4 Aralık 2010 Cumartesi

Parlak Taşlar ( Bölüm 2) -Son-

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.


Tüm lağım cüceleri bir zamanlar görkemli fakat şu anda bir harabeden ibaret olan şehir sarayının önünde toplanmışlardı. Hepsi kendi aralarında heyecanla fısıldaşıyor ve Yücebulp’un konuşmasına başlamak için kürsüye çıkmasını bekliyordu.  Kürsü tam lağım cücesi zevklerine göreydi. Aslına bakılırsa yıkılmış mermer bir sütunun dip kısmından ibaretti. Lağım cücesi standartlarına göre biraz yüksek olduğundan konuşma yapmak isteyen kişi (ki bu yetkiye sadece Yücebulp sahipti) sütunun ardındaki ters çevrilmiş kovaya basarak yükseklik kazanmak zorundaydı.
Yücebulp kürsünün gerisindeki gölgelerden heyecanlı kalabalığa göz ucuyla şöyle bir baktı. Meydanda yüzlerce lağım cücesi olmalıydı. Onları saymaya çalıştı ama ikiden sonrasını karıştırdı. Ardından yanındaki refakatçi cüceye döndü ve “Kaç kişi var?” diye sordu.
Cüce kalabalığa baktı ve “Bir.” dedi. “Ve bir. Ve bir ve bir ve bir.” diye ekledi ardından. Sonra da muzaffer bir edayla 3 parmağını kaldırıp “İki!” diye ilan etti.
“İki!” dedi Yücebulp. “Güzel…” diye mırıldandı ardından. Kalabalık dinleyicileri severdi ve iki kişiden daha büyük bir kalabalığı hayal dahi edemiyordu.
“Unutma! Beni majesteleri olarak çağır!” dedi tehditkâr bir fısıltıyla.
“Emredersin… ıııı… majesteleri.” dedi cüce, sonra da yavaşça kürsüye doğru ilerledi. Ters çevrilmiş kovaya çıkmadı, orası Yücebulp’un yeriydi çünkü. Onun yerine sütundan bozma kürsünün ön tarafına yürüdü ve konuşmacıyı takdim etti.
“Masej… eee… mejas… ııı… Nasıldı? Hah! Mesaj-telleri Yücebulp!”
Kalabalıktan çılgınca bir alkış koptu ve Yücebulp I. Phudge saklandığı gölgelerden büyük bir zarafetle çıktı. Yarı yolda pelerinine basıp düşmeseydi pek bir soylu görünecekti. 

Bolca küfür eşliğinde düştüğü yerden kalkan Yücebulp bin bir zahmetle kürsüye çıktı. Ardından iki kolunu iki yana açarak konuşmasına başladı. “Bulplar, Sludlar ve Gluplar… Bugün bizim için müjdeli. Artık patron yok! Ejderha yok! Biz yeniden özgür!”
Kalabalıktan ikinci bir alkış dalgası daha koptu.
“Ama ben buraya bunun için gelmedi. Ben sizi uyarıyor. Ahmaklar… ay, şey… kahramanlar sayesinde biz ejderhadan kurtul. Ama tehlike geçmedi. Ejderha ruhu hâlâ sarayda! Saraya girmek tehlikeli. Ora artık lanetli!”
Kalabalıktan telaş ve korku dolu bir mırıltı yükseldi bu kez. Lağım cüceleri gayri ihtiyari olarak önünde durdukları saraydan birkaç adım gerilediler. Yücebulp ise o anda bu durumdan duyduğu memnuniyeti gizlemekle meşguldü.
İşler tam da Yücebulp’un istediği gibi gidiyormuş gibi görünürken meydanda bir ses yankılandı.
“Sen yalan söylüyor!”
Herkes nefesini tutup sesin geldiği yöne doğru baktı. Daha önce hiç kimse Yücebulp’a yalancı demeye cesaret edememişti. Sesin sahibi dişi bir lağım cücesiydi. Kalabalıktan biraz daha ötede duruyor, bir parmağı ile kürsüdeki Yücebulp’u işaret ediyordu. Kalın, elma biçimli bir burnu vardı ve saçları karışık bir biçimde tepesinde toplanmıştı. Üzerinde yamalı, kirli bir elbise vardı. Elinde de bir çuval…
“Bupu…” diye mırıldandı onu tanıyan bazıları.
“Bupu? Sen ne söylüyor?” diye sordu Yücebulp, öfke ve şaşkınlık dolu bir sesle.
“Sen yalan söylüyor.” dedi Bupu yeniden. “Ben biliyor. İçeride güzel taşlar var. Parlak taşlar… Sen onları sadece kendine istiyor.”
“Güzel taşlar” kelimesini duyar duymaz Yücebulp’un tüyleri diken diken oldu. Bupu gerçeği biliyordu. Ama nereden öğrenmişti bunu? Çabucak kendini toparladı ve sakinleşti.
“Asıl sen yalan söylüyor! Sen bizi bölmek istiyor. Sen o koca ahmaklarla beraber. Ben gördü, onları eve sen getirdi. Neredeyse evimiz başımıza yıkıldı. Senin yüzünden! Sen kötü! Onlar da kötü. Özellikle de kırmızı etekli adam!” dedi Yücebulp.
Bunu söylemesi ile birlikte bir hata yaptığını anladı. Kalabalıktaki bazı lağım cüceleri kendisine dönüp öfke ile hırladılar. Anlaşılan Raistlin’in cazibe büyüsü hâlâ devam ediyordu. Yücebulp bunu bilmiyordu elbette.
“Kırmızılı adam iyi! Kötü olan sen. Sen bizi kandırdı. Kırmızılı arkadaşı ejderhaya sattı. Ben gördü, ordaydım.” dedi Bupu. Bunun üzerine daha fazla çatık kaş Yücebulp’a döndü. Bazıları ise kime inanacaklarını bilemez vaziyette bir Bupu’ya bir de Yücebulp’a bakıp duruyordu.
“Siz bana inanmıyor? Ben kanıtla.” dedi Bupu ve elindeki çuvalı açıp içinden kırmızı renkli ve oldukça gösterişli bir taş çıkardı. Bir yakuttu bu.
Lağım cücelerinin gözleri hayranlıkla açıldı. Ne kadar pis ne kadar yarım akıllı olsalar da en nihayetinde onlarda birer cüceydi ve değerli taşlara karşı bir zaafları vardı.
“Ben bunu saradan aldı. İçeride daha çok var. Ben ispatla. Kim geliyor?” dedi elleri belinde.
“İçersi tehlikeli! Sizi kandırmasına izin verme!” diye bağırdı kürsüdeki Yücebulp.
Lağım cüceleri tereddüt etti. Evet, parlak taşları seviyorlardı ama sakallı ve tıknaz akrabaları kadar da körü körüne onlara bağlı değillerdi.
“İki gönüllü istiyor.” dedi Bupu, 4 parmağını kaldırarak.
Ufak bir tereddütten sonra 3 kişi öne çıktı.
“Hayır, hayır. İki gönüllü yeter.” dedi Bupu, bu kez de 3 parmağını kaldırmıştı.
“Biz zaten iki kişi.” diye itiraz etti öne çıkan gönüllülerden biri.
“Hayır, siz bir kişi! Ben iki kişi istiyor.” dedi Bupu, bir ayağını öfke ile yere vurarak.
Bunun üzerine iki kişi daha ileri çıktı ve gönüllüler beşe çıktı.
“Hah! Şimdi tamam.” dedi Bupu memnuniyetle.
Yücebulp durumun kontrolünden çıktığını görünce iyice hiddetlendi ve tekrar bağırmaya başladı. “Siz çok büyük hata yapıyor. Hepimiz lanetlenecez.”
Ama lağım cücelerinin hiçbiri oralı olmadı. Özellikle de saraya girecek kişilerin kendileri olmadığını anlayıp rahatlayan kalabalık gönüllülere daha da bir destek olmaya başladılar. Yücebulp, bir müddet küçük gruba nefretle baktı ve kimseye fark ettirmeden sarayın gölgelerine doğru gerileyip gözden kayboldu.

***

Bupu
Bupu ve diğerleri kendilerini alkışlayıp pohpohlayan lağım cücesi kalabalığını geride bırakıp saraya doğru ilerlediler. Sarayın kapısı yıkıntılarla tıkandığından içeri oradan girmek imkânsızdı. Bu yüzden duvarda açılmış genişçe bir yarığı kullandılar. Şimdi sarayın karanlık ve sessiz koridorlarındaydılar. Az önceki sevgi gösterileri karşısında pek de bir cesur görünen ve sürekli şişinip duran 5 gönüllü, artık hallerinden o kadar da mutlu görünmüyordu. Saray zaten uzun yıllardır kullanılmıyordu ve siyah ejderha Khisanth buraya yerleşinceye kadar da buraya uğrayan pek olmazdı. Khisanth’ın yok edilişi sırasında meydana gelen yıkım, yapıyı iyice yıpratmış ve koridorlarının çoğunu kullanılamaz hale getirmişti. Lağım cüceleri bin bir zahmetle molozların altından girip üstünden çıkarak ilerlediler. En sonunda zor da olsa hazine odasına vardılar. Odanın çatısının bir kısmı çökmüş ve etraf molozlarla kaplanmış olsa da hazine oradaydı işte. Tam da taş sunağın dibinde, Khisanth’ın uyurken rahatça görebileceği şekilde yerleştirilmişlerdi.
Lağım cüceleri parlayan altın ve taşların cezp edicisi görüntüsü karşısında ağızları bir karış açık kala kaldılar. Biri hariç… Bupu yaşlı gözlerle sunağa bakıyordu ve burada yaşanan o korku dolu anları düşünüyordu. Ejderhanın düşüncesi bile tüylerini diken diken etmeye yetiyordu. O gözlerini dikmiş sunağa bakarken diğer lağım cüceleri hevesle altın yığınına doğru koşmaya başladı. Birdenbire derinden gelen, korkunç bir ses duyuldu.
“Kimdir o?”
Sesin seviyesi o kadar yüksekti ki yığın halindeki altınlar titreşimlerin etkisiyle şıngırdıyordu. Lağım cüceleri elleri ile kulaklarını kapatmak zorunda kaldılar ve korkuyla etraflarına bakındılar.
“Kim benim dinlenme yerimi rahatsız ediyor?” diye geldi ses bir kez daha.
“Bu ejderha!” dedi cücelerden biri panikle.
“Biz saklan!” dedi bir diğeri. Tüm cüceler elleriyle gözlerini kapatıp oldukları yere büzüşüverdiler. Bu, lağım cücelerinin en iyi saklanma taktiklerinden biriydi. Çünkü onların mantığına göre siz düşmanı göremezseniz düşman da sizi göremezdi.
“Siz burada ne arıyor?” dedi görkemli ses, derinlerden gümbürdeyerek.
Lağım cüceleri tir tir titrediler ama hiçbiri cevap verecek cesareti kendinde bulamadı. Bupu bir taraftan korkuyor bir taraftan da kendi kendine mırıldanıyordu.
“Ama ben gördü. Mavi ışık koca ejderhayı yut.”
Tam da bunları düşünürken o anın hatırası yeniden zihninde canlandı. Nasıl da kokmuştu! Ejderha korkusu ile sunağın dibine yatmış, gözlerini bile açmaya korkuyordu o zaman. Tıpkı şimdi ki gibi…
“Hayır.” dedi Bupu. “O zaman gibi değil. Bir şeyler ters…”
Evet, korktuğu bir gerçekti ama bu korku alışık olduğu cinsten bir korkuydu. Khisanth’ın üzerlerine saldığı, ölümcül korku gibi değildi. Ayrıca ejderhanın sesini de çok iyi hatırlıyordu. Khisanth dişi bir ejderhaydı ve sesinde ölümcül bir melodi vardı. Oysa şimdiki ses çok kabaydı ve daha çok bir erkeğin sesini andırıyordu.
Bupu kendisinden beklenmeyecek bir zekâ parıltısı ile durumu kavrayıverdi. Yavaşça gözlerini açtı ve sunağa doğru baktı. Ardından da yavaşça o yöne doğru ilerlemeye başladı. Diğer cüceler ise hâlâ gözlerini sımsıkı yummakla meşguldüler.
“Siz beni rahatsız etti. Ben sizi lanetleyeceem!” diye konuştu gür ses.
Bu refakatçiler için bardağı taşıran son damlaydı. Bupu’yu gerilerinde bırakarak arkalarına bile bakmadan koşarak uzaklaştılar.
“Dur! Siz bekle!” diye itiraz etti Bupu arkalarından. Ama ona aldıran olmadı. Bupu bir anlığına arkalarından bakakaldı. Sonra da boş vermişlikle omuzlarını silkti.
“Evet, işte böyle. Siz kaçın.” diye kükredi ses. “Ejderhadan korkun!”
“Senin ses hiç de ejderhaya benzemiyor. Daha çok bizim Yücebulp gibi…” dedi Bupu, elleri belinde.
“Ben kaç kere söyle bana… ay, şey… Yücebulp’a mesaj-telleri diyeceksiniz!” diye geldi cevap.
Bupu kaşlarını çattı ve bir çırpıda altın yığınını aşıp sunağın arkasına geçti. Burada ‘muhteşem’ Yücebulp I. Phudge’u elinde oldukça iri bir borazan ile çömelmiş vaziyette buldu. Yücebulp, Bupu’nun arkadan yaklaştığını fark etmemişti bile. Hâlâ sunağın arkasında diz çökmüş vaziyette duruyor ve sessiz kahkahalarını bastırmaya çalışıyordu.

Yücebulp’un elindeki borazan istiridyeden yapılmıştı ve boruya spiral bir deniz kabuğu şekli verilmişti. Kadim zamanlarda saraya gelen konukların isimlerini bildirmek için kullanılıyordu. Bunu ne Yücebulp ne de Bupu biliyordu elbette…
Yücebulp zarif borazanı bir kez daha ağzına götürerek “Ben ejderhanın hayaleti! Hepiniz lanetlendi! Ahmaklar!” diye kükredi.
“Bence sen ahmak. Hem de Yücebulp’tan bile ahmak.” dedi kollarını önünde kavuşturan Bupu.
“Mesaj-telleri!” diye itiraz etti Yücebulp. “Ayrıca Yücebulp hiç ahmak değil. O muhteşem! O harika! O yakışıklı! O…”
Tam o esnada Bupu, Yücebulp’un omzuna bir parmağıyla birkaç kez vurdu. Yücebulp başını yavaşça arkasına çevirdi ve tam tepesinde dikilmekte olan dişi lağım cücesi ile göz göze geldi. Ardından elindeki borazanı yavaşça ağzından çekerek “O bir ahmak…” diye bitirdi cümlesini.
“Phudge…” dedi Bupu, çatık kaşlarla. Çok sinirli olduğu her halinden belliydi.
“Hayatım?” dedi Yücebulp, bariz bir yutkunmayla.
“Bana hayatım deme Phudge! Ben senin hayatı mayatı değil artık.” diye çıkıştı Bupu, kirli parmağını azarlarcasına ‘Yücebulp’ I. Phudge’a sallayarak.
“Ama sevgilim…”
“Sen sus! Ben sana güvendi. Ama sen beni ve arkadaşı ejderhaya sattı!” dedi Bupu. Sonra da Yücebulp’un sesini taklit ederek “Sen korkma hayatım. Ben yardım edecek hayatım. Tehlike yok hayatım.”
“Ama…”
“Sen sus dedim! Tehlike yokmuş. Ben az kaldı ejderha yemeği oluyordu! Eğer arkadaş olmasaydı…” Bupu konuşmaya devam edemedi. Önce sesi çatladı. Ardından da gözyaşları kirli yüzünde izler bırakarak akmaya başladı.
“Sen beni sevmiyor. Sen parlak taşlar daha çok seviyor. Beni sadece arkadaş sev. O a karanlık yollara git. Bupu çok yalnız.”
Yücebulp karşısında ağlayan lağım cücesine üzüntü ile baktı. Derin bir iç çekti ve ayağa kalktı. Sonra altın yığına şöyle bir göz gezdirdi ve aradığını çabucak buldu. Bir yüzüktü bu…
“Bupu…” dedi Yücebulp beceriksizce. “Ben seni seviyor. Sen biliyor. Benle evlen?”
Bupu’nun gözleri faltaşı gibi açıldı ve Yücebulp’a baktı. Yücebulp ise elindeki yüzüğü yine oldukça beceriksiz bir biçimde lağım cücesinin parmaklarından birine geçirdi. Yüzük daha zarif eller için yapılmış olduğundan Bupu’nun parmağının anca yarısına kadar oturabilmişti.
Bupu bir müddet hiçbir şey söyleyemeden bir yüzüğe bir de Yücebulp’a baktı sadece.
Yavaş yavaş endişelenmeye başlayan Yücebulp gürültülü bir şekilde yutkundu ve “Sen istiyor?” diye sordu.
“Evet…” dedi Bupu. “Evet!”
Yücebulp bariz bir şekilde rahatladı ve Bupu’ya sarılmak için hamle yaptı. Tam o esnada Bupu da aynı şeyi yapmak üzere harekete geçtiğinden kafa kafaya çarpıştılar. Alınlarını ovuşturup birbirlerine sırttılar sonra da kol kola girip çıkışa doğru ilerlemeye başladılar.
“En az iki çocuk yapmalı.” dedi Yücebulp.
“İki mi? İki çok.” diye itiraz etti Bupu, beceriksiz bir cilveyle.
“O zaman iki tane yaparız?.” dedi Yücebulp.
“Bu daha iyi. İki…” dedi Bupu.
İkili hazine yığınını arkalarında bırakıp sarayı terk ettiler. İkisi de hazine sorununu bir kenara koydukları için memnundu. En azından şimdilik…
İkisinin de fark etmediği şey ise duvarlarda gezinen, iri kanatlı, kötücül bir gölgenin varlığıydı. Duvardan duvara geziniyor, intikam yeminleri ediyordu.

Not: Krynn tarihçelerine göre Bupu ve Yücebulp gerçekten de evlenmişlerdir. Fakat bunun nasıl olduğuna veya kaç çocukları olduğuna dair hiçbir kayıt bulunmamaktadır. Muhtemelen onlarca çocukları olmuş olsa da sayıları onlar için hep aynı kalmıştır. İki…

- Son -

Bu hikaye Ejderha Mızrağı / Dragonlance serisinden esinlenerek yazılmıştır. Mekan ve karakter isimleri WotC firmasının tescilli markalarıdır.

Lağım Cücesi resmi / Gully Dwarf art by KrakenCMT

3 comments:

Adsız dedi ki...

Ne güzel iki çocuklarıyla mutlu mesut yaşamışlar:) Ellerine sağlık Mitcim.Okumaya doyamadım.sevgilerimle.

mit dedi ki...

Sağol arkadaşım :) Bupu ve lağım cüceleri Ejderha Mızrağı üçlemesinde geçen oldukça eğlenceli karakterlerdir. Özellikle "iki"leri ile beni çok güldürürler. Onlar hakkında bir şeyler karalamak benim için zevkti. Beğenmene sevindim :)

Adsız dedi ki...

Rica ederim.Bayıldım bayıldım:)Fantastik edebiyatı bana sevdirdin sağolasın:)