29 Nisan 2011 Cuma

Gizemli Soygun ( Bölüm 2 )

Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlanan Aylık Öykü Seçkisi için yazılmıştır.

Sokaklar, kar bulutlarının arasından kendini gösteren sabah güneşinin soluk ışınlarıyla yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. İstanbulluların büyük bir çoğunluğu sıcacık yataklarını keyifsiz homurtularla terk ederek işlerine veya okullarına gitmeye hazırlanıyordu. Bir taraftan da yaklaşan yılbaşı tatilini düşünerek kendilerini avutmakla meşguldüler. Bazıları ise bütün geceyi çalışarak geçirmişlerdi ve uyumak ya da tatil gibi şeylerden çok daha önemli meseleler vardı akıllarında. Selim Kuzgun da onlardan biriydi.

Sorgu odasının kapısı gıcırdayarak açıldı. Selim, peşindeki iki memura dışarıda beklemelerini işaret ederek içeri girdi ve kapıyı arkasından kapattı. Küçük ve sade bir odaydı burası. İçerideki yegâne eşyalar bir masa ve üç sandalyeden ibaretti. Berduş masanın ardındaki tek sandalyede oturuyordu.

“Ayıldın mı?” diye sordu Selim, berduşun karşısındaki sandalyelerden birine otururken.

“Sana da günaydın aynasız.” diye cevapladı berduş. “Bana bi yemek sözü verdiini sanıyodum, alkol terapisi değil.”

Selim bu yoruma gülerek karşılık verdi. “Sözüm söz ihtiyar. Ama önce konuşabilecek kadar ayık olman gerekiyordu. Dün gece beni bayağı bir uğraştırdın.”

“Öyle mi?” diye kıkırdadı ayyaş. “Umarım seni öpmeye falan kalkmamışımdır.”

“Adın ne?” diye sordu Selim, ihtiyarın alkol kokan nefesine aldırmamaya çalışarak.

“Adım mı?” dedi düşüncelere dalan berduş. “Bu soruyu duymayalı uzun zaman olmuştu.” diye devam etti kirli sakalını sıvazlayarak. “Sokaklarda ismin bir anlamı olmuyo, anlıyosun ya. Her neyse… Adım Garip, soyadımı ise hatırlamıyom. Zaten umrumda da diil. Fakat sokaktaki dostlarım bana Sünger der, istersen sen de böyle çaaağrabilirsin.”

“Pekâlâ Sünger… Bana ne gördüğünü anlat, ben de sözümü tutup sana iyi bir yemek ısmarlayayım.”

“Öyle olsun o halde…” dedi berduş, ufak bir geğirik atarak. Ardından sandalyeye iyice kurulup bir gün önce şahit olduğu olayı anlatmaya başladı.

“Dün hava çok soğuktu, özellikle de benim gibi evsizler için… Isınabilmek için çaresizce kuytu bi köşe aramaya başladım. Yanıma da ufak bi nevale almayı da ihmal etmedim elbette.” diyerek kıkırdadı, sarı dişlerini göstererek. “Soğuk kış günlerinde bi şişe kanyak gibisi yoktur.” diye ekledi ardından. “Her neyse… Beni bulduuunuz sokağa gittim ve çöplerden topladııım kartonlardan kendime bi yatak yaptım. Başlangıçta her şey güzeldi ama sonra kanyak bitti ve hava iyice soğumaya başladı. Üstelik cebimde tek kuruş mangır yoktu. Tam kalkıp yiycek bi’şeyler bulabilir miyim diye bakmaya niyetleniyodum ki o minibüs geldi.”

“Ne modeldi? Rengi veya plakası hakkında bana bir şeyler anlatabilir misin?”

“Beyaz bir Mazda’ydı, hani şu kaplumbağa tipli olanlardan. Yanında da kalın mavi çizgileri vardı. Plakasına falan bakmadım, o an önemli gelmedi.” dedi omuzlarını silken berduş.

Pardösüsünün cebinden ufak bir not defteri çıkaran müfettiş, Sünger’in anlattığı detayları dikkatle yazmaya başladı. Her ne kadar ayyaşın plakayı almadığını daha önceden tahmin etmiş olsa da bu haberi duymak moralini bozmuştu. Selim’in yüzündeki düş kırıklığını fark eden berduş biraz da sıcak yemeği kaçırma olasılığının korkusuyla öne atıldı.

“Daha bitmedi! Asıl önemli nokta buradan sonra başlıyo.” dedi masanın üzerine eğilerek. “Ben diyim yirmi sen de otuz dakka sonra kırmızı kıyafetli bi herif çıkageldi. Hani şu Nobel Baba kıyafeti dedikleri zımbırtı var ya, ondan giymişti işte.”

“Noel Baba…”

“Her ne boksa işte! Bu Model Baba’nın ellerinde dört tane de ağır çanta vardı. Sokağa koşarak girdi ve çantaları minibüsün içine tıkıştırıverdi. Kapıları kapar kapamaz ise minibüs pati çekerek harekete geçti ve herifi arkada bıraktı. Şimdi yaygara kopçak dedim içimden ama hiç bi’şey olmadı. Garip kılıklı herif öööyle boşluğa baka baka dikilmeye devam etti orda.”

“Nasıl yani? Araç onu almadan gitti ve o hiçbir şey olmamış gibi orada beklemeye devam etti, öyle mi?” dedi Selim, sandalyesinde dikilerek. İşte şimdi merakı iyice kabarmıştı.

“Aynen öyle!” dedi berduş, iki parmağını şaklatıp işaret parmağıyla Selim’i göstererek. “Herifin duruşu da bi garipti aslında. Kolları yanlarından garip bi biçimde sallanıyodu ve omuzları çökmüştü. Şey gibi… Nasıl anlatsam? Hani şu eski korku filmlerindeki beyinsiz ucubeler gibi. Ne diyolardı onlara? Hah, tombi!”

“Zombi…”

“Canım ha tombi ha mombi… Sen ne demek istediğimi anladın nasıl olsa.” dedi ayyaş, kirli elini havada sallayarak. “Ama en garibi şimdi geliyo. Aradan bi dakka falan geçmişti ki adam birden kıpırdamaya başladı. Fakat hareketlerinde bi gariplik vardı; şaşırmış gibi etrafına bakıyo, sanki oraya nası geldiğini anlamaya çalışıyodu. Sonra… Sonra birdenbire inlemeye ve titremeye başladı. Göğsünü tutuyordu, işte böyle.” dedi berduş, iki eliyle göğsünün sol kısmını tutarak.

“Kalp krizi…” diye mırıldandı Selim, kaşlarını çatarak.

“Sonra da oracığa yığıldı kaldı. Bi daha da hareket etmedi.”

“Peki, neden ona yardım etmedin? Belki de adamın hayatını kurtarabilirdin.” diye sordu Selim.

“Yardım mı? Neden edecektim ki? Evlat… Yıllardır sokaktayım ve daha kimsenin kimseye karşılıksız yardım ettiğini görmedim. Hele benim gibi birine hiç!” diye cevapladı berduş sandalyesinde geriye yaslanarak. “Ayrıca…” diye ekledi yüzüne düşen bir gölge ile “Korkmuştum.”

Selim düşünceli bakışlarla karşısındaki adamı süzdü. Yemek bahanesiyle yalan söylüyor olması mümkündü fakat cesedin yüzündeki ifadeyi kendisi de görmüştü. Şüphelerini gidermenin tek bir yolu vardı.

“Teşekkürler ihtiyar.” dedi Selim ayağa kalkarken. “Sana bir yemek borçluyum.”

***

“Bana bir yemek borçlusun!” dedi Doktor Can Biçer, Selim otopsi odasına girer girmez. “Senin yüzünden bütün geceyi otopsi yaparak geçirdim. Hem de bir Noel Baba üzerinde!”

“Ne o? İçinden yeni yıl hediyen çıkmadı mı yoksa?” diye sordu Selim muzipçe, çift kanatlı kapılar kendiliğinden ardında kapanırken.

“Ha-ha-ha, çok komiksin.” diye yanıtladı doktor, abartılı ve sahte bir kahkaha eşliğinde. Kanlı eldivenlerini çıkarıp Selim ile samimi bir şekilde el sıkıştı.

Can Biçer çok uzun sayılmasa da hatırı sayılır bir süre boyunca İstanbul Polis Teşkilatı için çalışmaktaydı. Uzun boylu, zayıf yapılı ve otuz yaşlarında bir adamdı. Bal rengi dalgalı saçları ve kalın çerçeveli bir gözlüğü vardı. Beyaz doktor önlüğünü üzerinden hiç çıkarmazdı ve otopsi odasının dışında çok nadir görülürdü. Hatta sırf bu yüzden teşkilat içerisinde, onun otopsi odasında yaşadığı dedikodusu çıkmıştı. Adamın yoğun çalışma temposu göz önüne alındığında bu kısmen doğruydu da…

“Neler buldun?” diye sordu Selim, bir eliyle hâlâ otopsi masasında yatmakta olan bahtsız Noel Baba’yı göstererek.

“Ölüm sebebi senin de tahmin ettiğin gibi kalp krizi. İşin ilginç tarafı ise şu; adamın vücudunda kalp krizine neden olabilecek hiçbir sorun yokmuş. Kalp kapakçıkları sağlam, ciğerler temiz, damarlar açık… Aslına bakarsan adamımız gayet sağlıklı görünüyor.”

“Ölmüş olmasının dışında…”

“Evet, aynen öyle. Ayrıca kol kasları da bu yaştaki bir adamda nasıl olması gerekiyorsa aynen öyle yani gevşek ve güçsüz.”

“Bankadaki korumalar öyle demiyor ama.”

“Biliyorum, raporları okudum. O adamların ne içtiğini merak ediyorum doğrusu.” dedi gülerek.

“Güvenlik kayıtlarını izlemeseydim sana bu konuda hak verebilirdim. Ama izledim ve bu adamın beş kişiyi hallaç pamuğu gibi dağıttığına kendi gözlerimle şahit oldum. Bununla da kalmayıp bir kişinin zorlukla taşıdığı dört para çantasını tek başına yüklenip koşarak, dikkatini çekerim koşarak, olay yerinden uzaklaştı.”

Doktor Can yüzünde duyduklarına inanamayan bir ifade ile tekrar yaşlı adamın cesedine baktı ve “İyi de bu imkânsız!” dedi. “Nasıl?”

“Ben de bunu merak ediyorum doktor. Gerçekten de nasıl?”

***

“Nasıl yani?” diye bağırdı Murat Pekcan, öfke ile önündeki masayı yumruklayıp ayağa kalkarak.

“Sakin ol çaylak, herkes bize bakıyor!” dedi Güngör, elleriyle ortağına daha sessiz konuşmasını işaret ederek. Polis yemekhanesindeydiler ve Murat’ın az önceki öfkeli çıkışı yüzünden tüm gözler onların üzerindeydi. Genç polis yavaşça yerine oturdu ama yüzündeki ifadeye bakılırsa sakinleşmeye hiç niyeti yoktu.

“Sakin mi olayım? O ihtiyar bunak benim davamı çalarken nasıl sakin olmamı beklersin?” diye sordu burnundan soluyarak.

“Sözlerine dikkat et! Sana daha önce de söyledim, Selim Kuzgun teşkilattaki en iyi polislerden biridir. Ayrıca senin davanı falan da çalmadı.”

“Bal gibi de çaldı işte! Az önce o ihtiyarın cesedine otopsi yaptırdığını sen söylemedin mi?”

“Evet ama…”

“Aması maması yok! O cesedi ben buldum ve bu dava benim hakkım!”

“Benim hakkım ile neyi kastediyorsun?” diye sordu Güngör, yüzünde oldukça eğlendiği belli olan bir ifade ile. “Yoksa sen…”

“Evet efendim, aynen onu kastediyorum! Bu olayı araştırması gereken biri varsa o da benim!”

“Yok artık daha neler. Sen… Akademiden yeni mezun olmuş bir velet soruşturma yürütecek ha?” dedi Güngör, gür kahkahalar eşliğinde. “Hem de Selim Kuzgun’un davasını elinden alarak!”

“O dava benim diyorum sana ve öyle olması için elimden geleni yapacağım!”

“Bak çaylak, senin yerinde olsam ayaklarımı yere sağlam basardım.” dedi yemeğine dönen Güngör. “Akademide iyi olabilirsin ama burası okula benzemez. Eğer işini iyi yaparsan belki bir gün sen de o tarz olayları soruşturabilirsin. Fakat şimdi basit bir memursun, bir çaylak! Ve o noktaya gelebilmek için daha kırk fırın ekmek yemen gerek. Gerçi bana sorarsan fırını bile yutsan yine de hiç şansın yok!”

“Sen dalganı geç bakalım.” dedi Murat küskün bir tavırla. “Son gülen kim olacak göreceğiz.”

“Sabırsızlıkla bekliyorum.” dedi Güngör kıkırdayarak. “Oldu olacak baş komiser beni bizzat görevlendirecek deyiver de tam olsun!”

Tam o esnada masadaki telsiz cızırdamaya başladı ve “Memur Murat Pekcan, acil olarak baş komiser Gürses’in odasında bekleniyorsunuz.” diyen bir ses duyuldu.

Güngör ağzı bir karış açık telsize bakarken Murat yüzünde geniş bir sırıtışla ayağa kalktı ve “Şimdi değil ama yarım saat kadar sonra istediğini duyacaksın sanırım “eski” ortağım.” dedi. “Ben müsaadeni isteyeceğim. Komiserim beni görmek istiyor da… Bu arada sen kırk fırın ekmek… aman, şey… yemeğini yemeye devam edebilirsin.”

***

“Programımıza devam etmeden önce bir son dakika haberi için acar muhabirimiz Melahat Pekmerak’a bağlanıyoruz.” dedi televizyondaki adam. “Evet Melahat, söz sende.”

“Merhabalar sayın seyirciler. Ben muhabiriniz Melahat Pekmerak ve yine bir son dakika gelişmesi ile karşınızdayım.” dedi kadın heyecanla. Arka planda hafif kar yağışı altındaki Taksim Meydanı’nı görünüyordu.

“Hatırlayacağınız gibi dün şehrimizin önde gelen bankalarından birinde korkunç bir soygun gerçekleşti ve çok büyük bir miktarda para hırsızlar tarafından çalındı. Hırsızlardan biri dün akşam olay yerinin yakınlarında ölü olarak ele geçirilmiş durumda. Şimdi aldığımız bir habere göre bu soygun tek kişinin değil tam aksine organize olmuş bir çetenin işi!”

Ekrandaki görüntü değişti ve sırtlarında para dolu çuvallar taşıyan, yüzlerinde pis birer sırıtış bulunan dört temsili Noel Baba resmi geldi ekrana.

“Polis teşkilatının her zamanki gibi bir açıklama yapmayı reddetmesi bu haberin gerçekliğini doğrular nitelikte. Çete şu anda sokaklarda özgür ve her an yeni bir soygun gerçekleşebilir. Polis kuvvetlerinin ise eli kolu bağlı ve ne yapacaklarını bilemez durumdalar. Halkı uyarmak gibi basit bir önlemi bile düşünemeyen güvenlik görevlilerinin bu çeteyi nasıl durduracağı ise merak konusu. Çalınan paranın hâlâ bulunamamış olması ise o çok güvendiğimiz polis kuruluşunun aslında ne kadar aciz olduğunun bir başka göstergesidir sayın seyirciler!” Görüntü tekrardan Melahat Pekmerak’a döndü. Kadının yüzü heyecandan parlıyordu ve yüzündeki sırıtışa bakılırsa yaptığı işten büyük bir keyif alıyordu.

“İşte bu noktada biz yani ailenizin en güvenilir ve en doğru kanalı devreye giriyoruz ve sizleri uyarıyoruz! Noel Baba kıyafeti giyenlere dikkat edin ve çok gerekmedikçe sokağa çıkmayın. Taksim Meydanı’ndaki eğlencelerin tehlike altında olduğu bir diğer yadsınamaz gerçek. İstanbullular ağzı tadı ile bir yılbaşı geçiremeyecek mi? Polisimiz bizi böylesine basit bir çeteden bile koruyamayacak kadar beceriksiz mi? Bunların hepsini zaman gösterecek. Ben Melahat Pekmerak, gelişmeler için bizimle kalın.”

***

“Kalın kafalılar!” diye bağırdı baş komiser, televizyonu kapatıp elindeki kumandayı hırsla karşısındaki duvara fırlatarak.

“Sakin ol Haldun.” dedi Selim Kuzgun gayet soğukkanlı bir tavırla, baş komiseri yatıştırmaya çalışarak. “Yine tansiyonun fırlayacak.”

Baş komiserin polis merkezindeki odasındaydılar. Oda ahşap mobilyalar ile döşenmişti ve tam ortada büyük, dikdörtgen şeklinde bir masa vardı. Baş komiser hemen masanın ardındaki geniş koltukta oturuyordu, masanın diğer tarafındaki sandalyelerden birine ise Selim kurulmuştu. Bir duvarı boydan boya kaplayan bir kütüphane, köşede duran küçük bir televizyon, pencerenin hemen önündeki minik akvaryum ve duvarlardan birine asılı başarı sertifikaları odayı tamamlayan diğer eşyalardı.

“Sakin mi olayım?” diye bağırdı baş komiser hiddetle. “Nasıl sakin olmamı beklersin Selim? Şu Meraklı Melahat zibidisinin söylediklerini duymadın mı? Yok polis kuvvetlerinin eli kolu bağlıymış, yok organize bir çeteymiş! Resmen reyting uğruna halkı paniğe sürüklemeye çalışıyor!”

“Her zamanki gibi…”

“Ah, bu kadın beni öldürecek!” dedi baş komiser dirseklerini masaya dayayıp yüzünü ellerine gömerek.

Beyaz saçlı, pos bıyıklı bir adamdı baş komiser Haldun Gürses. Aynı zamanda çok sabırsız ve öfkeli bir adamdı. Sürekli hızlı hızlı konuşur, söyleyeceğini direkt olarak söyler ve genellikle de avazı çıktığı kadar bağırırdı. Oldukça tok ve gür bir sese sahip olduğundan normal konuşması bile bir bağırış çağırış gibi gelirdi insanlara. Fakat tüm bu öfkeli mizacının yanı sıra babacan tavırları ile de tanınırdı ve herkes bilirdi ki aslında altın gibi bir kalbe sahipti yaşlı adam.

O esnada kapı çalındı ve içeriye Murat Pekcan girdi.

“Benim emretmişsiniz şef.” dedi yüzünde hâlâ o kocaman sırıtış olduğu halde. Fakat Selim ile göz göze geldiği anda tebessümü önce yerini şaşkınlığa sonra da memnuniyetsizliğe bıraktı. Selim de en az onun kadar şaşkın ve rahatsız görünüyordu.

“Gel evlat, otur şöyle.” dedi ellerini yüzünden çeken baş komiser, her zamanki gür sesiyle.

Murat halinden pek de memnun olmayan bir edayla masanın karşısındaki sandalyelerden birine oturdu. Selim ile göz göze gelmemeye dikkat ediyordu. Zaten Selim’in de ondan tarafa bakmaya pek niyeti yok gibi görünüyordu.

“Tanışıyorsunuz sanırım?” diye sordu baş komiser Gürses.

“Evet.” dedi Selim soğuk bir sesle.

“Maalesef.” diye ekledi Murat, daha da soğuk bir sesle.

“Güzel.” dedi baş komiser. “Raporlara göre cesedi ilk bulan kişi Pekcanmış. Akademi notlarına da bakılırsa gayet başarılı ve geleceği parlak bir arkadaş var aramızda.”

“Teşekkür ederim şef.” dedi Murat sırıtarak.

“Aynı zamanda disiplinsiz.” diye ekledi Gürses, Murat’ın yüzündeki gülümsemenin ikinci kez silinmesine sebep olacak bir bakışla. “Bana şef denilmesinden hiç mi hiç hoşlanmam genç adam. Benimle konuşurken efendim ya da baş komiserim diye hitap edeceksin, anlaşıldı mı?”

“Anlaşıldı şef! Şey, yani… Efendim!”

“Güzel! Şimdi… Sadede gelelim. İkinizin bu davada beraber çalışmanızı istiyorum.”

“Ne?” dedi Selim.

“İmkânı yok!” dedi Murat.

“Haldun ben yalnız çalışırım, biliyorsun.” dedi Selim, sandalyesinin ucuna kadar gelerek.

“Hey, haydi yapma ama şef! Bu eski kafalı herife gerek yok, ben tek başıma bu işi çözerim.” diye atıldı Murat.

“Kesin sesinizi! Burada emirleri kimin verdiğini unutmayın ve bir daha bana şef dersen seni sürerim!” diye bağırdı baş komiser, yumruğunu masaya vurarak. Anında odaya derin bir sessizlik çöktü.

“O paranın en kısa zamanda bulunmasını istiyorum Selim!” dedi en sonunda, “Ne pahasına olursa olsun bulun ve bu davayı çözün! Yoksa o Melahat denen kadın hepimizi rezil edecek. Buna müsaade edemem!”

“Elimden geleni yaparım ama kolay olm…”

“Elinden geleni değil sonuç istiyorum!” diye bağırdı baş komiser. “Ya sonuç getirin ya da Melahat’ın kellesini! Evet, kellesi iyi olurdu aslında… Aman ne diyorum ben be? Haydi işinize! Kaybolun gözümün önünden ve olayı çözmeden de geri gelmeyin!”

“Emredersiniz.” dedi Selim ve Murat ve aynı anda ayağa kalkıp kapıya yöneldiler.

Selim tam kapıyı açmış dışarı çıkacakken Murat hemen araya girdi ve sanki Selim kapıyı onun için açmış gibi davranarak eşikten geçip gitti. Selim başını bezginlikle geriye atıp bir homurtu koyuverdi ve odayı terk etti.

“Çok güzel! Başımda yeterince dert yokmuş gibi bir de bebek bakıcılığı yapacağım sana.” diye söylendi sonra da.

“Bence de buna hiç gerek yok.” dedi kollarını önünde kavuşturmuş vaziyette dikilen Murat.

“Öyle mi?” dedi piposunu yakan Selim.

“Evet.”

“Güzel, aynı şekilde düşünmemize sevindim.”

“Anlaştık o halde. Sen şimdi evine git ve senin gibi yaşlılar ne yapıyorsa onu yap. Ne bileyim gazete falan oku. Ben de şu davayı bir çırpıda çözüp gerçek bir polis nasıl olurmuş herkese göstereyim.”

“Öyle mi bay ukala? Şuna ne dersin peki? Git yaşıtlarınla evcilik falan oyna, ben de işime bakayım. Bu nasıl?”

Selim ve Murat gözlerini kısarak bir müddet birbirlerine baktılar. Tam ikisi birden ağzını açmıştı ki arkalarındaki kapı açıldı ve baş komiser Haldun’un başı göründü.

“Siz hâlâ burada mısınız? Kıpırdayın!”

“Emredersiniz!” dedi ikili bir ağızdan ve hızlı adımlarla merkezi terk ettiler. Onlar çıkarken baş komiserin bağırış çağırışları tüm karakolu inletiyordu; “Geberesice karı!”

***

“Geberesice herif!” diye bağırıyordu bir kadın, köhne bir apartmanın üst katlarından. “Günyüzü göstermeden bıraktı gitti beni. Boyu devrilesice!”

“Doğru apartmandayız anlaşılan.” dedi merdivenlerden çıkmakta olan Selim sesi duyduğunda. “Öyle görünüyor. Gerçi ölen bir adamın ardından daha farklı cümleler kurulmasını beklerdim ama…” diye yanıtladı merdiven boşluğundan yukarı bakmakta olan Murat. 3 numaralı dairenin kapısında durdular ve Selim zile bastı. Çalışmıyordu. Bunun üzerine elinden geldiğince kibar bir şekilde kapıyı tıklatarak beklemeye başladı. “Ne var! Ne istiyorsunuz yine? Beni yalnız bırakın!” diye geldi şirret bir ses içeriden.

“Ya Rabbim şu sese bak. Adamın kalp krizi geçirmesine şaşırmamak lazım.” diye mırıldandı Murat. Selim ise hiç oralı olmadı ve kapıyı bir kez daha, bu kez biraz daha sert biçimde çaldı.

“Ne var?” diye bağırarak açtı kadın. Beyaz saçlı, ihtiyar bir kadındı. Üzerindeki pejmürde giysilere bakılırsa maddi durumu pek de iyi değildi.

“Ben İstanbul Polis teşkilatından Selim Kuzgun ve bu da…” dedi Murat’a bakıp bir anlığına duraksayarak “Bu da bizim teşkilattan bir memur.” dedi sonra da ağzının kenarı kıvrılarak.

“Sağ ol.” diye mırıldandı Murat, soğuk bir sesle.

“Kim olduğunuzdan bana ne? Ne istiyorsunuz onu deyiverin hele!”

“İzninizle size kocanızın ölümü hakkında birkaç soru…”

“Hayır!” dedi kadın ve kapıyı büyük bir gürültüyle kapattı.

“Büyük polis iş başında.” dedi Murat, gürültülü bir kahkaha atarak.

“Bir de sen dene bakalım bay ukala!” dedi Selim öfkeyle.

“Büyük bir zevkle.” dedi Murat, hafif bir reverans yaparak Selim’e kenara çekilmesini işaret ederken.

Gayet kibar bir şekilde kapıyı tıklattı ve beklemeye başladı Murat. “Yine ne var?” diye bağırdı yaşlı kadın içeriden.

“Rahatsız ettiğim için özür dilerim teyzeciğim, yüksek müsaadenizle bir iki dakikanızı rica edeceğim. Kocanızın çaldığı paraları sizden tahsil etmelerini istemezsiniz, değil mi?”

Selim gözlerini kısarak Murat’a baktı. Murat ise işaret parmağını dudaklarına götürerek sus işareti yapmakla yetindi.

“Para mı? Tahsil mi?” dedi kadın, kapıyı aralayarak. Yüzünde endişeli bir ifade vardı.

“Evet, sizin de bildiğinizi tahmin ettiğim gibi kocanız büyük bir miktar para çalmakla suçlanıyor ve banka bu parayı en kısa zamanda geri almak istiyor. Eh, akla ilk gelen kişi kim olacak bilin bakalım.”

“Ne parası oğlum? Ben de ne arar o kadar para?”

“Bankacıların bunu pek umursayacağını sanmıyorum.”

Kadının yüzündeki endişeli ifadenin yerini yavaş yavaş paniğe bırakmaya başladığını gördüğünde içinden kıs kıs güldü Murat. “Yaşlı teke yemi yuttu.” diye düşündü kendi kendine.

“Eyvahlar olsun! Boyun devrilsin e mi herif! Boyun devrilsin!”

“Daha fazla devrilebileceğini pek sanmıyorum.” dedi Murat gülümseyerek. “Eğer izin verirseniz size yardım için buradayım.”

“Buradayız.” diye düzeltti Selim.

“Evet ben ve –yardımcım– size yardım etmek için geldik. Birkaç soruya cevap vermeniz gerekiyor.”

Selim itiraz etmek için ağzını açmıştı ki yaşlı kadın “Tabi tabi, buyurun.” diyerek kenara çekildi. Murat sırıtarak içeri girerken “İçeri gel ve kapıyı kapat Selim.” dedi havalı bir biçimde.

Selim Kuzgun homurtular eşliğinde ikilinin ardından daireye girdi ve kapıyı gereğinden biraz hızlı çarptı. Oldukça fakir bir daireydi burası. Her yerde eski ve yıkık dökük mobilyalar vardı. Yerdeki halı yer yer güveler tarafından yenmiş, duvar ve tavandaki sıvalar dökülmüş ve her yanı ağır bir rutubet kokusu sarmıştı.

“Yardımcına bir şey söyle yoksa onu dışarı atarım!” diye çıkıştı ihtiyar kadın, kapısının o şekilde çarpılmasına oldukça bozularak.

“Bence mahsuru yok.” dedi sırıtan Murat. Fakat Selim’in gözlerindeki tehditkâr bakışı gördüğünde gülümsemesini bastırdı. “Öhöm! Sadede gelelim. Eşinizin neyle suçlandığını biliyorsunuz sanırım?”

“Bilmez miyim? Yıllardır cebim kuruş görmedi, o ise para içinde öldü!”

“Şey, evet. Peki son zamanlarda garip hareketleri var mıydı? Şüpheli bir şeyler?”

“Şüpheli mi? Hayır, her zamanki gibi sünepenin tekiydi! Onu tanıdığımdan beri işsiz güçsüz gezer durur. Nasıl kandım da evlendim o herifle bilmiyorum ki?”

“Peki yakın bir dostu var mıydı? Sürekli görüştüğü ya da iş yaptığı biri?”

“İş mi? Sen beni dinlemiyorsun galiba evlat. İş yaptığı biri hiç olmadı çünkü asla düzgün bir işi yoktu. Kendimi bildim bileli borç batağındaydı. Şu son Noel Baba işine girmeseydi aç kalacaktık. Gerçi şimdi bir şey değişmedi ya! Yine aç açıkta kalacağım. Peki ya banka? O kadar parayı nasıl öderim ben? Vay başıma gelenler!”

Kadın bir sandalyeye çöküp dövünmeye başladığında Selim ve Murat göz göze geldiler. Selim başını olumsuz anlamda sallayıp kapıyı işaret etti. Murat anladığını belirterek kadının yanına çömeldi ve “Merak etme teyzeciğim, biz o işi halledeceğiz. Kimse sizi bu konuda rahatsız etmeyecek.” dedi.

“Gerçekten mi?” dedi yaşlı kadın umutla parlayan gözlerle Murat’a bakarak.

“Gerçekten.”

“Hay Allah razı olsun senden.”

***

“Hay Allah belanı versin senin!” diye bağırdı bir adam, ofisin içinden. “Kaybol gözümün önünden!”

“Gittiğin her yerde böyle mi karşılanırsın sen?” diye sordu Murat muzipçe.

“Hiçte bile, adam seninle konuşuyor bir kere.” dedi Selim, hınzırca sırıtarak.

Palyaço kılığında bir adam ofisin kapısından koşa koşa çıktı ve ikilinin önünden geçip gözden kayboldu. “Şen Ajans” yazıyordu duvardaki minik tabelada.

“İsmi ile bu kadar tezat oluşturan bir ajans daha yoktur herhalde.” dedi Murat. “İstersen ben konuşayım, sen bu işte pek iyi değilsin ne de olsa?” diye ekledi ardından.

“Önden buyur!” dedi Selim, bir eliyle kapıyı göstererek. Murat göğsünü gere gere kapıdan girdi ve içerideki adama yöneldi.

Kel kafalı, iri yarı bir adamdı ajansın sahibi. Üzerinde kırmızı renkli bir kazak ve siyah bir kot pantolon vardı. Tek kulağında elmas bir küpe, ensesinde ise bir kartal dövmesi vardı. Kaslı kolları ve geniş göğsü ile bir ajans sahibinden çok güreşçileri andırıyordu adam. İçerisi birbirinden renkli bin bir kostümle doluydu. Balerin kıyafetleri, Noel Baba kostümleri, korsan giysileri, süper kahraman kostümleri her yandaydı. Tam ortada tek bir masa ve masanın üzerinde de iki adet telefon vardı. Telefonlardan biri hiç durmadan çalıyordu fakat adamın cevap vermeye pek niyeti yok gibi görünüyordu.

“Evet, ne var?” diye sordu adam, elindeki deftere bir şeyler karalamaya devam ederken.

“Ben İstanbul Polis Teşkilatı’ndan Murat Pekcan ve bu da yardımcım.” dedi Murat şişinerek. Selim’den gelen homurtu yüzüne bir gülümseme yerleşmesine sebep oldu. “Buraya size birkaç soru sormak için…”

“Hiçbir soruna cevap verecek değilim aynasız!” diyerek sözünü kesti kel adam.

“Fakat bu…”

“Sana cevap vermeyeceğimi söyledim ya lan! Nesin sen, sağır mı? Şimdi kaybol! Köpeğini de yanında götür!” diye bağırdı adam, Selim’i işaret ederek.

“Ama… Ben… Fakat…”

“Müsaadenle.” dedi Selim, bir adım öne çıkarak. Şimdi gülümseme sırası ondaydı. Adamın karşısına geçip sert bakışlarla adama bakmaya başladı. Adam bir müddet onu görmezden gelerek yazı yazmaya devam etti. Sonra da gözlerini devirerek bir iç çekti ve “Ne istiyorsun be adam?” diye sordu bezginlikle. “Patronuna da söyledim, size söyleyecek bir şeyim yok.”

“Bence yanılıyorsun ahbap.” dedi Selim, piposunu ceketinin iç ceplerinden birine tıkıştırırken.

“Öyle mi?” dedi adam defterini şiddetle masaya çarparak. Ardından kazağının kollarını sıvayarak kaslı kollarını açığa çıkardı.

“Eee… Selim?” diye inledi Murat.

“Evet, öyle.” dedi Selim, Murat’ı duymazdan gelerek.

“Sen kaşındın ufaklık.” diyerek bir adım ileri atıldı adam.

Sağ yumruğunu sol avucuna vurarak yaklaştı adam. Yüzünde bu işten oldukça keyif aldığını gösteren cinsten bir sırıtış vardı. Selim ise gayet sakin bir şekilde, sanki hiçbir şey yokmuş gibi orada öylece dikiliyordu. Kel kafalı adam, Selim’i yakalarından kavramak için öne doğru ani bir hamle yaptı. O anda Selim de harekete geçti ve kollarının alt kısımlarıyla adamın ellerine vurarak rakibinin kendisini kavramasına engel oldu. Ardından okkalı bir kafa darbesi indirdi adamın suratının ortasına. Odada yankılanan acı dolu çıtırtıya bakılırsa adamın burnu feci halde kırılmıştı. Koca adam uluyarak acı içinde geri çekildi. Ellerini yüzüne götürdüğünde burnundan oluk oluk akan kanın sıcaklığını hissetti ve bu daha da öfkelenmesine sebep oldu.

“Bittin ulan sen! Bittin!” diye bağırarak kontrolsüzce ileri atıldı adam. Selim’in istediği şey de tam olarak buydu zaten. Okkalı bir sağ kroşe çıkartarak kel kafalının ayaklarını yerden kesti. Bu darbeyi beklemeyen adam geriye doğru uçarak masanın üzerine yığıldı. Toparlanmaya fırsat bulamadan tepesinde bitiverdi Selim Kuzgun. Önce sol sonra da sağ eliyle iki güçlü yumruk daha atıverdi rakibine. Yumrukları adeta bir balyoz gibiydi. Üçüncü darbenin ardından ajans sahibi kendinden geçmişti bile.

“Abi ne yaptın sen?” diye sordu Murat dehşetle. “Adamı sorgulayacağımızı sanıyordum, hastanelik edeceğimizi değil!”

“Sorguluyoruz ya.” dedi Selim gülümseyerek. Adamın yüzüne bir iki tokat atıp ayılmasını sağladı sonra da. Kel kafalı yavaş yavaş kendine gelirken “Şimdi konuşabilir miyiz yoksa kaşımaya devam edeyim mi çam yarması?” diye sordu Selim, adamın yakalarına sertçe asılarak.

“T-ta-tamam! Tamam abi, ne olur bir daha vurma! Kulun köpeğin olayım! N-Ne istersen anlatacağım!” diye kekeledi masada boylu boyunca uzanan adam.

“Güzel.” dedi sırıtan Selim, ceketinin iç cebinden ölen adamın bir fotoğrafını çıkararak. “Bu adam hakkında bildiğin her şeyi anlatmanı istiyorum.”

Ajans sahibi elinden geldiğince dikkatle fotoğrafa bakmaya çalıştı.

“Tanıdın mı?” diye sordu Selim.

“E-Evet… Noel Baba…”

“Aynen öyle, biz de geyiklerini arıyoruz. Şimdi öt bakalım. Kostümü senden ne zaman aldı? Yanında başka biri var mıydı? Şüpheli hareketlerde bulundu mu?”

“Hayır, hayır. Adam yalnızdı, iş ilanımız üzerine buraya gelmişti. Sünepenin tekiydi ve normalde vereceğim ücretin yarısına hemen razı oldu.”

“Ne tür bir işti bu?”

“Bi-bilmiyorum.”

Selim’in sağ yumruğu yavaşça havaya kalktı.

“Bilmiyorum! Gerçekten! İş bize ait değildi, dışarıdan gelmişti! O caddede yürüyecek Noel Baba kıyafetli bir adam isteniyordu, hepsi bu. Parası peşin ödendi!”

“İyi de kim böyle saçma sapan bir şeyi kim ister ki?” diye sordu Murat kendi kendine. “Hani bir alış-veriş merkezi için falan istense anlayacağım da…”

“İyi noktaya değindin evlat.” dedi Selim.

“Öyle mi?” dedi aldığı övgü karşısında şaşıran Murat. “Şey, evet… Sanırım öyle.” dedi başını kaşıyarak.

“Müşterilerinin kaydını tutuyorsundur herhalde?” diye sordu adamı yakasından çekip ayağa kaldıran Selim.

“E-Evet. Defterde…” diye yanıtladı kel kafalı, hâlâ kanayan burnuna elleri ile bastırarak. Murat hemen defteri kaptı ve sayfalarını karıştırmaya başladı. Çok araması gerekmemişti; adamın tarif ettiği sipariş yazılı olan son sayfanın en üst köşesindeydi.

“İşte burada, Çetin Muallim. Kredi kartı ile ödeme yapmış.”

“İşte bu iyi haber.” dedi Selim, çam yarmasını pek de kibarca olmayan bir şekilde odanın ortasına doğru iterek. Ardından cep telefonunu çıkararak bir numara tuşladı.

“Selam, ben Kuzgun. Bir kredi kartı numarasını araştırmanı istiyorum. Adresini bulman lazım.” Sonra da Murat’a dönerek gidelim anlamında bir baş işareti yaptı.

***

“Şu bina olması lazım.” dedi Murat, işaret parmağı ile az ilerideki bir apartmanı işaret ederek. Mecidiyeköy’ün ara sokaklarındaydılar. Kar artık iyice bastırmaya başlamıştı.

“Emin misin?” diye sordu siyah renkli sivil polis aracından inen Selim.

“Evet, buraları iyi bilirim. Eskiden bu tarafta otururduk.” diye cevapladı Murat, ağzından çıkan buharlar eşliğinde.

“Pekâlâ, beni iyi dinle o halde.” dedi silahını kontrol eden Selim. “İçeride ne ile karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Adam silahlı bile olabilir, o yüzden arkamda kalmanı ve dikkatli olmanı istiyorum.”

“Beni bu kadar düşündüğünü bilmiyordum doğrusu ihtiyar.” dedi Murat gülerek.

“Seni düşünen kim? Ben sicilimi düşünüyorum.” diye takıldı Selim. “İki kez ortağının ölümüne sebep oldu yazması pek hoş durmaz ne de olsa.”

“İki kez mi? Bir dakika…”

“Haydi yürü!” dedi Selim, onu duymazdan gelerek.

“Hey, şaka ediyordun değil mi?” diye peşinden koşturdu Murat.

Az sonra apartmanın içindeydiler. Hızlı adımlarla ikinci kata çıktılar. Selim, Murat’a biraz ötede, kapının deliğinden görünmeyecek bir mesafede durmasını işaret ederek kapıyı çaldı. Fakat cevap veren olmadı. Selim bir kez daha bu kez daha da ısrarlı bir şekilde çaldı kapıyı. Yine cevap alamadı.

“Ne yapıyoruz?” diye fısıldadı Murat.

“Kapıcı adamın iki gündür binayı terk etmediğini söyledi.” diye karşılık verdi Selim kısık sesle. “İçeride olmalı.”

“Keşke arama izni çıkarsaydık.”

“İşte sana izin.” dedi Selim silahını çekerek.

Murat panikle “Ne yapıyorsun?” demeye kalmadan ortağı kilide iki el ateş etmiş ve “Koru beni!” diyerek içeri dalmıştı bile.

“Lanet olsun!” diyen Murat da silahını çekerek peşi sıra içeri girdi. Önce hemen girişin yanındaki mutfağa baktı. Ne Selim’den ne de aradıkları adamdan bir iz vardı. Ardından karşı kapıyı araladı. Boş vaziyetteki küçük tuvalet selamladı onu.

“Selim!” diye fısıldadı Murat, dar koridorda ilerlerken. “Neredesin ihtiyar?”

Küçük ve boş bir odanın yanından daha geçti. Selim burada da değildi.

“Selim!” diye fısıldadı tekrardan Murat, sinirleri çok gerilmişti.

“Buradayım.” diye bağırdı Selim, en sondaki odadan. “Bunu görmen gerek.”

“Nedir o? Adamı buldun mu?” diye seslendi Murat hızlı adımlarla o yöne seğirterek.

Tek penceresi dışarıya bakan ufak bir oturma odasıydı burası. Duvarın dibinde yeşil renkli dar bir kanepe, onun tam karşısında ise küçük ekran bir televizyon vardı. Selim odanın ortasında dimdik durmuş silahını yerine yerleştiriyordu.

“Neler oluyor?” diye sordu Murat merakla. Fakat Selim’in bakışlarını takip etmesi yetti. Aradıkları adam yani Çetin Muallim odanın uzak köşesinde boylu boyunca yatıyordu.

Ölmüştü.

( Devam edecek… )

Autopsy Room photo by diong
Old Staircase photo by tschnitzlein

5 comments:

öykü dedi ki...

Öyku muhtesem devamını beklıyoırum


resımler ıse harıka
bayıldım


cok keyıflı bı yazı dızısı olacak

mit dedi ki...

Teşekkür ederim, beğenmene sevindim :)

Adsız dedi ki...

ben de öykü'ye katılıyorum.çok keyifli bir dizi olacak:) İşler ilerliyor.Selim ve Murat iyi bir ikili oldular.Bakalım neler olacak? merakla bekliyoruz.

mit dedi ki...

Tam da "Çok uzun oldu galiba, kimse okuyamayacak." dediğim anda geldi yorumun :) Teşekkürler arkadaşım.

Adsız dedi ki...

rica ederim.aaa olurmu öyle şeyy:) ne kadar uzun olursa olsun biz okuruz mitçim sen yeter ki yaz ;)