz buraya gelmek, dağdaki akrabalarla birleşmek. Ben liderlerini yenmek, iki kabilenin kralı olmak!” Kalabalıktan coşkulu bir tezahürat koptu. “Biz burada mutlu. Yolculara saldır, kır, parçala. Yemek bol, güneş yok." dedi. Sonra kılıcını yavaşça kınından çekti ve "Ama parlak zırh yine gelmek…” dedi tıslayarak ve kırmızı gözlerini tehlikeli bir biçimde kısarak. “Parlak zırh bu kez hata yapmak. Çünkü Graakar bu kez kaçmayacak. Graakar intikamını alacak!” diyerek kükredi. Kalabalık coşkuyla haykırdı ve çılgın gibi tekrar tempo tutmaya başladı.
Şövalye kılıcını savunma pozisyonuna alarak “Dövüşmek istiyordun değil mi? Al sana dişine göre bir rakip. Kendini göstermek istiyorsan tam zamanı efendi kılıç.” dedi.
“Merak etme, bana güven. Eğlence zamanı!” diye bağırdı kılıç. Graakar devasa kılıcını savurarak hızla ileri atıldı. Şövalye bu darbeden ancak kılıcın altından takla atarak kaçabildi. Hızla arkasına döndü ve ikinci darbeyi de kılıcı ile karşıladı. Darbe o kadar kuvvetliydi ki, az kalsın kılıcını elinde düşünüyordu. “Ovv! Bu acıttı!” diye mızmızlandı kılıç. Graakar arka arkaya güçlü darbeler indiriyor, şövalyenin savunma pozisyonundan çıkabilmesine izin vermiyordu. Coşkulu kalabalık iyice heyecanlanmış, liderlerinin savurduğu her kılıç darbesiyle birlikte tezahüratlarının temposunu arttırıyorlardı.
Şövalye bir darbeyi daha başarı ile savuşturduktan sonra “Umarım eğleniyorsundur.” diye sordu kılıcına, kalabalığın gürültüsünü bastırmak için bağırarak.
“Deli misin? Tabii ki çok eğleniyorum! Nı-ha-ha-ha!” diyerek kahkahalar attı.
“Son saniye önerin yoktur herhalde?”
“Aslına bakarsan var. Güçlü ama hantal! Hızlı hareket edemiyor, bunu avantajına kullan!”
“İyi fikir…” diye mırıldandı şövalye ve kılıcı kullanma hızını yavaş yavaş arttırmaya başladı. Az sonra savunmadan çok saldırı yapar olmaya başlamıştı. Graakar bu duruma çok öfkelendi ve kükreyerek saldırılarının kuvvetini arttırdı. Şövalye bu saldırıları da başarıyla karşıladı. Bu goblin liderinin daha da öfkelenmesine yol açtı. Sonunda iri goblin giderek artan öfkesine yenik düşerek şövalyenin başına doğru çok kuvvetli bir darbe savurdu. Çok kuvvetli ama dengesiz bir darbe… Şövalye bu kez darbeyi kılıcıyla karşılamak yerine çabucak eğildi ve vuruşun boşa gitmesini sağladı. Graakar bunu beklemiyordu. Dengesiz vuruşu yüzünden sendeledi ve savunmasında bir anlık boşluk verdi. Bu boşluk şövalye için yeterliydi… Graakar önce bacaklarının arkasında yakıcı bir his duydu ve dizlerinin bağının çözüldüğünü hissederek yere çöktü. Ardından başında büyük bir acı ve sonsuz karanlık…

Goblinlerin tezahüratı anında sona erdi. Yaratıklar inanamaz bakışlarla yerde ölü yatan liderlerine ve şövalyeye bakıyorlardı. “İşte bu kadar!” diyerek bir zafer çığlığı attı kılıç. Şövalye soluk soluğa, yorgun bir şekilde gülümsedi. Sonra gür kaşlarını çatarak kalabalık goblin çetesine doğru döndü. Goblinler onun çatık kaşları karşısında tereddütle bir adım gerilediler. Kılıç tiz sesiyle “Sıradaki lütfen!” diye bağırdı. Bu sözle birlikte goblin çetesi korkuyla, arkalarına bile bakmadan koşarak dağıldılar. “Hey, daha yeni başlamıştık ama…” diye hayıflandı kılıç mutsuzca.
Şövalye hiç de aynı görüşte değildi. “Bence bu kadarı yeter de artar bile. Cesaretlerini toplamadan hemen buradan gidelim.” diyerek atının olduğu yöne doğru koşmaya başladı. Neyse ki atı bu arbededen zarar görmeden kurtulmuştu. Etrafında baygın yatan birkaç goblin olduğu halde yerleri sinirli sinirli eşelemekle meşguldü. Şövalye elinden geldiği kadar çabuk bir şekilde atına atladı ve geçidin çıkışına doğru dörtnala sürdü.


Beyaz At fotoğrafı / White Horse photo by vadalein
Dağ geçidi Petra, Ürdün / Narrow Passage photo @ Petra, Jordan

14 comments:

Pabuc dedi ki...

evettt hikayenin devamı yazılmış bu sefer uzun diye ilk başta bırakmadım okudum bi solukta bitirdim:))betimlemelerin çok iyi bu birrrr..bir de GOHOR kitabını okumuşmuydun bu bölümün bana o kitabı hatırlattı biraz(cık)..
Bir de bunu söylemeden geçemeyecem o pis MARVİN de pek pinti çıktı:)))gelecekten klima getirmeyi biliyor da sana bir de silah bulsaydı ya:) krktum bir an Graakar şovalyeyi yenecek diye:))
Sağlıcakla kal kalemine sağlık..

mit dedi ki...

Öncelikle üşenmeyip okuduğun ve yine üşenmeyip üzerine bir de yorum yaptığın için çok teşekkür ederim.

Gohor'u ilk defa senden duyuyorum. Google'dan araştırdım hemen :) Eski bir dostu, Aşkın Güngör'ü karşımda bulunca dumur oldum. Sayende yeni birşey keşfetmiş oldum, sağol DBP. Hemen gidip bu kitabı okumalıyım :) Bi ara bizim ihtiyar Marvin'i sana sevdirmenin bi yolunu bulmam lazım bi de :)

Her seferinde espirili yorumlarınla beni gülümsettiğin için ayrıca teşekkürler. Sende sağlıcakla kal...

Pabuc dedi ki...

:)) tebessüm ettirebildiysem ne mutlu..özellikle verdiğim kitabı merak edip araştırman bni çok memnun etti sanırım o kitabı seversin senin yazım tarzına bnziyor çünkü..
O pinti Mravin ağzıyla kuş tutsa yaranamaz bana:))
Hem şovalyeyle nasıl dost olduklarınıda başka bi bölümde anlatırsan seviniriz:) zira o pinti kendine nasıl dost buldu hyret ediyorum:))

mit dedi ki...

Şövalye ve Marvin'in tanışma hikayeleri "Mutluluk İksiri" isimli hikayede başlıyor. Blog sayfamda var bu hikaye. Ama o zamanlar Marvin daha Marvin adını almamıştı, bilge kişi diye geçmişti o hikayede. Sonra "Uzak diyarların birinde" isimli hikaye geliyor. Sonra da "Göl halkı", yani bu...

Pabuc dedi ki...

açıklama için teşekkürler..inş. bu öykülerini kitap haline getirirsin..

mit dedi ki...

İnşallah... Neden olmasın? Ben de güzel temennilerin için teşekkür ederim ;)

Adsız dedi ki...

mit kalemine sağlık,yüreğin dert görmesin.harika bir hikaye.resimlere de bayıldım.hele beyaz at bir harikaa.dördüncü bölümü bir daha okuyayım.sevgiler.

mit dedi ki...

Teşekkürler. Resimleri elimden geldiğince özenle seçmeye gayret ediyorum. Ama bazen konuyla alakalı bir çalışma bulmak zor oluyor. Tekrar teşekkürler...

Hazal dedi ki...

Not:yarısına geldim. bitirince tamamına yorum yapacağım. uzun zamandır yorum yazmayınca kendimi hain gibi hissettim ne yalan söyliyim :P. İşte bu yüzden ayrısını okudupumu belirtmek istedim :D. Yoksa saçma değil mi, biri kalkmış yarısını okudum devam edeceğim diyor :P.

mit dedi ki...

Uzun zamandır hikayeye devam etmiyorum bende. Sonu yok şimdilik,
söylemedi demeyin sonra :)

Hazal dedi ki...

Okudum ve bu bölümü de bitirdim.

Cesur Şövalye'yi giderek daha çok seviyorum. Genç bri yerine emekli olmuş, orta yaşlarda biri olması bana en başından beri ilginç gelmişti zaten. Bu onu daha çok sevmeme neden oldu son zamanlarda.

Duygusallığını da öğrenmiş olduk bu bölümde :). Heykelini görünce gözlerinin dolması ve halk görmein diye uzaklaşması çok güzeldi.

Goblinlerin lideri için hobgoblin diyebilir miyiz? Normal bir goblinden daha yapılı ve zekiler ya siz de biliyorsunuzki, o nedenle hobgoblin mi bu acaba diye düşündüm soruş olayım bunu da yazarımıza :D.

Kılııcn çoşkusu da çok güzeldi. Nıhahaha! dediği yere çok güldüm :D. iyice kendinden geçti. Ama bu kılıç Cesur Şövalye'nin ölümüne de neden olur bu gişile. Herkesi kendine rakip seçiyor :D.

Bu arada Goblinleri kestikten sonra pek bir mutluydu. Ama bu benim aklıma goblin kokusyla ilgili bir şey geitrdi. Hani Tasslehof Flint'in hançerini çalıp onla bir goblin öldürdğünde Tanis'e onu istemediğini söylemek için şöyle demişti:
"Bilirsin kokusu asla çıkmaz"

Eğer bu durum sizin hikayenizde de geçerliyse bizim kendinden geçen kılıcımız(çok sevdim onu!) cesur şövalyeye kokulu anlar yaşatacak :D

mit dedi ki...

Teşekkürler Hazal. Sizin kadar olmasa da ben de elimden geldiğince bir şeyler karalamaya çalışıyorum işte... Gerçi şu son zamanlarda bu işi biraz boşladım.

Goblin ya da Hobgoblin, canınız nasıl isterse öyle hayal etmekte serbestsiniz. İşi biraz da okuyucunun hayalgücüne bırakmalı, boşlukları kendi keyiflerine göre doldurmalarına izin vermeli ;) (Aslında hobgoblin, evet. Ama türler ve evrenler hakkında herkes yeteri bilgiye sahip değil. Fazla karıştırmamaya ve sade olmaya gayret ediyorum. O yüzden goblin deyip geçtim.)

Bizim goblinlerimiz kokusuz olanlardan, içiniz rahat olsun. Gönül rahatlığıyla kesip biçebilirsiniz :)

Uzuuuun ve keyifli yorumunuz için tekrar tekrar teşekkürler.

Muhammed Alperen İmamoğulları dedi ki...

Ne kadan mikemmel bi bölüm olmuş mit ! :D Ellerine sağlık abicim...

mit dedi ki...

Sağol Alperen :) Beğenmene çok sevindim. (ben de hep aynı cevabı mı veriyorum ne? :D )