11 Nisan 2009 Cumartesi

Uzak diyarların birinde... ( Bölüm 2 )

Şövalye burnunda sert bir acı darbesi ile uyandı. Gözlerini açtığında soğuk, taş bir zeminin üzerinde sırtüstü yatıyordu. Tam göğsünün üzerinde ise yine aynı baykuş vardı. Sızlayan burnunu sıvazlayarak kuşa baktı. Baykuş onu uyandırmak için burnunu gagalamış olmalıydı. Şövalye’nin gözlerini açtığını gören kuş karanlığın içine karışarak havalandı. Ne kadar zamandır baygın olduğunu merak ederek doğruldu ve oturdu. Etraf zifiri karanlıktı, uzaktan damlayan su şıpırtıları haricinde etrafta hiç ses yoktu. Goblinlerden de bir iz yoktu üstelik… Başını kaldırıp yukarı baktı ve oldukça yüksekte bir yerlerde, içine düştüğü çukurun ağzını gördü. Zırhı çarpmanın şiddetini hafifletmiş olmalıydı, yoksa böyle bir düşüşten sağ çıkması pek mümkün görünmüyordu. Başının sağ üstünde bir yerlerde baykuşun kanat seslerini duydu ve bakışlarını o yana çevirdiğinde kuşun kendisini izlemekte olan iri gözleriyle karşılaştı. “Oldukça zeki bir kuşsun değil mi?” diye sordu kuşa. Usulca öterek yanıtladı iri baykuş bu soruyu. Şövalye yavaşça oturduğu yerden kalktı ve kafasını kaldırıp tekrar yukarıdaki deliğe baktı. Şimdi tam tepede, çukurun ağzında soluk bir dolunay görünüyordu, demek ki vakit gece yarısını biraz geçmişti. Tahmininden de uzun bir süre baygın kalmış olmalıydı. Eğer baykuş kendisini uyandırmamış olsa kim bilir daha ne kadar süre orada yatıp kalacaktı. Bu düşüncelerle birlikte bakışlarını tekrar kuşa çevirdi. Onu ay ışığı altında netçe görebiliyordu artık. Aynı zamanda baykuşun üzerine tünediği şeyi de netçe görebiliyordu. “Bir meşale… Ne yazık ki yanımda hiç çakmaktaşı yok, bu haliyle pek bir işime yaramaz.” dedi meşaleye bakarak. Baykuş, söylenileni anlamışçasına bir meşaleyi gagalamaya bir şövalye bakıp ötmeye başladı. “Almamı mı istiyorsun?” diye sordu şövalye. “Pekala” diyerek meşaleyi aldı ve “ama ateş olmadan ışık yakmamız imkansız” diye ekledi. ‘Işık’ kelimesi ağzından çıkar çıkmaz meşale keskin bir çatırtı ile alev aldı ve yanmaya başladı. Şövalye ağzı bir karış açık, meşaleye bakakaldı. Omzuna tüneyen baykuşa şaşkın şaşkın bakıp “İçimde senin sıradan bir baykuş olmadığına dair bir his var” dedi. Kuş tekrar Huuu! diye ötmekle yetindi. Halbuki konuşmaya başlasa şövalye hiç yadırgamayacaktı.


Şimdi, parlak meşale ışığı altında nerede olduğunu iyice görebiliyordu. Uzun ve geniş bir tüneldeydi. Sağda solda görünen devasa örümcek ağlarına bakılırsa uzun zamandır kullanılmayan bir tünelde… Dikkatli bir şekilde tünel boyunca ilerlemeye başladı. Bir müddet sonra tünel, üzerinde garip bir amblem olan eski bir kapı ile son buldu. Kapıyı hafifçe araladı ve içeriye hızlı bir şekilde göz attı. Görünürlerde kimsecikler yoktu. Oda eski bir kütüphaneye benziyordu. Güvenli olduğundan emin olduktan sonra şövalye içeri girdi ve kapıyı ardından kapattı. Hemen kapının yanında meşaleyi yerleştirebileceği bir bölme dikkatini çekti. Daha rahat hareket edebilmek için meşaleyi oraya yerleştirdi. Meşale yerine yerleşir yerleşmez keskin bir klik! sesi duyuldu ve her iki duvar boyunca sıralanmış 5 meşale daha aynı anda yanarak odayı aydınlattı. “Güzel numara” diye kıkırdadı şövalye. Baykuş omzundan havalanarak odanın sonundaki çalışma masasına kondu. Gerçekten de eski bir kütüphanedeydi. Yoksa bir çalışma odası mıydı? Belki de her ikisi birdendi. Aradaki farkı söylemek zordu. Duvarlar boyunca kalın ciltli, üzerlerinde garip rünler olan kitaplarla dolu bir sürü raf vardı. Masalar ve tezgahlar üzerinde de yığın halinde notlar ve çalışma kağıtları… En sonda ise üzerinde garip eşyalar bulunan büyük bir çalışma masası ve masanın hemen arkasında da bir şömine. Yürüdüğü zaman tozlu halı üzerinde ayak izleri bıraktığını fark etti şövalye. Demek ki çok uzun zamandır kimse girmemişti bu odaya. Çalışma masasına ilerledi ve üzerindeki notlardan birini okumaya çalıştı. Ama okuyamadı. “Tam tahmin ettiğim gibi, büyü rünleri…” diye mırıldandı kendi kendine. Burası bir büyücünün çalışma odasıydı. Belki de o alçak cadıya aitti ama içinden bir his öyle olmadığını söylüyordu. Çok karmaşık olmasına rağmen kendi içinde bir düzeni vardı bir kere… Oysa dışarıda gördüğü köşk oldukça deforme görünüyordu. Sonra bir hastalık hissi yayılıyordu evden, halbuki burada bir huzur, bir sükunet vardı havada. “Ve oldukça da toz” diyerek öksürdü şövalye. “Kim var orada?” diye cırtlak bir ses geldi birdenbire odanın içinden bir yerlerden. Şövalye hızla yüzünü odaya döndü ve hemen elini kılıcına attı. Kılıç bu kez kınından çıkmıştı, yani hemen hemen… kılıcın sapı elinde kalmıştı şövalyenin. “Lanet olsun!” diye bağırdı. Sonra ne yaptığının farkına vararak ağzını eliyle kapadı. “Lanet olsun” diye fısıldadı bu kez… “Orada olduuuğunuuu biliiiyoooruuuum” diye geldi cırtlak ses. “Haydiiiii… Saklanmayı kes ve beni şu lanet kutudan çıkar! Birinin buraya gelmesi için ne kadar bekledim haberin var mı?” Ses, köşedeki büyük sandıktan geliyordu sanki. Baykuş masanın üzerinden havalanıp sandığa doğru uçtu ve üzerine tüneyip yine şövalyeye manalı manalı bakmaya başladı. Şövalye tedbir ile merak arasında gidip geldi ama merak her zamanki gibi ezeli rakibine üstün geldi ve şövalye yavaşça sandığa yaklaştı. “Evet, evet! Bu tarafa ha-ha-ha!” dedi ses çılgınca bir kahkahayla… Şövalye dikkatle sandığın kapağını açtı ve o da ne? Pırıl pırıl parlayan harika bir kılıç yatıyordu sandığın dibinde. Bir ıslık koyuverdi ve kılıcın güzelliğini seyretti şövalye. Meşale ışıkları metal yüzeyinde kızıl kızıl parlıyordu. Kabzası kaliteli deridendi ve etrafına bir ejderha motifi işlenmişti. “Eeee? Bütün gün orada dikilecek misin yoksa beni alacak mısın?” dedi kılıç. Şövalye şaşkınlıktan kekeleyerek “S-se-sen… sen konuşuyorsun!”
“Ne tesadüf, sen de öyle...” dedi kılıç alayla.
“Ama sen bir kılıçsın!”
“Hiç sana çok zeki olduğunu söyleyen oldu mu? Şimdi çıkar beni şu sandıktan!!” diye bağırdı kılıç, sabırsız bir sesle.
“Tamam, tamam. Umarım dilinden daha keskinsindir.” dedi şövalye kılıcı sandıktan çıkartırken. Silahın dengesi kusursuzdu, sanki kolunun doğal bir uzantısı gibi rahatça havada döndürdü kılıcı. Birkaç kesme ve biçme hareketi yaparak kılıcı denedi sonra da memnun bir ifadeyle kılıca tekrar baktı.
“Tatmin oldun mu” dedi kılıç, cırtlak sesiyle.
“Eh, sayılır” diye yanıtladı onu şövalye.
“Sayılır mı? Sayılırmış! Hah, sen kendini çok matah sanıyorsun herhalde. Söylesene kılıç kullanmayalı kaç sene oldu? Bende zırhını görünce seni geçek bir şövalye sanmıştım” dedi sinirle.
“Hey hey hey… Orada dur bakalım. Ben gerçek bir şövalyeyim anladın mı?”
“Gerçek bir şövalyeymiş, sen onu benim kabzama anlat”
“Bana baksana sen…”
Derken kütüphanenin kapısı büyük bir gümbürtüyle açıldı ve küçük bir goblin çetesi hızla odaya daldı. “Al işte tartışmamızın gürültüsü tüm goblinleri başımıza topladı. Hepsi senin yüzünden” dedi şövalye rakibinin ilk hamlesini başarı ile savuştururken.
“Benim yüzümden mi? Sen başlattın bir kere…” dedi kılıç isabetli bir darbeyle bir goblini öbür tarafa gönderirken.
“Bir de sen başlattın diyor!” Ve tartışma böylece sürüp gitti. Kılıç ve şövalye bir taraftan hararetli bir şekilde tartışırken diğer taraftan da düşmanlarını tek tek haklıyorlardı. Birkaç dakika içinde goblinlerin çoğu ya öbür dünyayı boylamıştı ya da kendi kendine konuşup sinirinden hop hop hoplayan bu şövalyenin gazabından kaçıyordu. “Eh, pek de fena bir takım olmadık sanki.” dedi kılıç zevkten dört köşe olmuş bir halde. “Esaslı bir dövüşe girmeyeli yıllar olmuştu.”
“Evet, sanırım iyi iş çıkardık.” dedi şövalye etrafında yatan ölü goblinlere bakarak.
“Sanırmış, hıh… Gururlu budala” diye mırıldandı kılıç. Bu, şövalyenin hayatta en çok sinirlendiği sözdü. Gözlerini kısarak kılıca baktı. “Budala değil, Şövalye” dedi sıkılı dişlerinin arasından ve kılıcı aldığı sandığa doğru sert adımlarla ilerlemeye başladı. Şövalye’nin niyetini anlayan kılıç korkuyla “Hey, hey ne yaptığını sanıyorsun? Beni o sandığa tekrar koyamazsın. Bir yüzyıl daha beklemeye hiç niyetim yok” diyerek bağırmaya başladı cırtlak sesiyle. Şövalye hiç oralı olmadı ve kılıcı sandığın dibine fırlatıverdi. “Hey, ah! Kibar olsana biraz, bir kılıç olmam duygularımın olmadığı anlamına gelmez. Ya da gelir, bilemiyorum. Bak… bana ihtiyacın var!” dedi son bir hamle yapma umuduyla. Şövalye “Hıh!” demekle yetindi ve sandığın kapağını kapamaya başladı. “Lütfeeeeen….” diyerek yalvardı kılıç. Şövalye’nin eli bir an için duraksadı. “Lütfen, beni bu küflü sandıkta bırakma. Harekete ihtiyacım var, acı bana. Ne olur, lütfen, lütfen…”
Sıkıntıyla başını kaldırıp bakışlarını sandıktan uzaklaştırdı. Baykuşun bir köşeye tünemiş, oldukça eğleniyora benzer bir bakışla kendilerini seyrettiğini fark etti. Kılıç ise hala konuşmaya devam ediyordu. Sinirle “Sen ne geveze şeysin böyle?” diye çıkıştı kılıca, “Benim bildiğim kılıçlar konuşmayı bilmezler, oysa sen susmayı bilmiyorsun. Senin gibi geveze bir kılıca ihtiyacım yok”
“Tamam, tamam, sustum. Bak susuyorum. Mmmm… sustum gördün mü? Tek kelime bile duymayacaksın benden. Lütfen, lütfen, lütfen… Ay, tamam sustum, mmmm…”
Şövalye gözlerini devirip başını iki yana salladı ve eğilip kılıcı tekrar aldı. “Ha-ha! Bana ihtiyacın olduğunu biliyordum!” diye cırtladı kılıç.
“Şansını zorlama” dedi şövalye, geveze kılıcı kınına yerleştirirken. Bu bile kılıcın konuşmasını kesmeye yetmemişti. Şimdi kının içinde olduğundan sesi biraz daha boğuk geliyordu o kadar. “Eee… Şfimdi nefeye gidiyofruz?”
“Eğer sesini kesmezsen en yakın demirciye gidip seni bir güzel dövdürmeye” dedi şövalye sinirli bir şekilde.
“Hah… hiçbirf demirfci bana zarar feremez ki… beni büyücü Marvin…”
“ Büyücü mü?” diye sözünü kesti şövalye ve kılıcı tekrar kınından çıkardı.
“Oh beee… dünya varmış” dedi kılıç. “Ne diyordum? Ha, evet. Burası Büyücü Marvin’in çalışma odası ve bende onun çalışmalarının ürünlerinden biriyim. Burada, bu konakta yaşardı. Bilge bir büyücü olduğu söylenirdi. Bana sorarsan biraz çatlaktı. Eşyaları büyüleyip dururdu. Bir keresinde konuşan bir kalkan yapmaya çalıştığına şahit olmuştum. Ne gerek varsa…”
“Sadede gel”
“Ah, evet. Ne diyordum? Uzun, çok uzun zaman önce burada yaşardı. Birlikte çok hoş maceralarımız oldu. Ama bir gün ortadan kayboluverdi. Nereye gittiğini kimseler bilmez. Sanırım kendi deneylerinden biri onun sonu oldu. Zavallıcık, çatlak falandı ama severdim onu. O gün bugündür konak goblinlerle ve diğer vahşi yaratıklarla dolu”
“Peki ya yaşlı cadaloz?”
“Ha, evet. Birde o var. O da büyücünün ortadan kaybolmasından kısa bir süre sonra ortaya çıktı. Hatta bir keresinde buraya gelip beni kullanmaya kalkıştı. İzin vermedim tabi. Yüreği kara olanlar bana dokunamaz, Marvin sağ olsun. Üzerime bir koruma büyüsü yerleştirmişti. Cadının çığlıkları hala kulaklarımda he-he-he…” diye kıkırdadı kılıç çılgınca.
“Hmmm…” dedi şövalye çenesini sıvazlayarak. “Büyücünün kaybolmasında cadının bir parmağı olabilir mi sence?”
“Hey… evet, ya! Bu neden benim aklıma gelmedi ki daha önce?”
“Muhtemelen beyin yerine bir kabza taşıdığın içindir” diyerek güldü şövalye.
Kılıç tam başka bir şeyler daha söylemeye niyetleniyordu ki şövalye bir parmağını dudaklarına götürerek sus işareti yaptı. İkili dikkatle kulak kesildiler. (Şey… En azından şövalye kulak kesildi.) Bir sürü çıplak ayağın taş zemin üzerinde koşarak çıkardığı sesler geliyordu koridordan. “Goblinler… Hem de bir sürü” dedi şövalye telaşla.
“Yaşasın!” dedi kılıç sevinçle.
“Hemen buradan çıkmamız lazım”
“Evet, koridordalar. Çıkıp biraz eğlenelim ha-ha-ha-ha!”
Şövalye kılıca kulak asmayarak telaşla odada başka bir çıkış yolu aramaya başladı.
“Hey, ne yapıyorsun? O tarafa değil diğer tarafa! Ah, inanamıyorum buna. Onca cesur şövalyenin arasında bir korkağa denk geldim.” diye söylenmeye başladı kılıç.
“Korkak değilim ama aptal hiç değilim” diye çıkıştı şövalye. “Yüzlercesi ile aynı anda başa çıkacağımızı düşünmüyorsun herhalde?” dedi bir taraftan çıkış bulma ümidiyle oradan oraya koştururken.
“Aslında tam olarak bunu düşünüyordum. Eğlenceli olmaz mı? Ha-ha-ha… Hadi, hadi, hadi…”
Şövalye, kılıca tam usturuplu bir küfür sallamak için ağzını açmıştı ki başının yan tarafından hızla bir şeyin geçtiğini fark etti. Baykuştu bu… Şömineye doğru uçtu ve şömine rafının üzerinde duran eski bir kafatasının üzerine kondu. Onun temasıyla birlikte kafatası ürkütücü bir kahkaha attı ve şömine yavaşça yana doğru kayarak gizli bir geçidi ortaya çıkardı. Şövalye baykuşu izlemekte tereddüt etmedi.


Gizli geçidin kapısı onlar girer girmez arkalarından kapandı. Tam zamanında… Arkada bıraktıkları odadan bir kapı kırılma sesi ve odaya dolan yüzlerce goblinin savaş çığlıkları duyuldu. Şövalye orada olmadığına şükrederek içinde bulunduğu geçide baktı. Tam önlerinde uzun, upuzun, döne döne yukarı doğru çıkan taş merdivenler yükseliyordu. İçerisi aydınlıktı çünkü etrafta mavi alevlerle yanan bir sürü uçan şamdan vardı. “Vay be…” dedi kılıç hafif bir ıslıkla “Burayı daha önce hiç görmemiştim. İhtiyar sandığımdan daha zevkliymiş”
“Artık hiçbir şey beni şaşırtmıyor” dedi şövalye basamakları tırmanmaya başlarken. Onlar tırmandıkça şamdanlar da onlarla beraber yükseliyordu. “Söylesene, cadılarla daha önce hiç karşılaştın mı? Çünkü ben pek çok maceraya atılmış olmama rağmen daha önce hiçbir cadı ile savaşmadım."
“Ben mi? Hayır… Ama yukarıda bir yerlerde bir kütüphane olması lazım. Bizim ihtiyar ne zaman yeni bir tehditle karşılaşsa kütüphaneye gidip oradaki kitapları inceleyerek rakibi ile ilgili tüm bilgileri kontrol ederdi. Böylece asla hazırlıksız yakalanmazdı.”
“Hmmm… Denemeye değer. Gidip şu kütüphaneyi bulalım bakalım”
Kısa bir süre sonra merdivenler bir kapı ile son buldu. Şövalye kapıyı hafifçe araladı ve bir zamanlar son derece şık döşenmiş fakat şimdi harap bir halde bulunan bir koridorda buldu kendini. Etrafta kimsecikler görünmüyordu. Dikkatli bir şekilde kapıdan süzülerek koridora adımını attı. Ardından gelen mekanik ses ona gizli kapının kapandığını haber veriyordu. Omzunun üzerinden dönüp baktığında bir duvardan başka bir şey göremedi. Kapı çok iyi gizlenmişti, muhtemelen büyü ile… Artık geriye dönüş yoktu, en azından geldiği yoldan… Baykuş koridorda süzülmeye başladı, şövalye yine düşünmeden onu takip etti. Az sonra aradıkları yerdelerdi. Kütüphane gerçekten de büyüktü. Sonsuza kadar uzanıyormuş gibi görünen raflar ve binlerce kitap vardı içeride. Tam odanın ortasında ise küçük bir kürsü ve üzerinde açık bir kitap bulunuyordu. “Bu kadar kitap içerisinden aradığımızı nasıl bulacağız peki?” diye sordu şövalye umutsuzca.
“Kürsünün üzerindeki kitaba bakmalısın” dedi kılıç. Şövalye denileni yaptı ve kürsüye yaklaşarak kitabı eline aldı. Hayretle kitabın altın kaplama olduğunu fark etti ve merakla sayfalarını karıştırmaya başladı. Ama kitap boştu… “Bu boş. Lanet olsun. O cadıyı yenmenin yolunu nasıl öğreneceğim?” dedi ümitsiz bir şekilde. Birdenbire kitabın sayfaları sanki sorulan soruyu duymuşçasına hızla dönmeye başladı. Şövalye kitabı izlerken sayfalar yavaşladı ve “Cadılar, Cadalozlar” yazan bir sayfa çıktı ortaya.
“Senin ihtiyar gerçekten de esaslı bir büyücüymüş” dedi şövalye kılıca ve kitabı dikkatle okumaya başladı.



( Devam edecek... )

7 comments:

shenem dedi ki...

yaşlı cadaloz bnim adamımm;)..:P

mit dedi ki...

muhahaha :) ilahi shenem :)

shenem dedi ki...

bak seen!!adamım ddik,şimdi burnu düşse almıo yere şu cadaloz,derhal cebren ve hile ile boşuyorum "gözde"m felan diil artık:)). bir kez daha okiim ddim de yazıyı,bu sonuç çıktı mit'ciim:P
kılıç istiyorum,kılıç verin banaaa!!
**bu arada aydınlat bni dostum,"kılıç" mı "kılınç" mı?türkçem şaştı,aynısı 2 yıl önce de olmuştu,haydi hayırlısı:S

mit dedi ki...

Kılıç o canım, kılınç da nerden çıktı? Hiç duymamıştım :)

Türk Dil Kurumu'na link vereyim mi? :)

shenem dedi ki...

yhaw ben de duymadım esas,ama sanki sölerken "kılınç" mış gibi gldi bi an,daha kötüsü inandım da kılınç olduğuna.anneme sordum edebiyat öğretmenidir bilir ddim,onunla dalga geçiyorum sandı:S "hey güzel dünyamın güzel ülkesinin güzel türkçesi,alay konusu da mı olacaktın?" diyerek 'edebiyat-ı cedide' ye girdi:P..haha!neyse uyiim ben

Adsız dedi ki...

bayıldımm bu bölüme de.çok sürükleyici,insan bitirmeden duramıor.sırada 3. bölüm var:)

mit dedi ki...

Eyvah ki eyvah... Bu gidişle hikaye yetiştiremeyeceğim size. Bu ne hız? :) Şaka tabi... Okuduğunuz için, bir de üşenmeyip yorum yazdığınız için sağolun.