12 Temmuz 2009 Pazar

Göl halkı (Bölüm 4)

Semmak kasabasına gece erken çökmüştü. Kasabada orada burada yanan meşale ışıkları ve dolunayın solgun ışığı dışında hiçbir ışık kaynağı yoktu. Zaten birkaç nöbetçi dışında uyanık olan kimse de yoktu. Gölde avlanmaya gidemedikleri için işleri oldukça azalan ve moralleri oldukça düşen halk erkenden yatmış ve huzursuz bir uykuya dalmıştı. Huzur uzun zamandır uğramıyordu bu kasabaya… Kasabaya giriş bir ırmak üzerinden geçen uzun bir köprüyle sağlanıyordu. Köprünün sonunda ise bir çift ağır ahşap kapı bulunuyordu. Uzun zamandır diyarlarda pek fazla savaş olmadığından kapılar hep açık dururdu. Ama kapı başında daima bir nöbetçi bulunurdu. Bu gece kapıyı koruyan nöbetçi düşmanlardan çok uyku ile savaşmakla meşguldü. Ağzını ardına kadar açarak esnedi. Oturduğu yerde şöyle bir gerindi ve uykusunu dağıtmak için ayağı kalkıp başını silkeledi. “Nöbet tutmaktan nefret ediyorum.” diye homurdandı. “Sanki bu lanet kasabada anormal bir şey olması mümkünmüş gibi bir de nöbet tutturuyorlar.” Esnemesine engel olamayarak bir kez daha gerindi. Sağına soluna dikkatlice bakıp gelen gidenin olmadığından iyice emin oldu. Sonra tıpkı daha önceki nöbetlerinde çaktırmadan yaptığı gibi, mızrağına yaslanmış bir şekilde uyuklamaya başladı. Karanlıkta köprüye tırmanan siluetleri göremedi. Bu siluetlerden birinin kendisine doğru sürüklenerek geldiğini de göremedi, kalbine doğru saplanan keskin hançerin ay ışığı altındaki parıltısını da... Ve bu onun son uykusu oldu.

Az sonra kasaba kapısından içeri düzinelerce karanlık şekil girmekteydi. İnsan gibi görünüyorlardı ama kambur duruşları ve arkalarında uzanan uzun kuyrukları öyle olmadıklarını gösteriyordu. İçlerinden biri, muhtemelen liderleri gruptakilerin bir kısmına evleri göstererek harekete geçmelerini işaret etti. Diğerlerine ise devriye atan nöbetçileri işaret edip bir boğaz kesme hareketi yaptı. Gruptakiler bu emirleri parlak sivri dişlerini açığa çıkaran vahşi bir sırıtma ile kabul ettiler. Ardından hızlı ve sessiz bir biçimde köyün içerisine dağıldılar.

Nöbetçileri etkisiz hale getirmekle görevli grup sessizce, gölgeden gölgeye geçerek devriyeye yaklaştı. Uygun bir saldırı noktası bulup orada sabırsızca beklemeye başladılar. Devriye grubunun meşale ışıkları köşeden yansımaya başladığında birbirlerine baktılar ve mızraklarını çekip pis pis sırıttılar. Devriye, yanlarından hiçbir bir şeyin farkında olmadan yavaşça geçip gitti. Şimdi sırtları varlığından haberdar bile olmadıkları saldırganlarına dönüktü. Yaratıkların gülümsemeleri genişledi ve sessizce saldırıya başladılar. Tam en arkadaki nöbetçiye yetişmişlerdi ki arkalarındaki evlerin birinden korku dolu bir feryat kopuverdi.

“İmdaaaaat! Yardım edin, imdat!”

Nöbetçiler refleksif olarak anında sesin geldiği yöne döndüler ve arkalarından sinsice yaklaşan saldırganlarla yüz yüze geldiler. Yaratıklar bu sürpriz gelişme karşısında bir anlığına duraksadılar, sürpriz saldırı avantajlarını kaybetmişlerdi. Karşılarındaki düşmanı gören nöbetçilerin ise gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Ama toparlanmaları uzun sürmedi ve çabucak kılıçlarını çekip alarm verdiler. “Alarm! Uyanın! Kasaba saldırı altında! Sahuagin! Bunlar Sahuagin!”

Kasabanın her yanında alarm çanları çalmaya başladı. Eli silah tutan tüm erkekler kılıçlarını, baltalarını ve mızraklarını kuşanıp sokağa fırlarken anneler de çocuklarını alıp saklanmak için uygun bir yer arıyordu. Nöbetçiler ve kasabanın diğer erkekleri hızla toplanıp kasabaya gizlice girmiş yaratıkların üzerlerine çullandılar. Ama Sahuaginler savaşçı bir ırktı. Savaşmak için yaşarlar ve kendilerinden farklı olan tüm ırklara karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir nefret duyarlardı. Kan için savaşırlardı, savaşmaktan büyük zevk alırlardı. Maalesef balıkçı kasabasının cesur halkı için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Sahuagin ırkı rakiplerine oranla sayıca az olmalarına rağmen vahşi saldırıları ve savaş hünerleri sayesinde kısa zamanda bu dezavantajlarından kurtulmuştu bile. Ellerinde çuvallar olan bir grup Sahuagin diğerleri ile birleşti ve hep beraber kasaba çıkışına doğru yollarını açmaya başladılar. Görünüşe göre taşıdıkları çuvallarda kasaba ahalisinden tutsaklar vardı. Bu görüntü kasaba halkının korku ve telaşla paniklemesine ve sevdiklerini kurtarmak uğruna kontrolsüzce saldırmasına yol açmıştı. Bu yaratıkların işine gelmişti. Rakiplerini bir bir indiriyorlar ve aldıkları her canla birlikte yüzlerindeki vahşi sırıtma giderek büyüyordu. Kapılara nerdeyse varmışlardı. Durum onların lehineydi.

Sonra birden kasabanın kapısından dörtnala yaklaşan bir atın sesi duyuldu. Sahuaginler omuzlarının üzerinden geriye baktıklarında beyaz bir atın üzerinde, parıldayan zırhı içerisinde öfkeli bir adamın kendilerine doğru hızla yaklaşmakta olduğunu gördüler. Adam kılıcını çekip bir savaş narası attı ve hızla Sahuaginlerin ortasına daldı. Yaratıklar bu ani saldırı karşısında bozguna uğrayarak dağıldılar. Şövalye hiddetle kesip biçiyor, kılıcı ise kahkahalar atıyordu. Beklenmeyen kurtarıcının gelişiyle birlikte kasaba halkı ümitle bir kez daha sarıldı silahlarına. Ve bir kez daha yüklendiler Sahuagin hatlarına. Her şey birdenbire tersine dönmüş, Sahuaginler elde ettikleri üstünlüğü bir anda kaybetmişlerdi. Çatışmayı kaybedeceklerini anlayan Sahuagin lideri kendi garip lisanlarında bir şeyler haykırdı. Onun haykırışı ile birlikte diğer Sahuaginler hızla ellerini gözlerine siper ettiler. Aynı anda Sahuagin lideri yere miskete benzeyen küçük küreler fırlattı ve ortalık birdenbire çok parlak bir ışığa boğuldu. Şövalye elleriyle gözlerini siper ederek “Lanet olsun! Hiçbir şey göremiyorum!” diye bağırdı. Etrafında koşuşturmacalar ve acı dolu çığlıklar duydu. Kalbi küt küt atmaya başladı. Bir an önce kendine gelmezse acı bir sonla karşılaşacağının farkındaydı. Derken ensesindeki tüylerin diken diken olmasına neden olan bir tıslama hissetti hemen sağında. Aynı anda kılıcı “Dikkat! Eğil!” diye bağırdı telaşla. Şövalye bu sözü ikiletmedi ve hızla kendini yere attı. Tam üzerinden geçen bir kılıç darbesinin havayı sertçe yardığını hissetti ardından. Eğer tam zamanında kendini yere atmamış olsaydı belki de o darbenin etkisiyle ölmüş olacağını düşünerek yutkundu. Sahuagin liderinin bağıran sesi duyuldu tekrar. Ardından ahşap zemin üzerinde koşan çıplak ayak sesleri ve ağır bir şeylerin suya çarpma sesleri geldi. Sonra sessizlik…

Sonsuz gibi görünen birkaç dakika sonunda şövalyenin görüşü yavaş yavaş düzelmeye başladı. İyice görmeye başladığında yattığı yerden doğrulup etrafına baktı ve gördüğü manzara karşısında görüşünün hiç düzelmemiş olmasını diledi. Etrafı cansız yatan insan ve Sahuagin bedenleriyle doluydu. Kendisi hariç kapılarda dövüşen herkes ölmüştü. Üzüntü içerisinde etrafına bakarken meşaleler taşıyan bir grup kasabalının koşarak bulunduğu yere yaklaşmakta olduğunu fark etti. Kalabalık kısa sürede olay yerine vardı ve gördükleri manzara karşısında şok olarak oldukları yerde kalakaldılar. Sevdikleri, tanıdıkları insanların yarı balık yarı insan yaratıklarla yerde cansız uzandıklarını gördüler acıyla. Kimisi elindeki kılıcı bir kenara atıp gözyaşlarıyla birinin başına çökerken kimisi de sevdiklerinin adını haykırarak onları bulma ümidiyle sağa sola koşturmaya başladı. Sadece kalabalığın başını çeken, saçları ağarmış, parlak gözlü bir adam yerinden kıpırdamamıştı.

Adam, bir süre sessizliğini koruyarak yerdeki kayıplarına baktı acı acı. Sonra bakışlarını şövalyeye çevirerek “Sen bizim ihtiyar balıkçının bulmak için kasabayı terk ettiği kahraman olmalısın.” dedi. Şövalye olumlu anlamda başını sallamakla yetindi. Etrafında yatan bunca masum ceset varken kendini pek de kahraman gibi hissetmiyordu. “Ben Veskel. Kasaba meclisinin başkanıyım.” diye devam etti adam. “Size daha iyi bir karşılama sunmak isterdim ama…” diyerek ellerini manalı bir biçimde iki yana açtı.
“Ben bundan daha iyi bir karşılama düşünemiyorum. Harikaydı!” dedi kılıç mutlulukla kıkırdayarak. Veskel kaşlarını kaldırarak kılıca baktı. Şövalye “Siz ona bakmayın. Kesebildiği bir şeyler olduğu sürece onun için sorun yoktur. Kayıplarınız için üzgünüm.” dedi kibarca.
Veskel anladığını belirten bir hareket yaptı ve “Elinizden geleni yaptığınızı biliyorum.” dedi. “Sizi dövüşürken gördüm. Daha önce yardımınıza gelmek isterdik ama kasabanın içerisinde de bu yaratıklardan mevcuttu. Onlarla ilgilenmemiz gerekiyordu. Hayatta olduğunuz için şanslısınız. Sahuaginler kimseyi kolay kolay sağ bırakmazlar.” diye ekledi ardından. Sonra ayağı ile yerdeki yaratıklardan birini dürterek “Sahuagin…” diye mırıldandı. “Demek gölde kayıklarımızı batıran ve halkımızı kaçıranlar Sahuaginlermiş. Ama neden? Ve burada ne işleri var?”
“Bir nedeni olması gerekmez. Sizin de bildiğinizi tahmin ettiğim gibi Sahuaginler tüm yeryüzü sakinlerinden nefret ederler. Sizin yemek ve zevk için balıkları avladığınız gibi onlarda aynı sebeplerden bizleri avlar.” dedi şövalye. “Gölün dibinde yeni bir yerleşim yeri kurmuş olmalılar.” diye fikir yürüttü sakalını sıvazlayarak.
“Halkımdan bazılarını kaçırdılar. Kaçarken omuzlarında içinde insanlar olan çuvallar vardı. Benim insanlarım! Onlara yardım etmemiz gerek.” dedi Veskel, tek elini yumruk yaparak.
“Merak etme. Size yardım edeceğim. Bunun için buradayım.” dedi şövalye, adamı sakinleştirmek için bir elini onun omzuna koyarak.
“İyi ama onlar çok kalabalık. Tek başına ne yapabilirsin ki?” diye umutsuzca sordu Veskel.
“Tek başına olduğunu da kim söylemiş? Ben varım ya!” diye itiraz etti kılıç, oldukça gücenmiş bir ses tonuyla. Bu yorum iki adamın da hafifçe gülümsemesine ve gerginliğin bir nebze de olsa azalmasına neden olmuştu.
“Bak Veskel. Endişelerini anlıyorum ama burada tartışarak geçirdiğimiz her saniye kaçırılan dostlarınızın aleyhine işliyor. Birilerinin bir şeyler yapması gerekiyor ve o kişilerin arasında öyle ya da böyle ben de olacağım. Aranızda savaş deneyimi olan birileri var mı?” dedi soran gözlerle adama bakarak.
Veskel’in olumsuz anlamda başını salladı ve “Hayır, biz savaşçı bir halk değiliz. Ama kaçırılanların tek umudu bizken burada hiçbir şey yapmadan da duramayız. Göl ve çevresini en iyi bilen birkaç adamımı yanına vereceğim. Ayrıca kılıç kullanabilen birkaç gönüllü bulabileceğimi de sanıyorum. Ne dersin? ”
“Tamam ama en kısa zamanda yola çıkmamız gerek. O yüzden acele edin.” dedi. Veskel anladığını belirtmek için bir kez kafa salladı ve koşarak oradan ayrıldı. Şövalye, bir müddet adamın arkasından baktı. Sonra arkasından bir yerlerden duyduğu hafif kişneme ile kendine geldi ve kendisini beklemekte olan atına doğru ilerledi. “Merhaba oğlum. İyi misin?” diye sordu şövalye usulca. At, onu gördüğüne memnun gibi görünüyordu. Burnuyla şövalyeyi hafifçe dürttü. Şövalye atın yelesini nazikçe okşarken hızlıca hayvanda bir zarar olup olmadığını kontrol etti. Biraz hırpalanmıştı, bir iki zararsız çizik dışında önemli bir şeyi yok gibi görünüyordu. İyice emin olduktan sonra atını yularından tutup kasaba içine çekerek en yakın yalaklardan birinin başına bağladı.
“Bende iyiyim. Sorduğun için sağol!” dedi kılıç mızmız bir şekilde.
“Ne yani? Seni de mi okşamamı istiyorsun yoksa?” diye sordu şövalye muzipçe.
“Hayatta olmaz!” dedi kılıç, bu fikirden hiç de hoşlanmadığı anlaşılan bir ses tonuyla.
“Eh… Onu arkada bırakacağımıza göre ona biraz ilgi göstermemde sakınca yok o zaman? Gölün dibine onunla gidemeyeceğimize göre…”
“Doğru ya! Ben onu hiç düşünmemiştim.”
“Sen ne zaman kesmek ve biçmek dışında bir şey düşündün ki zaten?” dedi şövalye gülerek. “Korkarım seni de geride bırakmak zorunda kalacağım.” diye ekledi ardından.
“Ne?! Ciddi olamazsın! Kafayı mı üşüttün sen? Bensiz hiç şansın yok.”
“Hey! Bu fikirden en az senin kadar ben de hoşlanmıyorum. O kadar canavarın arasına silahsız dalmak… Çılgınca! Ama su altında seni nasıl kullanabilirim ki? Daha küçük bir şeye ihtiyacım olacak, bir kama mesela…”
“Hiçte bile! Benim büyülü bir kılıç olduğumu unuttun mu?”
“Unutmak için fırsatım olmadı ki. Hiç susmuyorsun ne de olsa… Zaten konuşmak dışında başka bir meziyetine de şahit olmuş değilim hâlâ.”
“Hıh… Ben de aynı şeyi senin için söyleyebilirim efendi şövalye! Bunca zamandır birlikteyiz ama yeteneklerimden haberin bile yok. Bir de kendine silah ustası diyorsun.”
“Neymiş peki bu yeteneklerin benim alıngan yoldaşım?” diye sordu şövalye burnundan soluyarak. Tartışmayı uzatmak istemiyordu çünkü kılıcın bıkmak usanmak bilmeden sabaha kadar konuşabileceği gibi korkunç bir gerçeğin fena halde farkındaydı. Aynı zamanda merakı da uyanmıştı. Gerçekten de başka yetenekleri var mıydı kılıcının?
“Beni yanına al, su altında ne kadar hafif olduğumu gördüğünde ağzın bir karış açık kalacak. Ama su altındayken ağzını bir karış açık tutmanın senin için pek de faydalı olacağını sanmıyorum.” diye kıkırdadı ardından.
“Pekâlâ, göreceğiz. Ama dediğin gibi olmazsa seni gölün dibinde bırakmakta hiç tereddüt etmem bilesin. Ayrıca su altındayken de bu kadar konuşamayacağını umuyorum!” dedi şövalye öfkeli bir şekilde. Kılıç cevap vermek yerine sadece çılgın bir kahkaha atmakla yetindi ve şövalyeyi şüpheli bakışlarla, düşünceli bir ruh hali içinde bıraktı.

Tam o sırada Veskel yanında birkaç delikanlı ve orta yaşlı bir adam olduğu halde geri geldi.
“Bu Ranum.” dedi eliyle orta yaşlı adamı işaret ederken. “Kendisi kasabanın korucularındandır. İçimizde göl ve çevresini en iyi bilen kişidir aynı zamanda.” Ranum hafifçe öne eğilerek şövalyeyi selamladı; “Ranum, emrinizdeyim şövalyem.” Şövalye de adamı aynı şekilde selamladı.
“Bunlar da Beved, Osgar ve Apol.” diye devam etti Veskel. “Köyümüzün en yetenekli ve aynı zamanda en genç silahtarları.”
Delikanlılar da tıpkı Ranum gibi hafifçe öne eğilerek selamladılar şövalyeyi. “Emrinizdeyiz efendim.” Şövalye selamlarına karşılık verirken gençleri değer biçerek süzdü. Çok gençlerdi, büyük ihtimalle de tecrübesiz. “Başka gönüllü yok mu?” diye çaktırmadan Veskel’e sordu şövalye, yan gözlerle gençlere bakarak. Veskel fısıltı halinde “Üzgünüm, pek fazla seçeneğim yoktu. Aslına bakarsan onlardan başka gönüllü olan olmadı. Dediğim gibi, biz savaşçı bir halk değiliz ve iş oraya vardığında herkes yatağının altına saklanmayı tercih ediyor maalesef. Yine de bu delikanlılar kılıç kullanmakta oldukça iyidirler. Yardımları dokunabilir.” dedi şövalyeye.
Şövalye “Anlaşıldı, iş yine başa düşecek.” diye iç çekerek küçük gruba doğru döndü.
“Aranızda daha önce hiç silahlı bir çatışmaya giren var mı?” diye sordu elleri belinde.
Gençlerin birbirlerine attığı kaçamak bakışlar, sorusunun cevabının hayır olduğunu anlamasına yetmişti bile.
“Şey… Geçen kış kasabaya bir kurt sürüsü saldırmıştı. O zaman bir kurt öldürmüştüm.” dedi Beved. Uzun sarı saçlarını arkasında toplamış, yakışıklı bir delikanlıydı. “Hatta Apol iki tane öldürmüştü.” dedi ardından da, mavi gözleri heyecan ve gururla parlayarak.
Apol bunu başıyla, sessizce onayladı. Beved’den biraz daha uzundu. Beved’in aksine siyah olan saçlarını toplamamış, omuzlarına dökülmesini sağlamıştı. Kendinden oldukça emin görünüyordu. Siyah, delici bakışlarıyla sanki o da şövalyeye değer biçiyormuş gibi şövalyeye bakmaktaydı.
“Ya sen Osgar?” diye sordu şövalye. Osgar diğer ikisine göre biraz daha topluca, daha utangaç görünüşlü bir delikanlıydı. Kısa, kahverengi saçlarının ön kısmını gözlerini kapatacak şekilde önüne düşürdü ve “Şey…” demekle yetindi.
“Osgar da kılıç konusunda oldukça yeteneklidir. Eğitimler de onu görmelisiniz efendim.” dedi Beved, arkadaşını savunmak için öne atılarak.
“Eğitim yararlıdır ama biz bir eğitim görevine gitmiyoruz delikanlı.” dedi şövalye. “Karşınızda tahtadan yapılmış, hareket etmeyen kuklalar olmayacak. Bunlar tehlikeli yaratıklar. Hepiniz ölebilirsiniz.”
“Neyle karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz efendi şövalye.” dedi Apol, sert bakışlarla. Geldiklerinden beri ilk defa konuşuyordu. Konuşurken sesi mesafeliydi. Oldukça alçak sesle ve yavaşça konuşuyordu. Kelimelerini dikkatle seçiyormuş gibi… “Beved ve ben nereye gidersek Osgar da bizimle gelir. Biz hiçbir zaman ayrılmayız.” dedi soğukça. Osgar arkadaşına minnettar bir bakış attı ama Apol bu bakışı görmezden geldi. Hâlâ gözlerini ayırmadan şövalyeye bakıyordu. “Şimdi… Eğer bizi yanında istiyorsan üçümüzü birden alırsın. Yok, hayır istemiyorsan o zaman yolumuzdan çekil çünkü biz Sahuaginlerin peşinden gitmeye kararlıyız. Seninle ya da sensiz…”
Şövalye, Apol’ün sert bakışlarına karşılık verdi. Sonra başını bir kez olumlu anlamda sallayarak “Tamam, öyle olsun. Sonra baştan uyarmadı demeyin.” dedi ve Veskel’e döndü.
“Pişman olmayacaksın.” dedi Veskel diğerlerinin duyamayacağı bir sesle.
“Öyle umarım. Aralarındaki bağlılık ve Apol’deki kararlılık beni etkiledi yoksa hayatta Osgar’ı yanıma almazdım. Çocuk çok tecrübesiz.”
“Kılıç kullanma konusunda yetenekli olduğunu göreceksin.” diye onu temin etti Veskel.
“Yetenek başka bir şeydir Veskel. Canlı bir varlığın hayatına son vermek ise bambaşka bir şey… O cesareti göstermek ve o hareketin ağırlığı altında ezilmemek çok zordur.”
“Acele etsek iyi olur.” dedi Korucu Ranum. “Peşinde olduğumuz yaratıklar neredeyse göle varmıştır bile. Bir karşılama komitesi hazırlarlarsa hiç şaşırmam.”
“Pekâlâ, haydi yola koyulalım o zaman. İhtiyacınız olan her şeyi yanınıza aldığınızdan emin olun.” dedi şövalye ellerini bir kez çırparak. Daha fazla vakit kaybetmeye niyeti yoktu ve şu an elinde olan gruptan daha iyisini bulabilecekmiş gibi de görünmüyordu.
“Göle ancak yürüyerek varabiliriz. Yol atlar için çok elverişsiz, o yüzden yanınıza fazladan bir şeyler almamanızı öneririm.” dedi korucu.
“Sen de her şeyi aldığından emin olsan iyi olur.” dedi kılıç.
Kılıcın konuşması, küçük grupta bir anlık şaşkınlığa yol açtı. Hepsi konuşanın gerçekten kılıç olup olmadığını anlamak için gözlerini dikmiş ona bakıyorlardı.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu şövalye.
“Galsamotundan bahsediyorum tabi ki. Eyerine astığın çantaya koymuştun, unuttun mu?” dedi kılıç, gördüğü ilgiden oldukça memnun olduğu anlaşılan bir ses tonuyla.
“Galsamotu, tabi ya…” dedi şövalye. Bir koşu atının yanına gitti ve eyere bağladığı küçük çıkınını omzuna astı. Arkasındaki grubun kılıç hakkında mırıldandığını net bir şekilde duyuyordu. Kılıcından gelen memnun kıkırdamalar onun da konuşulanların farkında olduğunu gösteriyordu. Grubun yanına geri döndüğünde hepsinin gözü hâlâ kılıçtaydı. Ama açıkça bir soru sormaya çekiniyor gibi görünüyorlardı. Ranum hariç hepsinin kılıç ve kalkan kuşanmış olduğunu gördü memnuniyetle. Ranum, koruculara özgü yeşil pelerinine bürünmekle yetinmişti. Şövalye, pelerininin ardında adamın beline asılı uzun bir kılıç taşıdığını gördü göz ucuyla. Osgar’ın sırtında da ufak bir çuval olduğunu gördü. İçinde ne olduğunu merak etti ama şimdi bunun için vakit yoktu. “Hazır mısınız?” diye sordu hepsiyle göz teması kurarak. Hazırlardı.
“Haydi, gidelim o zaman.” dedi ve Ranum ile birlikte grubun başını çekerek kasabanın çıkışına doğru yöneldi.

Dolunay fotoğrafı / Full Moon photo by MichiLauke
Sahuagin Art by bosss1

14 comments:

Pabuc dedi ki...

:)) eve gidince okunacak ilk yazı

mit dedi ki...

bitiremedim hala :) uzadıkça uzadı. Uzun yazılar blog ortamında pek tutmaz ama... öbür türlüsü de içime sinmiyor.

Hazal dedi ki...

Amanın! Öyküüüüüüü! hımm 4 bölüm olmuş hem de. ama ama ... :(. görmemiştim daha önce. (askerlik anılarınızı okumuştum :D).

bunu okuycam ama bir sorum var; "göl" ismini görünce , öykü seçkisi için yazılan ve yetişmeyen öykü müdür bu :)?

Ayrıca,
blogrollda kendi blogumu gördüm. mutluyum ^, teşekkür ederim. bir de sevgili sinan abi'nin bloga "şurası blaxis köşesi"de orda. Allah'ım! Eski bir level okuru olarak(levelı bırakınca ben de bıraktım)hele de sinan abinin blogunu görmek beni duygulandırdı bir an :).

mit dedi ki...

Aaaa... Sizi burada görmek, yorumunuzu okumak ne büyük süpriz. Hem çok sevindim hem de çok şaşırdım doğrusu :)

Evet bu, göl teması için yazmaya başladığım ama bir türlü bitiremediğim, hatta uzadıkça uzayan öyküm. Bir kere başladım mı durdurabilene aşkolsun :)

Blogrollda elbette ki siz de yer alacaksınız. Sonuçta severek ve ilgiyle takip ettiğim bir yazarsınız.

Blaxis'in yeri de benim için apayrıdır. Dile kolay 10 yıldır yazılarını bıkmadan usanmadan takip ederim. Şimdi Oyungezer'den takip ediyorum kendisini. Artık eskisi kadar sık yazmıyor ama bir yazısını bile okumak hala keyif verici.

Yorum ve ziyaretiniz için çok çok teşekkürler...

Hazal dedi ki...

Oyungezer'e geçtiklerinden beri hiç almadım :P. aslında almak istedim ama nedense level'dan gittiler ve ben elimi ne level'a ne de oyungezer'e sürdüm. ihanet de etmedim :).

eski leve dergileri varsa, Ekim 2006 sayısındaki "inbox"a bir bakın. orda Hazal diye birinin maili yayınlanmıştı. Ben miyim o ne :D. Kendim gibi bir level okuru bulmuşken bunu paylaşmak geldi içimden :), reklam olarak algılandıysa affola. Ben şimdi 1.bölümünüzü okuyayım

mit dedi ki...

Siz söyleyince hemen dolaplar açıldı, tozlu dergiler saklandıkları deliklerinden çıkarıldı ve mektubunuz okundu :)

Bu mektubu hayal meyal hatırlıyorum ama... Heroes serisini bende severim. RPG'ye ise bayılırım Eğer Heroes'u hala seviyorsanız King's Bounty isimli oyunu tavsiye ederim bu arada... Eğer birgün Level'daki o havayı ve samimiyeti özlerseniz Oyungezer almakta hiç çekinmeyin. Sadece adının değiştiğini ama ruhunun aynı kaldığını göreceksiniz. Benim ki daha bi reklam koktu sanki :)

Pabuc dedi ki...

susanne collins AÇLIK OYUNLARI kitabını tavsiye ederim sürükleyici bir hikaye ..en az senin bu seriin kadar ilgi çekici..beğeneceğini umuyorum..sağlıcakla kal..

mit dedi ki...

:))) Teşekkürler, güzel olduğuna eminim. Özellikle yağmurlu günler de kitap okumak iyidir :) Fırsat bulursam mutlaka bir gözatacağım, söz.

Bir de ufak bir rica... Bu tip mesajları yorum olarak değil de kişisel mail adresimden (Profilimde görünüyor olması lazım) iletebilirsen sevinirim. Sen de sağlıcakla kal.

Pabuc dedi ki...

ok ama bnde bi ricada bulunacam kelime doğrulamayı kapatırmısın:))

mit dedi ki...

Kapattım :) Anlayışınız için teşekkürler...

Adsız dedi ki...

ben dayanamayıp sonuncu bölümden başladım.müthiş bir öykü,tebrik ederim.okunmaya kesinlikle değer.

mit dedi ki...

Teşekkürler, okunmaya değer bulmanız benim için çok önemli. Diğer bölümleri de beğenmeniz dileğiyle...

Hazal dedi ki...

Cesur şövalyemizin deniz yaratıklarının arasına dalıp da hepsini tek başına geri püskürtmesi kafamı karıştırdı. (önce olumsuzdan başladım kusura bakmayın :)). Sonuçta onlar kalabalık bir grup ve halk tir tir titrerken tek bir adamın hepsini geri püskürtmesi ilginç geldi bana. Onu orda hemen haklayabilirlerdi.
Galsamotunu yeniden görmek yüzümde yayılan bir sırıtıla neden oldu :). Rowling'in yazdıklarının da hikayelerde kullanılması bana oldukça hoş geliyor. Sonuçta Tolkein'de elfleri buldu ve biz onları sık sık kullanıyoruz değil mi?
Şu gelen üç delikanlı sanki Cesur Şövalyemizin başını ağrıtacak gibi. O sert çıkış pek hoşuma gitmedi :P. O senin büyüğün terbiyesiz! dedim içimden xD. Umarım görevde zarardan çok yardımları dokunur.

Yine güzel ve eğlenceli bir bölümdü fakat bu defa aksiyon daha fazlaydı. Ellerinize sağlık

mit dedi ki...

Evet o sahne biraz Hollywood filmlerinden fırlamış gibi oldu biraz :) Eh, o kadar da olsun canım. Sonuçta o cesur biri...

"Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ise ölüme götürür." - Yavuz Sultan Selim.