Yürüyordu. Ne zamandır yürüdüğünü ya da nereye gittiğini bilmiyordu. Tek bildiği şey yürümeye devam etmesi gerektiğiydi. Cebindeki pusulayı çıkarıp göz hizasına kaldırdığında normalde kuzeyi göstermesi gereken ibrenin bir pervane misali hızla dönmekte olduğunu gördü. “Hiç şaşırmadım.” dedi bezgin bir sesle. Pusulanın kavşaklar haricinde düzgün çalıştığını hiç görmemişti zaten. Sıkıntı ile iç geçirip pusulayı tekrar cebine attı ve adımlarını sıklaştırdı. Orta yaşlarda, en fazla 35 yaşında bir adamdı Azmi Dağdelen. Uzun boyluydu ve yakışıklı sayılabilecek yüz hatlarına sahipti. Üzerinde sade bir beyaz gömlek ve açık renk bir kumaş pantolondan başka hiçbir şey yoktu. Bir de cebindeki pusula tabii… Pusulayı nereden aldığını hatırlamıyordu Azmi. Ya da buraya nasıl geldiğini ve buranın neresi olduğunu da… Hatırladığı tek şey onu bulması gerektiğiydi, yani tek aşkını…
Kadının kim olduğu anımsamadığı diğer şeyler arasındaydı. Adı neydi, nerede yaşardı, onunla nasıl tanışmıştı hiçbir fikri yoktu. Tek bildiği onu deli gibi sevdiğiydi. Kadının yüzünü zar zor anımsamasına rağmen o bulanık görüntü bile kalbinin hızlı hızlı atmasına neden oluyordu. Onun da bir şekilde buralarda bir yerde olduğunu biliyordu. Bazen bunu tüm benliği ile hissediyordu çünkü. Sanki o da onu arıyor, ona bakıyor fakat bir türlü yanına gelmiyordu. Belki de gelemiyordu, kim bilir? Bildiği bir başka şey ise ondan asla vazgeçmeyeceğiydi. Onun adı Azmi Dağdelen’di, o asla vazgeçmezdi. Tabi önce buradan kurtulması gerekiyordu. Burası her neresiyse… Sahi neresiydi burası?
Önce üzerinde yürüdüğü taş yola baktı. Aslında buna yol demek tam doğru olmazdı. Daha çok devasa boyutlardaki kocaman kayaların yan yana dizilmesi ile oluşmuş ilkel bir köprü gibiydi çünkü. Kayaların üst yüzeyi oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Ama alt kısımlarında pek çok sarkıt ve sivri uç bulunuyordu köprünün. Bunu etrafında gördüğü diğer taş yollara bakarak keşfetmişti Azmi. Kimisi metrelerce üstünde, kimisi kilometrelerce altında, kimisi sağında kimisi solunda pek çok taş köprü ile karşılaşmıştı yürürken gökyüzünde. Evet, gökyüzünde… Çünkü etrafında uçsuz bucaksız gökyüzünden başka hiçbir şey yoktu. Gökyüzü ve taş köprüler… Kendi yürüdüğü yol da gökyüzünde süzülen bir başka köprüydü sadece. “Acaba az önce bu yollardan birini üzerinde miydim?” diye düşündü kim bilir kaçıncı kez.
Etrafı garip bir sis bulutu ile kaplıydı ve on metre ötesinden sonrasını göremiyordu. Sis bazen kırmızı, bazen yeşil bazen ise Azmi’nin daha önce hiç görmediği renklere bürünüyor, sürekli renk değiştiriyor, bir canlı gibi adamın etrafında dönüp dolanıyordu. Durdu ve daha önce defalarca yaptığı gibi aşağıya, sisin derinliklerine baktı Azmi. Çok uğraşmasına rağmen taş köprülerden başka bir şey göremedi yine. Bu kez zemini görebileceğini umuyordu oysa. Buranın bir zemini varsa elbette… Orada öylece dururken etrafındaki sisin kendisini daha da fazla sarmaladığını ve görüşünün hafifçe kararmakta olduğunu hissetti.
“Vazgeç… Uzan… Dinlen…” diye fısıldıyordu bir ses kulaklarına.
“Hadi oradan!” dedi adam, bir eliyle omzuna atılan bir kolu uzaklaştırırmış gibi yapıp etrafına dolanan sisi uzaklaştırarak. “Benim adım Azmi Dağdelen, ben asla vazgeçmem!”
Bir kez daha adımlarını sıklaştırarak yürümeye başladı.
Bir müddet sonra bir dört yol ağzı ile karşılaştı. Tıpkı daha önce de defalarca olduğu gibi… Elini cebine atıp bronz renkli pusulasını çıkardı ve “Haydi bakalım sadık yardımcım, senin sıran.” diye mırıldandı kendi kendine. Kavşağın tam ortasına ilerledi ve pusulasını göğüs hizasına kaldırarak beklemeye başladı. İlk başlarda pusulan ibresi tıpkı daha önceki gibi fıldır fıldır dönüyordu. Fakat kısa süre içinde dönüşü yavaşlamaya başladı, ardından ani bir hareketle sağ tarafı gösterecek şekilde durdu.
“Sağa o halde…” dedi adam ve pusulayı cebine atıp o yöne doğru ilerlemeye başladı. Tıpkı daha önce de defalarca olduğu gibi…
***
Bir süre sonra etrafındaki renkli gökyüzü giderek kararmaya ve siyahın tonlarına bürünmeye başladı. “Bunu sevmedim.” diye homurdandı. Daha önce de gökyüzünün çeşitli renklere girdiğine şahit olmuştu elbette ama siyaha dönüştüğünü hiç görmemişti. Etraf iyice kararıp göz gözü görmez olurken Azmi orada durmuş tetikte ve gergin bir şekilde etrafına bakınmaktaydı. Bir şeyin gelmekte olduğunu hissediyordu. Derken tam arkasında bir ses duyuldu.
“Neden vazgeçmiyorsun insan?”
Uzun zamandır ilk kez birisinin konuştuğunu duyuyordu Azmi. Ses bu kadar çirkin ve hırıltılı olmasa bunu duyduğuna sevinebilirdi aslında. Ama tam ensesinin dibinde vahşi bir hayvanın hırıltısını andıran bir ses duymak pek de sevindirici bir deneyim değildi doğrusu. Yavaş ve temkinli bir biçimde arkasına döndü ve kendisi ile konuşan şey ile yüzleşti Azmi. Karşısındakinin –ne– olduğunu gördüğünde ise bunu yaptığına pişman oldu.
Yaklaşık üç metre boyunda, baştan aşağı siyah kıllarla kaplı devasa bir iblisti karşısındaki. Belden aşağısı bir at gövdesi gibiydi. Toynaklı ayaklara, kaslı bacaklara ve uzun bir kuyruğa sahipti. Kuyruğunun ucu alev alev yanıyordu. Vücudunun üst kısmı ve kolları ise bir insan bedenini andırıyordu. Eğer bu kadar kıllı ve kalın kollu bir insan varsa elbette… Kırmızının uğursuz bir tonu ile pırıl pırıl parlayan gözlerini ve zalimce sırıtan geniş ağzını saymazsanız kafasını bir boğa başına benzetebilirdiniz. Kurumuş kanla kaplı ve uçları birer meşale gibi alev alev yanan aşırı uzun boynuzlara sahip bir boğanın başına... İblis, havada süzülen bir başka kaya parçasının üzerinde çömelmiş bir vaziyette duruyor ve parlayan kızıl gözleriyle kendisini süzüyordu.
“Neden hâlâ devam ediyorsun?” diye sordu iblis tekrardan, o hırıltılı sesiyle. Konuştuğunda ağzından çıkan sıcak ve pis koku Azmi’nin yüzüne çarptı ve adamın geriye doğru sendelemesine neden oldu.
“N-Ne… Neden bahsediyorsun sen?” diyebildi en sonunda, kendini konuşmaya zorlayarak.
“Arayışından bahsediyorum insan. Neden vazgeçmiyorsun? Buradan çıkış olmadığını görmüyor musun?”
“B-ben… Ben asla vazgeçmem!” diye yanıtladı Azmi.
“Ah, evet edersin. Senden önce gelenler de böyle söylemişlerdi ama hepsi çoktan vazgeçti. Hem de senden çok daha kısa bir sürede. Oysa sen hepsinden daha dayanıklı çıktın. Hâlâ inatla aramaya devam ediyorsun. Neden?”
“Çünkü ben hayatım boyunca hiçbir şeyden vazgeçmedim ve hep istediğimi aldım. İnatçı biriyimdir, hem de çok.”
“İnat sevdiğim bir huydur ölümlü. Özellikle de kavgalara ve anlaşmazlıklara sebep olduğu sürece. Fakat inadın burada işe yaramaz. Bırak artık, vazgeç. Eninde sonunda salonlarımdaki diğer esir ruhların arasına katılacaksın.”
“Asla!” diye bağırdı Azmi, ne zaman birisi kendisini bir şeylerden vazgeçirmeye çalışsa takındığı o inatçı ve asabi haline bürünerek. “Asla kölen olmayacağım! Ne de sevgilimi kölen olarak bırakacağım! Göreceksin, onu bulacağım ve ikimizi birden buradan çıkaracağım!”
“İkinizi mi?” diye sordu iblis. Sonra da gürültülü bir kahkaha attı. Kahkahası gök gürültüsünü andırıyordu. “İkinizi demek? Hâlâ anlamadın değil mi?”
“Neyi anlamadım? Hem burası da neyin nesi?”
İblis cevap vermek yerine sadece pis pis sırıtmakla yetindi.
“Sanırım seninle daha özel olarak ilgilenmem gerekecek.” dedi ardından. “Eğlenceli olacak.” Sonra da altındaki kaya parçası ile uçarak uzaklaşmaya başladı.
“Hey, buraya gel seni aşağılık! Burası neresi, neredeyim ben? O nerede?” diye bağırdı Azmi onun ardından. Fakat iblis oralı bile olmadı. Azmi bir müddet daha gökyüzüne doğru bağırmaya ve küfürler savurmaya devam etti. En sonunda yorulup bezgin bir şekilde olduğu yere çöktü. Etrafındaki sisler hemen onu sarmalayıp kulağına caydırıcı sözlerini fısıldamaya başladılar; “Vazgeç… Unut… Uzan, rahatla…”
Azmi kaşlarını çatıp çöktüğü yerden kalktı ve tekrar yürümeye başladı.
3 comments:
çook heyecanlı bir hikaye.Devamını da okuyayaım hemen:) ellerine sağlık.iyi ki aylık öykü seçkileri var:)
Bu ne hız arkadaşım? Hikaye okuma maratonu başladı da haberim mi yok? :) Çok teşekkürler ;)
Evet evet okuyamadığım günleri telafi ediyorum:)) asıl sana teşekkürler arkadaşım.iyi ki yazıyorsun..Daha okuyamadığım,yazılacak ne hikayeler var.merakla bekliyorum:)
Yorum Gönder