29 Haziran 2020 Pazartesi

Bir Şeyler Biter...



2009'dan beri üyesi olduğum Kayıp Rıhtım'daki site yöneticiliği ve genel yayın yönetmenliği görevlerimden ayrılma kararı aldım.

Burası bana çok şey kattı, inkar edemem. Eğer bugün 3 basılı kitabı olan bir yazar, kendi çapında tanınmış bir çevirmensem bunu Kayıp Rıhtım'a borçluyum. Foruma uğramaya devam edebilirim. Yazmak için söz verdiğim birkaç inceleme de var. Ama artık ayrılık zamanı.

Başta kurucusu Hakan Tunç olmak üzere orada tanıdığım, hayatıma renk katan herkese teşekkürler.

26 Haziran 2020 Cuma

Lisanslı Editörlük Yalanlaması

Bu aralar China Mieville'in "Elçilik Kenti" adlı romanı için çeviri editörlüğü yapıyorum. Kitap bundan birkaç yıl önce Türkçe olarak basılmıştı ama çevirisi biraz sorunlu. O yüzden Yordam Kitap için metni baştan sona elden geçiriyorum.

Normalde çeviri editörlüğünü yaptığım kitaplarla ilgili paylaşım yapmama kararı almıştım. Ama dün hafiften sevindirik olmama neden olan bir editörlük macerası geçti başımdan ve bunu bir yerlere not etmeden geçemeyeceğim. 

Kitapta aynı gezegende yaşayan insanlar ve Ev Sahipleri (uzaylılar) arasında yaşananlar anlatılıyor. Ev Sahipleri yalan söyleyemeyen, lisanları buna müsaade etmeyen bir ırk. İnsanların bu yeteneğini (!) hayret verici buluyorlar. O nedenle kendi aralarında "Yalan Festivali" adı verilen etkinlikler düzenliyor, içlerinden biri yalan söylemeyi başarınca da acayip seviniyorlar. Uzaylı işte, manyak...

Neyse efendim, kitabın bir noktasında insanlar ve Ev Sahipleri (uzaylılar) arasında ufak bir gerilim yaşanıyor. Araları bozuluyor. Ortamı yumuşatmak için de bir tür festival düzenlenmesine karar veriliyor. Bu festivalde hem insanları eğlendirecek etkinlikler hem de uzaylıları eğlendirecek yalan yarışmaları olması planlanıyor. Ve buna bir isim bulmaları gerekiyor. 

Sonunda buna "Licence Party" adını veriyorlar. "Lie" (yalan) ve "Sense" (his, algı, anlayış) kelimelerinin ses uyumundan yola çıktıklarını söylüyor anlatıcı: Lay-Sıns... "Lie" kelimesiyle yalan festivaline, "Sense" kelimesiyle de herkesi biraz aklını başına toplamaya davet ediyorlar akıllarınca. Böylece ortaya "Lisans Partisi" gibi saçma bir isim çıkıyor. Anlatıcı bunun çok aptalca bir isim olduğundan dem vuruyor hatta :) 

Gelin görün ki çevirmen bu ismi olduğu gibi, yani "Lisans Partisi" olarak çevirmiş. Hâl böyle olunca da "Lie" ve "Sense" ile ilgili bütün o kelime oyunu, ses uyumu ve tabii ki en önemlisi anlam ortadan kaybolmuş. İşte dün neredeyse tüm gün boyunca buna kafa patlattım. Nasıl bir kelime bulmalıydım ki içinde hem "yalan" olsun hem de yanına "sense" ile benzer bir anlam taşıyan bir şey ekleyip bir okunuşta tek kelime gibi gözüken bir şey yazabilirdim? Nasıl?? NASIL??? 

Evde voltalar attım, yetmedi taklalar attım, amuda kalktım, bir ara çıldırıp iki göbek attım... Ama en sonunda buldum! 

Yalanlayış... 

Yalan ve Anlayış kelimelerinin birleşimi. Böylelikle hem "yalan" kelimesini kullanmış oldum hem de seçtiğim ikinci kelime "sense" (algılama, anlayış) ile benzer bir anlama sahip oldu. 

Aslında annemin rahatsızlığından beri internete pek girmiyorum. Paylaşım yapmak hiç içimden gelmiyor çünkü. Ama bütün gün bunun üstünde düşündükten sonra beni fazlasıyla tatmin eden bir sonuca varınca acayip mutlu oldum. Bir yerlere yazmak istedim. 

Ben de bunlarla mutlu oluyorum işte. Deli miyim neyim?

10 Mayıs 2020 Pazar

Londra Nehirleri | Kitap İnceleme

"Londra Nehirleri tam olarak Harry Potter büyüyüp polis teşkilatına katılsa işlerin nasıl olacağını anlatıyor. Eğlenceli ve fazlasıyla muzip."
-Diana Gabaldon
Epsilon Yayınları, 2019
Çevirmen: Aslı Dağlı
Düzelti: Su Akaydın
Kitabın arkasında bu alıntıyı görünce kendi kendime gülmüş ve şöyle demiştim: İşte hayatında hiç Dresden Dosyaları okumamış bir yazarın yorumu... Ama kitabı bitirdikten sonra Diana Gabaldon'un ne kadar haklı olduğunu görebiliyorum. 

Londra Nehirleri uzun zamandır ilgimi çeken bir kitaptı. Bunun bir sebebi Dresden Dosyaları’yla benzerlikler içermesiydi. Diğer sebebiyse çevirmeni Aslı Dağlı’nın heyecanlı yorumları. 

Kitap alışılmışın aksine İngiltere’de, modern Londra’nın göbeğinde geçiyor. Başkarakterimiz Peter Grant yeni yetme bir polis memurudur ve tüm çaylaklar gibi bütün istenmeyen işler ona yıkılmaktadır. Bir gece Aktörler Kilise'sinde başsız bir ceset bulunur ve suç mahallinde sabaha kadar nöbet tutup oraya kimseyi yaklaştırmama görevi Peter ve teşkilattaki en iyi arkadaşı (aynı zamanda da hoşlandığı kız olan) Lesley’ye düşer. 

Gel gelelim Peter çok geçmeden hiç beklenmedik bir şeyle karşılaşır, gerçek bir hayaletle… Dahası, onunla konuşabildiğini de fark eder. Akabinde kendisini Thomas Nightingale adlı bir üstünün emrinde bulur. Çok geçmeden Nightingale’in teşkilattaki tek büyücü polis olduğu ortaya çıkar. Peter’ın büyüye yatkınlığını fark eden adam onu kendine çırak olarak almaya karar verir. Çok ama çok uzun yıllardan beri ilk kez olmaktadır bu. 

Peter eğlenceli bir karakter. Hem zeki, hem komik hem de akıllı biri. Olup olmadık yerlerde yaptığı zıpır yorumlar insanı gülümsetiyor. Kitap birinci şahıs açısından yazıldığından düşüncelerini, esprilerini vs sık sık duyabiliyoruz. Bu da Dresden Dosyaları ile olan benzerliğini bir parça arttırıyor.

24 Nisan 2020 Cuma

Neredesin sen?!


Geçen gün bilinmeyen bir numara beni aradı. Ben de gayri ihtiyari açmış bulundum. Ben daha alo bile demeden karşıdan öfkeli bir kadın sesi geldi.

"Neredesin sen?!"
"A-Alo?"
"NEREDESİN SEN DEDİM!"
"Eee... Kimi aramıştınız?"
"Bırak numarayı! Cevap ver bana!"
"Kimsiniz hanımefendi?"
"Asıl sen kimsin?!"
"İhsan ben. Siz kimsiniz?"
"Kim, kim?"
"İhsan..."
"..."
"...alo?"
"Ay, yanlış oldu galiba!"

GÜM! diye kapattı sonra da telefonu suratıma. Evlenmeden neredesin sen diyen hatun azarı da işittim ya, ölsem de gam yemem artık :)

21 Nisan 2020 Salı

Geçmişin Gölgesi...

Son kitabım basılalı 7 yıl olmuş. O zamandan beri tek tük toplu seçkiler dışında ne bir roman yazdım ne de hikâye. Aklımda 3-4 farklı macera vardı hâlbuki. Biri polisiye, ikisi bilimkurgu, biri fantastik... Ana hatlarını az çok hatırlıyorum aslında ama hiçbirini yazamayacağım anlaşılan. Ne enerjim var ne isteğim ne de vaktim.

Bir de paslanmışlık var tabii... Yazarlık da demir gibi; işledikçe parlıyor. Yazdıkça üslup gelişiyor, kelime oyunları ve bugün okuyunca "Bunu ben mi yazmışım?" dedirten etkileyici cümleler birbirini kovalıyor. Ama yazmaya ara verince hepsi uçup gidiyor işte... Oturup bir şeyler yazayım desem bile çıkmıyor artık kelimeler. 

Çevirmenlikte de hissediyorum bazen bunu; hep aynı kelime dağarcığını ve sözcük yapılarını kullanıyorum. Blog yazısı yazmak bile zor geliyor bazen.

Neyse... Güzel zamanlardı. Aşkın ağabeyim sayesinde kısa süreli de olsa bir hayalimi gerçekleştirmiş, doya doya yaşamış oldum en azından :) Bu da böyle bir iç döküş olsun.

18 Nisan 2020 Cumartesi

Karaktersiz karakter!


Çevirdiğiniz bir kitaptaki neredeyse hiçbir karakteri sevmemek ne kadar kötü bir şeymiş yahu... Son çevirdiğim romanda 5 farklı baş karakter var ve bunların dördünden nefffretler ediyorusss kıymetlimisss. 

Yaptıkları her hareket bana mantıksız geliyor. Olmadık yerde (bana göre) olabilecek en saçma kararları veriyorlar. 500 sayfa boyunca neredeyse hiçbir şey yapmıyor, kitap boyunca arpa boyu kadar gelişim kaydetmiyorlar. Aynı şeyleri defalarca ve defalarca düşünüyor, söylüyor veya hatırlıyorlar. Hâl böyle olunca da onlarla ilgili bölümler bir türlü bitmek bilmiyor. Her sayfa işkence gibi geliyor. 

Ama en kötüsü bölüm sonları. Mesela A karakterinin bölümü bitiyor. "Oh be, kurtuldum senden!" diye sevinç çığlıkları atarak bir sonraki sayfaya geçiyorum ve ne göreyim?! Bu sefer de hiç sevmediğim B karakterinin bölümü başlamış. İşte o anda Cengiz Kurtoğlu'ndan "Önce Birkaç Damla Yaaaaş..." çalmaya başlıyor arka planda...

Bit artık, bit...

30 Ocak 2020 Perşembe

Yeni Çeviri: Witcher Evreni

Witcher roman ve oyunlarının tüm hikâyesinin kısa bir özetini içeren "Witcher Evreni" adlı başucu kitabı için yaptığım çeviri önümüzdeki ay Pegasus Yayınları'ndan çıkıyor.

Ciltli, büyük boy, kuşe kâğıt ve illüstrasyonlu bir çalışma olan kitap Kürelerin Birleşimi'nden itibaren Kıta'nın tarihini, coğrafyasını, ırklarını, din ve büyü sistemlerini detaylı olarak özetliyor. Sonrasında Witcher'ların ortaya çıkışından söz ediliyor. Son olarak da ilk kitaptan son oyuna dek Rivyalı Geralt'ın hikâyesi anlatılıyor. O yüzden tüm kitapları ve oyunları bitirmediyseniz son bölümü okumayı ertelemenizi tavsiye ederim, yoksa sürpriz bozan etmenlerle (spoiler) karşılaşırsınız.

Kitapta yer alan bilgiler Dandelion, Villentretenmerth, Yennefer, Vesemir ve Geralt'ın ağzından anlatılıyor. Bunun yanı sıra hem CDPR'ın oyunlar için çizdiği hem de bu kitap için özel olarak hazırlanmış, kimi tam sayfa olan bir sürü görsel yer alıyor sayfalarda. Anlatıların yanı sıra hemen hemen her sayfada küçük anektotlar, bilgi kutucukları, efsaneler, hayali kitaplardan alıntılar gibi şeyler de var.

Witcher serisinin editörü Kemal Küçükgedik'le birlikte çalıştığım bu başvuru kitabı 4 Şubat'ta bizlerle olacak. Dilerseniz şimdiden hatırı sayılır bir indirimle ön sipariş verebilirsiniz.

Keyifli okumalar dilerim.

8 Ocak 2020 Çarşamba

Yeni Yazar Çevirmek Ya da Çevir(e)memek...

Yeni yazarların çevirilerini yapmayı sevmiyorum. Yazım stilleri, üslupları o kadar farklı ki yazdıklarını Türkçeye çevirmek cidden zor oluyor. 

Mesela Asimov, Kim Stanley Robinson ya da GRR Martin gibi ustaların ya da China Mieville, Ted Chiang ve Brandon Sanderson gibi görece yeni yazarların eserlerini çevirdim. Onların süslü, edebi dilleri ya da teknik terimleri de insanı zaman zaman zorluyor ama en azından cümle yapıları düzgün oluyor. Cümlenin başı şarkta, sonu garpta olmuyor. A'dan bahsederken birdenbire B'ye geçmiyorlar. "Ve" ile bağladıkları cümlelerin anlam bakımından bir bütünlüğü oluyor.

Yeni yazarlar da... nasıl desem... bir zorlama var. Yazdıkları güzel görünsün, havalı görünsün diye o kadar kasıyorlar ki that'lar which'ler havada uçuşuyor. Basit bir dille anlatılabilecek bir şeyi mümkün olan en devrik ve ters şekilde yazıyorlar. Kulaklarını tersten tutuyorlar diyeyim hadi. Alakasız yerlerde satır başı yapıyorlar; cümlenin başı ayrı, sonu ayrı paragrafta oluyor. 

Okurken ne demek istediğini gayet iyi anlıyorsun. Ama iş Türkçeye "güzel ve akıcı" bir şekilde çevirmeye gelince resmen tıkanıp kalıyorum. Öyle yazıyorum olmuyor, böyle yazıyorum olmuyor. Sadık kalayım diyorum, "çokomel" gibi oluyor. Güzel yazayım diyorum, yazarın hiç kullanmadığı kelimeler katmak zorunda kalıyorum bu sefer de işin içine.

Kısacası... yeni yazarların dilini sevmiyorum 🙄

30 Kasım 2019 Cumartesi

Mieville, Bekle Beni!

Güzel bir haberim var!

China Mieville’in tüm kitaplarının yeni baskılarının editörlüğü bundan sonra bende. Hatta (bir aksilik olmazsa) sonraki kitaplarının çevirilerini de ben yapacağım.

Yeni Paris’in Son Günleri incelememden sonra Yordam Kitap’ın sahibi Hayri Bey’den beni hem şaşırtan hem de sevindiren bir e-posta aldım. Kendisi eleştirilerimi inanılmaz bir anlayış ve olgunlukla karşıladı. Hem teşekkür etti hem de Mieville’in seri editörlüğünü önerdi bana.

Küçük bir deneme düzeltisinin ardından hem yayınevinin editörü hem de Hayri Bey sonuçtan oldukça memnun kaldılar ve seri editörlüğü için el sıkıştık. İlk kitap (yine bir aksilik olmazsa) baskısı tükenen "Elçilik Kenti" olacak. 

Ama önce elimdeki çeviriyi (Dagger and Coin 2) bitirmem lazım. Ki ona da daha bu hafta başladım. O nedenle en erken Nisan 2020 gibi çalışmalara başlayabileceğim. O yüzden nefesinizi tutmayın :)

Yeni Paris’in Son Günleri | Kitap İnceleme


China Miéville için son on yılın en yaratıcı fantastik ve bilimkurgu yazarlarından biri demek kesinlikle yanlış olmaz. Genç yaşında Arthur C. Clarke gibi prestijli bir ödülü üç kez, Locus Ödülü’nüyse tam dört kez kazanma başarısı gösteren İngiliz yazar, son derece uç noktalarda gezen hayal gücü ve orijinal kurgularıyla dikkat çekiyor. Yayımlattığı son kısa romanı Yeni Paris’in Son Günleri de yazarın bu özelliğini ziyadesiyle yansıtıyor.

Yurt dışında 2016 yılında basılan kitap bizleri İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Paris’e götürüyor. Ama bildiğimiz tarihin dışına çıkıp, alternatif bir zaman dilimi resmediyor sayfalarında. Bu yeni gerçeklikte tüm sürrealist eserler hayat bulmuş ve Paris’in sokaklarında cirit atmaya başlamıştır. Şehir halkıysa bir yandan işgalci Nazilerle savaşırken diğer yandan da sağı solu belli olmayan bu tuhaf yaratıklarla bir arada yaşamak zorunda kalmıştır. Sadece bununla kalsa iyi, Nazilerin okült bilimlere olan tutkusu Cehennem ordularını da şehre çekmiş, işleri iyice çorba hâline getirmiştir. İşte bu karmaşada La Main à Plume’dan, yani sürrealist direnişçilerden biri olan Thibaut adındaki genç bir adamın başından geçenleri okuyoruz Yeni Paris’in Son Günleri kitabında.

S-Patlaması

Yeni Paris’in Son Günleri adına S-Patlaması denen, gizemli bir olay sonucunda şehirdeki tüm sürrealist eserlerin hayat bulması etrafına kurulu bir roman. Olay yaşandığı sırada Paris hâlihazırda Nazi işgali altındadır. Hitler’in askerleri tüm sokakları, tüm mahalleleri kontrol etmekte ve yerel halkı demir yumruğunun altında ezmektedir. Derken kaynağı bilinmeyen o esrarengiz patlama gerçekleşir ve sürrealizmle yakından uzaktan alakası olan her ne varsa – tablolar, heykeller, karakalem resimler, biblolar, şiirler ve daha nicesi – açıklanamaz bir şekilde hayat bulur. Böylece Paris’in kisvesi ve şehirdeki güç dengeleri sonsuza dek değişir.

Paris halkı bu sürrealist canlılara manif adını verir. Manifler doğaları gereği karmaşık canlılar. Bizim dilimizi konuşamıyorlar, insanlarla da iyi geçindikleri söylenemez. Daha çok neden orada olduklarını anlamlandırmaya, ait olmadıkları bir dünyada var olmaya çalışıyormuş gibi bir hâlleri var. Bunu tam olarak başaramadıkları için de her şeyi yakıp yıkıyor, hatta Fransız ya da Alman farkı gözetmeksizin karşılaştıkları tüm insanları öldürüyorlar. Bu durum Nazilerin şehri bütünüyle kontrol altına almasına engel oluyor elbette ama Fransız direnişçilerin de manifleri tam anlamıyla bir müttefik olarak göremedikleri, hatta onlardan korktukları da bir gerçek.

Üstüne, Hitler’in kara güneş efsanesine ve okült güçlere karşı duyduğu tutku da işin içine giriyor. Karanlık sanatları kullanarak zaferlerini kesinleştirmek isteyen Naziler bir şekilde Cehennem güçleriyle anlaşma sağlıyor ve envai çeşit iblisi Paris sokaklarına salıveriyor. İblisler ve manifler birbirlerinden ölesiye nefret ediyor ve bu iki ırkın üyeleri bir sokakta karşılaştığında tam manasıyla kan gövdeyi götürüyor.

Ne ilginçtir ki, ya gençliğinde sürrealizmin sıkı bir savunucusu olduğundan ya da tamamen bilinmeyen bir sebepten dolayı, kahramanımız Thibaut ile manifler arasında sıra dışı bir ilişki mevcuttur. Normalde karşılarına çıkan her şeyi ezip geçen bu gerçeküstü varlıklar Thibaut ile karşılaştıklarında şöyle bir duraksıyor, afallıyorlar. Hatta içlerinden bazıları ona zarar vermeye yönelik herhangi bir harekette bile bulunmuyor. Thibaut bu alışılmadık özelliği sayesinde direnişçiler arasında kendisine sağlam bir yer ediniyor.

Kahramanımız hem şehrine hem de yoldaşlarına son derece bağlı biri olarak resmediliyor. Ancak günün birinde (kitabın hemen başında) hiç tanımadığı bir kadın kollarında can verirken genç adamın eline bir iskambil kartı tutuşturuyor ve son nefesinde onu yaklaşan bir tehlikeye karşı bölük pörçük uyarıyor. Ne yapacağını şaşıran Thibaut, anlamlandıramadığı bir içgüdüyle kartı yoldaşlardan saklıyor. Sonrasında da ölen kadının sözlerinin arkasında yatan anlamı çözmek için düşüyor yollara. İşte bu yolculuğu sırasında Sam adındaki kadın bir Amerikalı gazeteciyle kesişiyor yolları. Sam ona bir kitap yazmak için burada olduğunu, bu uğurda Paris’in fotoğraflarını çektiğini ve burada yaşananları tüm dünyaya göstermek istediğini söylüyor. Thibaut kadına pek güvenmese de şehrinde yaşanan bu tuhaf ötesi olayların bir kitapla ölümsüzleştirilmesi fikri aklını fena hâlde çeliyor. O noktadan sonra maceramız hiç beklenmedik, şaşırtıcı yönlere doğru yelken açıyor.

Kitapta Thibaut ile Sam’in başından geçenlerin yanı sıra, 1941 yılında (yani 9 sene önce) yaşananları konu alan bazı ara bölümler de var. Bu kısımlarda Varian Fry (binlerce Nazi karşıtı ve Yahudi mülteciyi soykırımdan kurtaran ünlü Amerikalı gazeteci) ile meşhur roket bilimcisi Jack Parsons’ın (kendisi aynı zamanda okült ustası Aleister Crowley’in bir öğrencisi olur) buluşması anlatılıyor. Bu iki tarihi kişilik arasında geçen olaylar dönemin ünlü sürrealistlerine dek uzanıyor. Evet, bu kısacık romana iki farklı zaman dilimi sıkıştırmayı başarmış Mieville…