23 Kasım 2015 Pazartesi

34. İstanbul Kitap Fuarı’nın Ardından


Bu yılki İstanbul Kitap Fuarı’na gitmek aklımın en karışık ve de çılgın köşelerinin ucundan bile geçmiyordu aslında. Kim gidecekti o kadar yolu? Hayır, İzmir’den İstanbul’a gitmeyi kastetmiyorum. O işin kolay kısmı! Bir uçağa atlayıp tüm yolculara iyi yolculuklar diliyor, sizinle aynı araca bindikleri için şimdiden şehadet getirmelerini çünkü daha sonra buna vakit bulamayabileceklerini tembihliyor, sonra da yüzlerindeki dehşet dolu ifadeye aldırmaksızın koltuğunuza oturup yolculuk sona erdiğinde bir türlü çözemeyeceğiniz kemerinizi bağlıyorsunuz. Ve hoooop! 45 dakika içinde İstanbul’dasınız. Asıl çile ondan sonra başlıyor! Çünkü havaalanından fuara gitmek, uçakla şehir değiştirmekten çok daha uzun ve de zorlu.

İşte bu yüzden yeni kitap kokusunun tüm cazibesine rağmen fuara gitmek gibi bir niyetim hiç ama hiç yoktu. Her şey bir Çinli, bir editör, bir ödül ve birkaç kuduz köpekle başladı… Cidden! Şöyle ki, bu yılki Hugo Ödülleri Rabid Puppies adlı grup yüzünden bir hayli karıştı bildiğiniz gibi. Ama en sonunda tüm o kaosu aşıp birinciliği kucaklayan kişi Üç Cisim Problemi adlı romanıyla Çinli yazar Cixin Liu oldu. İthaki Yayınları da bir kaplan edasıyla atılıp kitabın telif haklarını almaktan, üstüne çevirmekten, üstüne yayınlamaktan, onun da üstüne yazarını hem imza günü hem de bir panel için fuara getirtmekten geri kalmadı. Derken editörüm Alican Saygı Ortanca bana bir e-mail atıp Kayıp Rıhtım olarak Cixin Liu ile bir röportaj yapmak isteyip istemeyeceğimizi sordu. Biz de tüm soğukkanlılığımızla zil takıp oynadık tabii… Hugo Ödüllü bir yazarla röportaj… Bu fırsat kaçar mı? Kaçmaz! Az kalsın uçak kaçıyordu ama o başka mesele…

Böylece hiç hesapta yokken kendimi İstanbul Kitap Fuarı’nın kapısının önünde Kayıp Rıhtım ekibini beklerken buldum ansızın. Bu yıl yeni arkadaşlar da katılacaktı aramıza, onlardan biri de forumda Khentis lakabını kullanan Ege’ydi. Daha önce birbirimizi hiç görmediğimiz için (zaten sıfatımı daha evvelden görseydi hayatta gelmezdi) ilk işimiz telefonlaşmak oldu hâliyle. 

Hayatınızda ilk defa konuştuğunuz birine telefonda “Üzerinde ne var?” diye sorduğunuz mu hiç? Bence denemeyin… Karşı tarafın tepkisi pek iyi olmuyor nedense. Ama ben bunu hep yapmak durumunda kalıyorum maalesef, yoksa nasıl tanıyacağım o insanları? Şuhluktan en uzak olduğunu umduğum, minimum derecede ahizeye hohladığım bir sesle Ege’ye de aynı soruyu sordum: “Üzerinde ne var?”

Cevabı oldukça kısa ve netti: “Ne?”

İlk şoku atlatıp sapık olmadığımdan emin olduktan sonra uzun saçlı olduğunu ve üzerinde bir Yüzüklerin Efendisi tişörtü bulunduğunu söyledi Ege. Ben de üzerimde kesinlikle herhangi bir jartiyer ya da zincirli deri bulunmadığına dair kendisini ikna ettikten sonra fuarın kapısında onu beklemeye koyuldum. Yanımda da yine bizim forumdan, değerli bir çevirmen olan Yosun vardı. Biz kapıdan geçen herkesi dikkatli gözlerle keserken bir müddet sonunda verilen tarife tıpatıp uyan biri girdi içeri: uzun siyah saçlar, Yüzüklerin Efendisi tişörtü… “Hah!” dedim, “tamam.”

Hemen yanında gittim, neşeyle elini sıktım, hatta üstüne bir de iki yanağından öptüm. Merhabalaşmalar, nasılsınlar, memnun oldumlarla geçen ilk birkaç dakikanın ardından kendisine Rıhtım tayfasının geri kalanının da yakında geleceğinden, ardından hep beraber konferansa ve imza geçeceğimizden bahsetti. O da hepsini ilgiyle dinledi, kafa salladı ve sonra da “Çok güzel ama benim bunlarla hiçbir ilgim yok. Size iyi gezmeler,” diyerek fuarın içlerine doğru uzaklaşıp gözden kayboldu. Biz Yosun’la şaşkın şakın birbirimize bakarken yaklaşık otuz saniye sonra uzun sarı saçlı, Yüzüklerin Efendisi tişörtlü bir başka genç arkamızdan yaklaşıp “Merhaba, ben Ege,” dedi… Yani en az on dakika boyunca yanlış insanla muhabbet etmiş, bir de sarılıp öpmüştüm!

Ben bu utançla yaşayabilir miydim? Tabii ki yaşardım! Üstüne yeni gelen arkadaşlara da anlatır, hatta blog için malzeme çıktı diye sevinirdim de! Öyle yaptım gördüğünüz üzere… Her neyse. Hâlime kahkahalarla gülerek hep birlikte fuarın koridorlarına daldık. Bir yandan da o uzun saçlı elemanla bir daha karşılaşmamak için dua ediyordum elbette.



Stantları dolaşırken kendime son derece hâkimdim. Geçen yıllarda taşıyamayacağım kadar çok kitap alıp İstanbul’dan İzmir’e dönerken yollarda helak olmuştum çünkü. Yani, her zamankinden daha çok demek istiyorum… İlk birkaç standı hiçbir şey almadan atlatınca güçlü irademden ötürü kendimi tebrik ettim. Dersimi almıştım. Ama ne derler bilirsiniz… En iyi öğrenilen dert pekiştirilenlerdir! Hazal’ın grubun ilk kitabını alarak açılışı yapmasıyla birlikte gözü dönmüş bir manyak gibi tüm stantlara saldırmam ve elimi kolumu paketlerle doldurmam çok sürmedi tahmin edebileceğiniz üzere…

O stant senin bu stant benim dolaşırken panel vakti geldi çattı. Akdeniz Salonu’nda düzenleniyordu. Site yöneticimiz Hakan’ın “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” nidasıyla hep beraber o tarafa doğru koşturmaya başladık biz de. O tarafa… İyi de ne tarafa? Kime sorsak bilmiyordu salonun yerini. Daha da kötüsü “yanlış denize” yönlendiren görevliler bile vardı. Fuarda Karadeniz Salonu’nun tabelasına şaşkın şaşkın bakıp gözlerini kırpıştıran bir grup genç gördüyseniz onlar bizdik. Sergi alanı boyunca İstanbul Maratonu’na çıkmış gibi koşan grup da bizdik. Evet, aldığı kitapların azlığı yüzünden onları yerde sürünerek takip eden ben oluyorum…

Neyse efendim, zar zor da olsa panelin düzenlendiği yeri bulmayı başardık. Kapıda tercüme kulaklıkları dağıtıldı hepimize. Televizyonda çok gördüğüm ama bir türlü deneme fırsatı bulamadığım bu cihazı ellerimin arasında bulunca birdenbire tüm yorgunluğum geçti. Hemen birer sandalyeye çöküp kulaklıklarla oynam… eee… dinlemeye başladık. Salonun yarısı Çinli, yarısı Türk ziyaretçilerle doluydu. Cixin Liu’nun yanı sıra kitabını Çin’de bastırma başarısını göstermiş Barış Müstecaplıoğlu da konuşmacı olarak katılmıştı. Cixin Liu konuşurken kulaklıkları takıyor, Barış abi konuşurken çıkarıyorduk. Tak, çıkar, tak, çıkar… Çinliler takıyor, biz çıkarıyoruz. Biz takıyoruz, onlar çıkarıyor. Konuşmacılara kareografi yapıyorduk sanki. 

İşin kötü tarafı biri erkek diğeri kadın olan Çince-Türkçe tercümanlar da Çin asıllıydı ve çat pat bir Türkçeleri vardı. Kadını gene anlıyorduk da adamın ne dediğine dair hâlâ hiçbir fikrim yok. Cixin Liu da bir bilimkurgu yazarı olduğundan bilimsel terimler kullandıkça kadın tercüman da giderek daha çok bocalamaya başladı. En sonunda, üç cisim problemiyle ilgili oldukça teknik bir şeylerden bahsederken kulaklıktan aynen şu ses yükseldi: “Hnnnng!!”

Bir yandan kulaklık takıp çıkarmalar, bir yandan da çevirmenlerin bu hâli derken aldı mı beni bir gülme? Ben gülünce Beyza ve Alican da gülmeye başlamasın mı? Neyse ki herkesin kulağı tıkalıydı da kimse dönüp bakmadı. Bir taraftan da “Yapma İhsan, meslektaşın sayılırlar. Yarın öbür gün senin de başına gelir,” dedim kendime ama nafile. Yani yarın öbür gün aynısını yaparsam bilin ki sebebi bu.

Panelin ardından hummalı bir imza, ardından röportaj çalışmalarına girdik. Soruydu, kayıttı, imzaydı, fotoğraftı derken bir de baktım saat 18:00 olmuş! Hemen son bir fuar turu yapıp Wool serisinin ikinci kitabı Vardiya’yı kaptım. Ardından adaşım Ümit İhsan’a uğrayıp biraz da onunla sohbet ettim. Son hatırladığımsa önce metrobüste, sonra metroda, ondan sonra da havaalanında ve tabii ki İzmir’de eve dönüş yolunda kitap taşımaktan kollarımın koptuğu, ayaklarımın sızladığı ama kitapla ve dostlarla geçen bir günün değişilmez mutluluğunu doyasıya çıkarmanın keyfiydi…

6 comments:

Unknown dedi ki...

Ah iste biz o salonu bulamayip söyleşiyi kaçırdık🙈 Ve tam fotoğraf çektirdiğiniz yerde sefil halde, kitap kuleleri arasında oturan bizleri nasıl görmediniz😂

mit dedi ki...

Yaaa... Siz de mi oradaydınız, tüh! Üzüldüm şimdi karşılaşmadığımıza. Neyse, sağlık olsun diyelim. Yazarı, çevirmenini ve sandalyelerini röportaj yapacağız diye yaka paça arka tarafa taşıyanlar da bizdik işte :)

Settie dedi ki...

Ay bu fuar yazısını dün gece tabletten okuyunca yorum yazamadım, içimde kaldı çünkü resmen kıkırdaya kıkırdaya okudum.

Telefon konuşması sırasında Ege için çok üzüldüm ama uzun siyah saçlı arkadaş bu olayı anlatıp epeyce gülecektir önümüzdeki aylarda. :)
Fakat kıskandım, Yosun da oradaymış hem, size takılıp gezerdim gelsem. Hem senin bloga çok malzeme çıkarırdım, emin ol. En azından bir kitap standını devirir ya da üstüne devrilirdim. Yapmadığım şey değil! Neyse, umarım önümüzdeki fuarlara :)

mit dedi ki...

Hmmm... Demek önümüzdeki fuarlarda bir araya gelirsek Beylikdüzü'nü toptan yıkacağız.

Ben hiç stant devirmedim şimdiye dek Allah'tan, ama başka bir ziyaretçinin üstüne devrildiğim oldu :D Neyse ki adam beni yankesici zannedip de bir güzel silkelemedi.

O uzun saçlı arkadaş da artık gülerek miiii, yoksa söverek mi hatırlar beni bilemedim. Gülmene sevindim ama arkadaşım. Çok teşekkürler yorumun için ;)

epichan dedi ki...

Unutulmayacak bir Tüyap olmuş sizin için. O kadar yol gelmesi ve arkadaşlarla buluşması da ayrı güzel bir olay. Bu sene salonları değiştirmişler, geçen seneler yukarılarda olurdu. Bu sene imzalar ve konuşmalar farklı yerlere taşınmış bizde İlber Hocayı aramıştık.

Amerikan, Rus ve Avrupa ekolünün bilim kurgu nasıl yazdığı biliniyor. Bakalım Çin gözü ile bilim kurgu nasıl olacak. Gerçi daha önce yazıldıysa ben bilmiyorum. Kısa zamanda kitap yorumunuzu bekliyorum.

mit dedi ki...

Teşekkürler. Evet, Kipa'yla yarışıyor Tüyap bu konuda. Her sene değişiyor reyonl... ee, şey... stantların ve salonların düzeni :)

Üç Cisim Problemi'ni henüz okuma fırsatı bulamadım ama bitiren arkadaşlar gayet iyi bulduklarını söylüyorlar. Yakın zamanda Kayıp Rıhtım'da bir incelemesini görebiliriz belki. Ben de (okumaya fırsat bulursam) burada paylaşırım görüşlerimi elbette.

Çok teşekkürler yorumunuz için :)